22 Kasım 2009
İnsanlar, birbiriyle ilişkide bulunduğu sürece var olur Ankara’da... Zira bozkırdan başka manzarası bulunmayan şehirde, insanların dönüp bakacakları yer yine birbirinin yüzüdür. Bir de yaşam alanı olarak seçtikleri mekânlar. Her ne kadar büyük gri binalar ile onların arasında gidip gelen koyu renk elbiseli ve deri çantalı resmi insanlar göze çarpsa da, Ankara, Türkiye panoramasını en iyi koklayacağınız şehirdir. Aslında mevsime göre değişen bir renk paletinin kapladığı gökyüzünün altındaki gri binaların içinde bambaşka bir yaşam saklıdır. Mekânların içine girdikçe dingin mavilerin arasında neşeli pembeler, siklamenler, turuncular kendilerine yer açar ve yaşanılan yeri modern resim tuvaline çevirir. Hele, gökyüzünü birbirinden görkemli granit bulutlar kaplamaya görsün, ürkek renkler nazlanarak hemen ortaya çıkar.
Hal böyle olunca da, iç mekânlarda yaratılan bu cıvıl cıvıl yaşama, restoran, kafe ve eğlence sektörü de kayıtsız kalmadığını gösterir. Dünyadaki son gelişmeler, yenilikler ve trendler gecikmeden bünyelerinde yerini alır. Bizlere ise sosyalleşmek adına aralarından birini seçmek kalır. O zaman da, ülkemizin en kültürlü, en keyifli, en eğlenceli ve en zevkli insanlarının arasında olduğunuzu anlarsınız.
BAHÇE VE KAPI ÖNLERİ İÇERİDEN DAHA KALABALIK
Kış mevsiminin soğuk yüzünü iyiden iyiye hissettirdiği bu günlerde Ankara’nın gidilebilecek özel bölgelerini ve mekânlarını satırlara dökmeye karar verdim. Ancak işletmenin sağladığı keyif ve lezzet ortamının yanı sıra sigara yasağı karşısında geliştirdiği yöntemleri de kriterlerimin arasına koydum. Malumunuz, dumansız hava sahasına geçildikten sonra kapalı alanlarda sigara içmek yasak. Şahsi fikrime göre de bu karar, hem sigara tüketenler, hem de pasif içiciler için çok iyi bir uygulama. Ancak tek bir noktada itirazım var ki, alınan ve katı bir şekilde uygulanan bu karar işletme sahipleri ile tiryakilere hiçbir açık kapı bırakmıyor. Başta Almanya ve İspanya olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde gerçekleşen uygulama gibi bu mamulleri tüketen müşteriler için özel bölümler yapılabilir ve tecrit edilerek dumanlı bir ortama da imkan sağlanabilir. Bu şekilde de içmeyenler kadar içenlerin de hakları korunabilir.
Dikkat ettiniz mi, bilemiyorum ama bu günlerde yeme-içme ve eğlence mekânlarının kapı önü ile bahçeleri içerisinden daha kalabalık. Üstelik domuz gribi başta olmak üzere mevsimsel hastalıkların kol gezdiği bir mevsimde... Millet sigara içme uğruna tir tir titreyerek dışarıda bloke olmayı göze alıyor; Şanslı olanlar, ısıtıcılarla donatılmış mekanın dış bölümlerinde bir masa bulup, elleri titreyerek yemeğini yiyor, içeceğinden yudumluyor ve sigarasını tüttürüyor. Çoğunluğu ise ısıtıcılara ve dağıtılan şallara rağmen donarak, otobüs durağında bekleyen vatandaşlar gibi kapı önüne ayakta dikiliyor. Hatta içerideki masasından sigara içmek için dışarı gidip gelenlerin ring seferleri sayılamayacak rakamlara ulaşıyor. Bir sıcak, bir soğuk derken de ertesi gün yatak döşek yatan yatana.
TERMİNOLOJİYE GİREN UYDURMA SÖZCÜK SMIRTING VE KAPI ÖNÜ SOSYALLEŞME
Diyeceksiniz ki, “Bu eziyete katlanana kadar sigara içmeyi bıraksalar ya!” Buna verilen cevap ise dünden hazır. “Bekâra karı boşamak kolay. Tiryakilikten kurtulmak o kadar da kolay değil.”
Anlaşılan O ki bu tartışmalar ve kapı önü sosyalleşmeler daha çok süreceğe benzer. Bu arada sigara içenlerin özgürlük alanı daraldıkça, bu kapı önü muhabbetler de yeni bir modaya yol açtı. Hatta terminolojiye uydurma bir sözcük de dahil oldu. “Smirting”... Yani smoking ile flirting’in bir arada kullanıldığı bir tanımlama. Kapı önünde sigaradan doğan insan ilişkileri Smirting olarak adlandırılıyor. Yeni dostluklara ve ilişkilere zemin hazırlayan bu akım yüzünden içmeyenler bile sigaraya başlıyor, ya da en azından içer gibi görünüyor.
Bu şartlar altında da yapılması gerekenin mekânının yasak olmayan bir bölgesinde sigara içmeye de olanak sağlayan işletmelerin listesini çıkarmak olduğunu fark ettim. Evde oturmaktansa dışarı çıkma fikrinin ağır bastığı akşamlara denk geldiğinizde rüzgâra tutulmuş bir yaprak gibi oradan oraya savrulmak yerine, hedefli gidebilmeniz için işte naçizane önerilerim. Birazdan sıralayacağım işletmelerin kimi, müşterileriyle ilk kez buluşuyor, kimi de alışıla gelmiş dekor ve mönüsünü yenileyip, rekabette “Ben de varım” diyor.
KIŞ GECELERİNE EV SAHİPLİĞİ YAPACAK MEKANLAR
Birbiri ardına açılan alışveriş merkezleri Ankara’da sosyal yaşamı kapalı alandaki kafe ve restoranlarına kaydırırken bir baktık ki, Başkentin gözde caddeleri silkelenip kendine geldi. Birkaç yıl öncesine kadar kendi halinde bir sokakken büyük değişime uğrayan Filistin Caddesi ile Park Caddesi birbiri ardına açılan mekânlarıyla adeta sosyal yaşamın merkezi konumuna geçti. Arjantin Caddesi’nden bayrağı devralan Filistin Caddesi’nde öncülüğü Home Store ile Big Chefs yaparken her gün yeni bir işletme müşterilerine “Merhaba” diyor. İstanbullu The House Cafe, Tribeca ve Kitchenette gibi markalar, Ankaralı girişimcilerin yarattığı Kuki, Meet ve Eat’n Joy gibi işletmelerle yarışıyor. Cadde. tüm bu mekânları doyuracak potansiyele sahip mi derken bakıyorum yeni yerler daha açılıyor ve bölgenin daha önceki sakinleri konsept ve dekorasyonlarını değiştirmeye çalışıyor..
Filistin Caddesi’ne gelen bu hareketlilik bitişik cadde ve sokakları da etkisine alıyor. Artık ünü tüm Türkiye’ye yayılan Trilye Restoran da balık ve meze keyfi, Köşebaşı Restoran’da kebapların lezzeti, Makkarna Restoran’da İtalyanları bile kıskandıracak pizza ve ravioli mönüsü, Palet ile Funda pastanelerindeki parmakları yalatacak pasta çeşitleri aklıma ilk gelenler. Nenehatun Caddesi’ndeki Göksu Restoran, Park Fora ile Agora balık evleri ise favori listemin diğer unsurları. Canlı müzik performanslarıyla Şömine, Shake ve özellikle de Perşembe geceleri Alpay’lı gecelere başlayan Satsuma çok keyifli. Sheraton Otel’in Copper Clup’ı ile Hilton Otel’in Murphy’s’i bu yıl da çok gözde.
LEZZET DURAKLARINDA KISA BİR GEZİNTİ
Bu arada sizlere ufak tefek önerilerde de bulunayım. The House Cafe’nin kıymalı pizzası ve Pazar brunchları, Kuki’nin kokteyl ve pastaları, Home Store ve Eat’n Joy‘un Ankara manzaralı terasları, Big Chefs’in kavurmalı pizzası ve kahvaltıları çok güzel.
Arjantin Caddesi ise her ne kadar eski popüler günlerini geride bıraksa da, Budakaltı ile Cafemiz cazibe merkezi olma özelliklerini sürdürüyorlar. Tıpkı, hemen bitişik caddesindeki balık restoranı Yosun, kulakların pasını silen Ankara Jazz Club ve yeme-içme ile eğlenceyi bir arada sunmayı başaran Hok’s gibi. Yemekleri kadar yarattığı eğlence ortamıyla da taverna geleneğini sürdüren Çevre sokaktaki Trelos, caz müziği eşliğinde yemek sunan Fige, Ugur Mumcu Caddesi’nde klasikleşen Wok ile Aktar Sokakta suşideki liderliğini pekiştiren Sushico’yu da unutmamak gerek.
TUNALI HİLMİ, ORAN VE BESTEKAR’I YAZMADAN OLMAZ!
Kuğulu Park haricinde göze hoş gelebilecek güzel bir manzarası kalmasa da Ankaralıların vakit geçirmekten en çok hoşlandıkları caddelerden biri de şüphesiz Tunalı Hilmi. Cadde üzerindeki çok sayıda kafe ve restoran, yemeğinizi yerken keyifli dakikalar geçirmenizi de sağlıyor. Modayı yakından takip eden genç kuşağın da alışveriş için en çok tercih ettiği yerlerden birisi. Cadde üzerinde yapılan dinlendirici bir yürüyüşün ardından da Kuğulu Park’ta verilen mola, birçok Ankaralının vazgeçilmezleri arasında. Paper Moon’da İtalyan mönüsü, Balıkçıköy’de mezeler, Cambo Köfte’de ise köfte ve döner başta olmak üzere et ürünleri çok lezzetli. C’viz, Gloria Jean’s kafeler ise dumanlı ve dumansız hava sahası için ideal.
Bestekar Sokak’ın yaklaşık 300 metrelik bölümünde, hemen hemen her tür eğlenceye hitap eden, birbiriyle iç içe geçmiş 20’nin üzerinde mekan bulunuyor. Sokağın ilklerinden olan Hayyami Şarap Evi, Twister, Yer Fıstığı ve Edge ise yazlık bahçelerinde sokağın hareketinden uzak kalmak istemeyen ve biralarını yudumlayan gençleri bir araya getiriyor.
Özellikle Panora Alışveriş Merkezi’nin açılmasıyla beraber Oran semtine bir canlılık geldi. Branca, Num Num, Zıkkım gibi kafe restoranlar çok rağbet görüyor. Oran’daki Kalbur Balık Restoran balık ürünleriyle Ankara’daki öncülüğünü sürdürürken, Yıldız’daki Balık Pişirme Evi her gün 5 katını birden doldurmasını biliyor.
ÇAYYOLU PARK CADDESİYLE BİR BAŞKA GÜZEL
Sadece eğlence ve yeme içme mekanlarının yer aldığı Park Caddesi, şehir merkezinde toplanan dinamizme alternatif olmayı başarmış görünüyor. Restorandan kafeye, gece kulübünden puba kadar geniş bir yelpazede mekânların bulunduğu Park Caddesi’nde her türlü zevke göre bir işletme bulmak mümkün. Caddenin gözde yerleri arasında Wall, Butcha, Tike, Quick China, Las Chicas, Taps, Escape ve Lagos akla ilk gelen isimler. Wall’daki keyifli ortam ve fizyon mutfağı, Butcha da et mamulleri sizi mest edebilir. “Unutulmuş lezzetlerin ve melodilerin buluştuğu yer” sloganıyla hizmete giren Dacha Cafe-Bistro da Borch Çorbası bir hayli iddialı.
Merkez konumunu her geçen gün pekiştiren Park Caddesi’nin komşu cadde ve sokaklarında lezzet ile keyif durakları bir hayli fazla. Minasera Alışveriş Merkezi’ndeki restoranlar ağız tadınız, en üst kattaki D’blyu ise eğlence için hoş bir çekim merkezi. Keza Mesa Salata canlı müzik performansında liderliği kimseye kaptırmıyor. Brunch için Marmelatte ve Leda, et yemekleri için Çayyolu Alaçatı Caddesi’ndeki Barbecue Kebap, Balık için Bilkent Fish House ve Sadoby aklıma ilk gelen yerler.
Sayfa sınırlı olduğu için Ankara Kalesi, Sakarya Caddesi, Çukurambar, Gölbaşı gibi özel yerleri ve içindeki mekanları ise gelecek hafta aktaracağım.
Yazının Devamını Oku 15 Kasım 2009
Kendi halinde, sakin bir kişi... Sarı saçları hafif dağınık ve yüzünde gram makyaj yok. Yeni uyanmış gibi bakan gözlerindeki duygusallığı hemen yakalamak mümkün. Pek ürkek ki, bu hali arada sırada tutukluk yapan konuşma tarzına da yansıyor. Yaşadığı o büyük acının etkisinden halen kurtulamamış, ama söylediklerinin her kelimesi birbirini takip eden mantık zincirine sahip. Oğluna çarpan aracın sürücüsünün peşinde ve kimi dava edebilirim, kime karşı isyanımı dile getirebilirim sorularına yanıt arıyor. Sonuçta da gerçek suçlu olarak gördüğü belediye yetkililerinin peşine düşmüş. Kısacası Samsun ölüm yolunda hiçbir önlem almayan, yayalara bir üst geçidi bile çok gören Büyükşehir Belediyesine karşı kampanya açmanın çabası içinde. Karşılaşmamızda, “Ben ve benim gibi trafik mağduru olarak acı çeken insanlara yenilerinin katılmaması için gayret göstermeliyiz” diyor...
Ertesi gün komşumda olan bir başka dostumla sohbet ediyoruz. Esenboğa yolunda pisipisine bir kazaya kurban gidip, hayatını kaybeden eşi için halen gözyaşı döktüğünü söylüyor. Kazalara gebe o tehlikeli yol için “Lütfen elbirliğiyle yetkilileri harekete geçirelim” diyor. Dahası trafik polislerini her görüşünde trajikomik bir olayın içinde kendini buluyor. Şimdi anlatacağım olayın içinde bizzat ben de vardım.
POLİS İKİ BÜKLÜM EĞİLMİŞ KAHKAHALAR ATIYORDU
Arabayla evimin önünden hareket etmiş ve ilk kavşak ışıklarını geride bırakmıştım. O anda da trafik polisinin çevirmesiyle burun buruna gelmiştim. Memurlar, hız limitini aşıp, radara yakalanan araçları durduruyor ve yasal işlemleri yerine getiriyordu. O anda da biraz önce bahsettiğim apartman komşumu kalabalığın içinde görüyordum. Elinde alışveriş yaptığı marketin poşetleri, polis otosunun yanında üç dört kişiyle birlikte bekliyordu. Belli ki, o da radara yakalananlar saffında yerini almıştı.
Tam geçmiş olsun demek için yanına giderken beklemediğim bir olayla karşılaşıyordum. O, ehliyetini polise uzatırken, kısa bir süre sonra topluluktan kahkaha sesleri yükselmeye başladı. Görevli memur, iki büklüm eğilmiş bir vaziyette kasıklarını tutarak kahkahalar atıyor, komşum ise şaşkın şaşkın onun suratına bakıyordu. İşin aslını öğrenmekte ise gecikmemiştim. Polis, “Hanımefendi, yayalar için radar kontrolü yapmıyoruz. Sizin aracınız yok ki” derken, komşum çantasından ehliyetini çıkarıp, suçunun ne olduğunu sormuştu. O gün arabasına binmemiş, yaya olarak yakındaki bir markete gitmiş ve kendiliğinden polislerin yanında soluğu alıp, ehliyetini uzatmıştı. Kısacası eşini kaybettiği o kazadan sonra trafik polislerini her gördüğünde şartlı refleksten olsa gerek suçluluk duygusuna kapılıyordu.
YAŞAMLA ÖLÜM ARASINDA 22 SANİYELİK ZAMAN
Konya Yolu’ndaki bir başka yaralamalı kazanın mağdurunun anlattıkları ise gerçekleri tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyordu: “Bana çarpan sürücüden davacı olmadım. Çünkü o yolda hepimiz otomobilimizle hız yapıyoruz. Eğer 50 kilometre gibi bir süratle giderseniz, arkanızdaki kişi sizi taciz ediyor. Dahası kaza yapıyor, ya da yaptırıyor. Kimse 90 kilometreyi aşkın süratle gitsin demiyorum ama 50 kilometre hız da mantıksız. Şehir içinde, yani meskûn bölgede üç ya da dört şeritli yol olmaz. Özellikle yayalar için bu faciaya davetiyeden başka bir şey değil. Üç şeritli bir yolda, bir yayanın karşıdan karşıya geçmesi 22 saniye sürüyormuş. 22 saniyelik bir aralık bulmak ise mucize. Cinnah Caddesi, Atatürk Bulvarı gibi ana arterlere bir bakın, o 22 saniyelik zaman aralığını bulma imkanınız var mı?”
Diyeceğim o ki, metro gibi toplu taşımayı geliştirip, insanları otobana dönüşmüş yollarda otomobil kullanmaktan vazgeçirseniz, bu şehir yayalar için cehennem olmaktan çıkacak. İnanın O zaman da araçlar için böylesine geniş bulvarlara ihtiyaç olmayacak. Bu arada otoban gibi yollar deyince aklıma yakın bir dostumun başarı dolu yaşam hikayesi ve hiç hakketmediği acı sonu geldi. Zaten sık sık 9 yıl önceki o kötü olayı hatırlarım ki, içimi tarifsiz bir hüzün kaplar.
CAPE TOWN’DAN, ESKİŞEHİR YOLUNDA SON BULAN YAŞAM
Yıl 1 Ocak 1975... Yani yeni bir yılın ilk saatleri... Güney Afrikalı ünlü kalp cerrahı Christian Barnard, dünyada büyük yankılar yaratacak ameliyatını gerçekleştirmek üzeredir... Cape Town Schuur Hastanesi’nde hastaya ikinci kalp takılarak yaşaması sağlanacaktır. Dünyada ilk kez gerçekleşen bu operasyon başarıyla sonuçlanır, ancak olay 20 gün tüm basından saklanır. Hastanın ölüm tehlikesi ortadan kalkınca, açıklama yapılır. O anda da Cape Town dünyanın dört bir yanından gelen basın mensuplarını ağırlar.
Tıp tarihinde çığır açan bu ameliyatta bir de Türk profesör vardır. Tüm dünyanın tanıdığı ve Christian Barnard’ın takdir ettiği Kamuran Erk ismindeki bu Türk doktorunun sonraki yılları ise romanlara konu olacak kadar etkileyicidir.
Yüksek İhtisas Hastanesi Kalp Damar Cerrahisi Bölümünde ihtisas yaparken o güne kadar hazırladığı yayınların Barnard tarafından beğenilmesi, 1972 yılında Cape Town’ın kapılarının açılmasını sağlamıştı. Dünyanın en ileri kalp merkezinde kısa zamanda kendisini kabul ettirip, başarıdan başarıya koşmaya başlamıştı. Belçikalı bir meslektaşıyla araştırma laboratuarında tesadüfen geliştirdiği bir yöntem ise Barnard’ın ilgisini çekince de dünyada olay yaratacak o büyük tıp adımı atılmıştı. İkinci kalp takılarak hastanın yaşaması sağlanmıştı.
BÜYÜK DÜŞLERLE ÜLKESİNE DÖNDÜ NEŞTER YERİNE KALEM TUTTU
Aradan 5 yıl geçmiştir ki Kamuran Erk, başarılı çalışmalarına rağmen iki oğlunun yetişme ve eğitim kaygıları yüzünden Türkiye’ye dönmeye karar verir. Barnard, dönmemesi için Cape Town’da lüks bir villa, daha fazla maaş ve araba teklif eder ama Erk’i kararından geri döndüremez. Güney Afrika’dan ayrılıp Türkiye’ye dönünce, kalp üzerine çalışan Yüksek İhtisas Hastanesi’nde, öğrenip, gördüklerini uygulamak ister. Ancak boş kadro yoktur ve Hükümet Tabibi olarak işe başlamak zorunda kalır. İşin komik tarafı ise çalıştığı bir ay içinde tek bir icraatta bulunur ki, o da evlilik raporu imzalamak.
Ülkemizdeki tıp mekanizmasının atıl bıraktığı dünyaca ünlü doktorumuza o yıl Samsun’da yeni kurulacak Tıp Fakültesi’nden teklif gelir. Bu teklifi kabul eden Erk, ne yazık ki oraya gittikten sonra hayal kırıklığına uğrar. Kendisine büyük bir kalp merkezi teklif edilmiştir ama ekonomik kriz yüzünden vaat edilen teknolojik donanımların büyük bir kısmı alınmamıştır. Yılmaz ve mevcut malzemeyi değerlendirerek 1978 yılında taşrada ilk kapalı kalp ameliyatını gerçekleştirir. Bir yıl sonra da açık kalp ameliyatlarına başlar. 1992 yılında iki günlük bebeğe yaptığı açık kalp ameliyatı Türkiye’de bir rekora imza atmasını sağlar.
YOLUN KARŞISINA GEÇMEK RUS RULETİNDEN FARKSIZDI
Bu süreçte dünyayla bağlantısını hiç koparmamıştı. Sık sık yurt içi ve dışındaki konferanslara katılıp, birçok ülkedeki gelişmiş kalp merkezlerinde ziyaretçi doktor olarak görev almıştı. Dünyaca tanınmış tıp merkezinden gelen çalışma tekliflerini ise hep geri çevirmişti. Onun ideali gerek hastalara gerekse yeni yetişmekte olan tıp öğrencilerine bir şeyler aktarabilmekti. Samsun 19 Mayıs Üniversitesi’nden emekli olup, Ankara ve İstanbul’daki özel hastanelerde kalp ameliyatları yaparken de başarıları sürmüştü.
Sonuçta bu değerli tıp adamının yaşamı ölüm yolu denen Eskişehir Yolu’nda son bulmuştu. Karşıdan karşıya geçerken hızla gelen bir aracın altında kalmıştı. O gün İstanbul’da gerçekleştirdiği bir kalp ameliyatından dönmüş ve Çayyolu’ndaki evinden çıkıp bakım zamanı gelen arabasını servis istasyonuna bırakmıştı. Yolun karşısına geçip otobüsle Kızılay’a gitmeye karar verirken de durağa ulaşamadan o lanet olasıca kazaya kurban gitmişti. O zamanlar yaya geçidinin olmaması ve sisli havada bile araçların yolda süratli seyretmesi sonuçta bu elim kazayı beraberinde getirmişti.
Aradan tam 9 yıl geçmesine karşın, o yolda halen aynı tip kazalar yaşanıyor. Ne alt-üst geçitler yeterli sayıya ulaşıyor, ne yol güvenliği sağlanıyor, ne de günümüzün ihtiyaçlarını karşılayacak yasal düzenlemeler yapılıyor. Daha da önemlisi metro gibi çağdaş gereksinimleri sağlamak yerine büyük şehir belediyesi masallar okumaya devam ediyor.
Yazının Devamını Oku 8 Kasım 2009
Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, şehrin dört bir tarafını “2009 Avrupa Ödülü”nü Ankara’nın kazandığını belirten afişlerle donatmıştı. Ayrıca parmağını havaya kaldırıp, gözümüze sokarcasına, “Ankara kentinle gurur duy” sloganını beyinlerimize kazımaya çalışmıştı. Sonrası malum, kürsüde şovlar, televizyonda programlar, gazete sütunlarında bin bir çeşit öyküler... Benim gibi birçok Başkentli ise bir Ankara’daki belediye icraatlarına, bir de empoze edilen enformasyona bakıp, ikileme düşmüştü. Hatta yaklaşık bir ay önceki yazımda “Ya Başkentteki çağdaş gelişmeyi gözümüz seçmiyor, ya da ödüle layık gören Avrupalı parlamenterlerin yolu Ankara’dan geçmiyor” diyerek bu tezadı aktarmıştım. Sonra da gündemin yoğunluğuna kendimi kaptırıp, işin aslını astarını araştırmayı ihmal etmiştim. Neyse ki konu tekrar aklıma geldi ve “Benim de parmağım var” diyerek bilgisayarımın klavyelerine dokunmaya başladım. İlk iş olarak da Avrupa Parlamentosu’nun internet sitesine girdim ki, işin aslı astarı ortaya çıktı Tavsiye ederim, siz de “http://www.coe.int/DefaultEN.asp” adresine girin ve bu ödülün ne için Ankara’ya verildiğini iyi anlayın. Giremeyenler için işte bu ödül konusunun kısa bir özeti:
“2009 Avrupa Ödülü, Türkiye şehirlerinden Ankara’ya verildi. Bu karar, Avrupa Konseyi Parlamenter Toplantısı’nda Çevre, Tarım ve Yerel ile Bölgesel İşler Komitesi’nin oy birliği ile alındı. Dünyada yaptığı 40 eşleştirme projesiyle Ankara çok sıkı bir ağ oluşturdu ve her yıl kültür günleri düzenleyerek kültürel ilişkilerin gelişmesine büyük katkıda bulundu. Düzenlemiş olduğu uluslararası konferanslar sayesinde şehir, insanlar arasında dostluk ve anlayışın gelişmesine katkıda bulundu. 2001 yılında Onur Bayrağı ve 2003 yılında Onur Plaketi alan Ankara, bu ödüle İstanbul ve Bursa’nın ardından ulaşan üçüncü şehir”.
HEYKELE TÜKÜRMENİN ÖDÜLE KATKISI VAR MI?
Gördüğünüz gibi kentin imarına ve yatırımlarına yönelik bir ödül değil. Sadece kültürel köprüden ve birkaç konferans düzenlemesinden dolayı verilen bir ödül. Eh, kültürel yönden de Melih Bey’in başta heykele tükürmek ya da boyamak eylemi olmak üzere icraatlarını bir hatırlayın! Söylenecek fazla bir söze gerek yok. Hepimiz başta büyük önder Atatürk’e ve kader arkadaşlarına teşekkür etmeliyiz ki, yoktan var ettikleri Ankara’da Melih Gökçek’in bile tüketmeye gücünün yetmediği bir kültürel miras bırakmışlar. Her ne kadar bu mirası yok etmeye çalışsalar da, kalan kırıntılar bile ödül almaya yetiyor. Kısacası Avrupa Parlamentosu gıda ve kömür yardımlarına, yola, alt üst geçitlere, atıl duran su borularına ödül filan vermiyor.
MELİNA MERCOURİ’NİN AÇTIĞI YOL İSTANBUL’A ULAŞTI
Gelelim Avrupalıların verdiği başka bir imtiyaza. Tarih 13 Haziran 1985 yılını gösterdiğinde dönemin Yunanistan Kültür Bakanı Melina Mercouri, ortaya çok önemli bir fikir atar. Avrupa Birliği Bakanlar Konseyi ise bunu projelendirip, uygulamaya sokar. Avrupa Birliği, ardından da periyodik olarak her yıl belirlediği kent ya da kentlere “Avrupa Kültür Kenti” unvanını vermeye başlar. Bu unvanı verirken de Avrupa kültürünü yansıtan, değer katan ve katkı sağlayan kentleri seçer.
Bu unvanı 1985 yılında ilk alan kent de Atina olur. Atina Avrupa Kültür Kenti seçilmesinin ardından bir cazibe merkezi haline gelir. 1985’ten 1999 yılına kadar da Avrupa Birliği’ne üye olan ülkelerin kentlerinden biri Avrupa Kültür Kenti olarak seçilir. 1999 yılına gelindiğin de ise “Avrupa Kültür Kenti” unvanı, “Avrupa Kültür Başkenti” olarak değiştirilir. Aynı yıl alınan başka bir karar ile 2000 yılından itibaren Avrupa Kültür Başkenti unvanı hem birden fazla kente, hem de AB’ye aday olan ya da olmayan Avrupa ülkelerinin kentlerine verilmeye başlanır.
1999’da alınan bu karardan sonra bir grup sivil toplum kuruluşu İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti olması için kolları sıvar ve gerek yerel yönetimin, gerekse merkezi hükümetin desteğini alarak başvuruda bulunur. Avrupa Parlamentosu’nun görüşü ve Avrupa Birliği Kültür Bakanları Konseyi’nin 13 Kasım 2006 günü verdiği kararla da, İstanbul, Macaristan’ın Pesc ve Almanya’nın Essen kentleriyle birlikte 2010 yılında Kültür Başkenti ilan edilir. Bu başlangıçla beraber üç ülkede de hummalı bir hazırlık süreci başlar. Zira Kültür Başkenti ilan edilen şehirlerini 2010 yılına hazırlamak için önlerinde 4 yıl gibi bir zaman vardır.
BİZ LAFLA ALMANLAR ŞEVKLE PROJEYİ YÜRÜTÜYOR
İşte bu aşamada da üç kent arasındaki farklar gözler önüne serilmeye başlandı. Almanlar, Essen’le yetinmeyip, projeye tüm Ruhr Bölgesi’ni dahil ederken, hazırlıklarını hemen hemen tamamladılar. Küçük bir kasabadan farksız olan Macaristan’daki Pesc kenti ise fazla bir yatırıma girmeden tüm eksiklerini gidermeye çalışıyor ama kentin bir ucundan diğerine bisikletle gidebileceğinizi düşünürseniz, kapasiteleri oranında hareket ediyorlar. Peki, ya İstanbul? Bu sorunun yanıtını, geçenlerde bir grup meslektaşımla Alman hükümetinin daveti üzerine gerçekleştirdiğimiz Almanya seyahatinde aldık. Tabii dönüşte de İstanbul’da yürütülen çalışmalara göz gezdirerek.
60 KİLOMETRELİK OTOYOLA 60 BİN MASA
Ülkelerin anlayış ve felsefe farkı eşdeğer projelerde belirgin şekilde ortaya çıkıyor. Örneğin Macarlar: Kültür kenti etkinlikleri için siyasi müdahalelerle boğuşuyorlar; istenen hıza ulaşamadıkları anlatılıyor. İstanbul ise bir yandan kadro değişikliği ile tekliyor diğer yandan şehre güzellikler kazandıracak adımlardan ziyade “atalardan kalma hazır değerlerin satışını” aşamayan bir çabaya gömülüyor. Peki ya Almanlar? Berlin’de temaslarımız sırasında gördük ki, Almanlar, kültür başkentini festival gibi ele almıyor. Bir kentin, bir bölgenin geleceğinin, imajının değiştirilmesi olarak bakıyor. Bu bölgenin demografik açıdan geri kalmışlığını gidermeye çalışıyor.
Ruhr Havzası, 5.3 milyon nüfusu ile 53 kenti çok merkezli metropol olarak ön plana çıkaran hazırlıklarını tamamlıyor. Eski sanayi alanları, maden ocakları gibi yapılar müze ve tiyatro salonlarına dönüştürülüyor. 180’den fazla sit alanı kültür merkezine çevriliyor. Ayrıca birbirinden çarpıcı etkinliklere imza atmayı da planlıyorlar. Örneğin, programlarında önemli bir otoyolun 60 kilometrelik bölümünde 60 bin masa kurulması var. Toplumun tüm kesimleri otoyoldaki bu şölende ürünlerini sergileyebilecek. Burada konserler verilecek, tiyatro eserleri sahnelenecek. Eskiden maden ocağı olan şimdi yeşil alana dönüştürülen yüzlerce noktada Mayıs 2010’da sarı renk dev balonlar uçurularak geçmiş anımsatılacak. İlköğretim çağındaki her çocuğa bir çalgı aleti hediye edilmesi ve bir yıl boyunca ücretsiz kurs verilmesi ise yapılanlara iyi bir örnek.
BİZİM PROJELERİN ÇOĞU LAFTAN ÖTEYE GİDEMEDİ
Örneklerden de anlaşılacağı gibi Avrupalı bakış açısı Alman disiplini ile birleşince Almanya’nın verilen ödevi bir an önce yerine getirme gayreti içinde olduğu görülüyor. Bizde ise 2006 yılında alınan kararla İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti olacağı kesinleşince şehrin kültürel yapısını değiştirecek dev projeler konuşulmaya başlandı. 2006 yılında başlayan bu süreçte geldiğimiz nokta ise bu projelerin sadece konuşma aşamasında kaldığını gösteriyor. Hatırlatmak gerekirse; Sultanahmet, Beyoğlu, Zeyrek ve Fener tarihi dönüm projeleri, AKM’nin restorasyonu, U2 ve REM gibi dünyaca ünlü isimlerin konserleri bu projelerden bazılarıydı. 2010 yılına 2 aydan kısa bir süre kala birkaç konser ve Europa Race yelken yarışından başka hiçbir gelişme yaşanmaması İstanbul’un diğer adaylar arasında ne kadar geride kaldığını gösteriyor.
Örneklerden de anlaşılacağı üzere, İstanbul olarak elindeki binlerce yıllık birikimi bile güzelce paketleyip sunamazken, Almanlar yaptıkları yatırımla bölgelerine yeni bir destinasyon kazandırma peşinde. Sözün özü, İstanbul’un da Ankara’dan pek bir farkı yok.
Yazının Devamını Oku 31 Ekim 2009
Yıllarca görev yaptığı Kayseri’den gelip, geçen Haziran ayında Ankara Emniyet Müdürlüğü koltuğuna oturan Orhan Özdemir’in icraatlarını ilgiyle takip ediyorum. İşe kurum içi temizlikle başlamıştı. İlk etapta da obezite sınırına dayanan göbekli polislerin boy ve kilolarını tespit edip, memuriyette aranan ideal ölçülerden 15 kilo fazla olmamaları için spor salonuna yollamıştı. Gerçi biraz daha beklese düşük maaşları ve yoğun çalışma saatlerinden dolayı tüm memurlar bir deri bir kemik kalacak ya, neyse... Rüşvet, görevi kötüye kullanma gibi alışk anlıkları olanlara ise suçüstü yapmaktan çekinmemişti. Kötü koktuğu için emniyet mensuplarına sucuk, soğan, sarmısak yemeği yasakladığı gibi saç, sakal ve ütüsüz kıyafetle dolaşanlara da kafayı takmıştı. En önemlisi de gerek yönetim, gerekse alt kadrolarda büyük bir değişime gidip, kentin trafiğini denetleyen ekiplere takviye olarak asayiş ve karakol polislerini de görevlendirmişti. Doğrusu bu uygulamaları birçok Başkentli gibi benim de çok hoşuma gitmişti.
Ankara Emniyeti’ndeki bu değişim, kendini kentin sosyal yaşamında da göstermeye başladı. Şimdi görevinin gereklerini yerine getiren, bakımlı, temiz giyimli, ciddi ama o oranda da güler yüzlü polisler halkın karşısına çıkıyor. Gerçi kat edilmesi gereken daha çok yol var ama böylesine bir başlangıç bile Türkiye’nin başkentinde önemli bir değişimin başladığını gösteriyor. Çiçeği burnunda Emniyet Müdürü Özdemir’in gücünü hissettirdiği en önemli gelişim ise şehrin trafiğinde yaşanıyor. Bir yandan elinde makbuzla gezinen polisler, diğer yanda vızır vızır işleyen çekici araçları kurallara uymamakta direnenlere ceza yağdırıyor. İnanın şu sıralar makbuzlar araba plakalarıyla, otoparklar ise çekicilerin getirdiği araçlarla dolu. Çevre yolları ise şehre giremeyen ağır tonajlı kamyon, TIR gibi yük araçlarıyla...
BAŞKENTLİLERİ ŞAŞKINA ÇEVİREN TUHAF İCRAATLAR
Her şey güzel gidecek, kente kurallar tekrar egemen olacak derken, bir de baktık ki, son icraatlar işin tadını tuzunu kaçırmaya başladı. MOBESE kameralarının tespit ettikleri bir kenara, önüne gelene trafik cezası yazılması, yolun durumuna bakmadan hız limiti cezasının katı bir şekilde uygulanması, yeme, içme ve eğlenceye yönelik bazı özel caddelerin taciz edercesine denetime tabi tutulması insanları canından bezdirdi. Son günlerde yol güzergâhınızdaki polisleri şöyle bir süzün; Hepsi bir elinde kalem, diğer elinde makbuz duranın da, gidenin de ardından plakalarını yazıyor. Sonra da bu yazılanlar ceza olarak sürücünün kaydına işleniyor. Eğer aracınız parka çekilmediyse size emniyetteki kaydınızı sık sık incelemek düşüyor. Zira haberiniz olmadan yazılan bir trafik cezasını bildirim yapılmadığı için gecikme faizleriyle birlikte kat ve kat fazla ödeyip, finansal sıkıntıya düşebilirsiniz.
Yeni emniyet müdürünün en hassas olduğu konulardan biri de hız limitlerinin aşılması ki, uygulamadaki bir yanlışlıkta burada kendini gösteriyor. Üç, hatta dört şeritli yolda 50 kilometre hız sınırına uysan bir türlü, uymasan bir türlü... Şehir içinde kalan ve sürekli akışı olan Eşkişehir, İstanbul, Esenboğa, Konya yolu gibi arterlerde hız limitleri dâhilinde git gidebilirsen. İnanın bu yollarda 50 kilometre hızla araç sürmek daha büyük tehlike. Çünkü kamyon, otobüs gibi ağır tonajlı araçlar 80-90 kilometre hıza ulaşsanız bile sizi sollamak için çaba sarf ediyor. Diyeceğim O ki, şehirlerarası otoyoldan farksız bu güzergâhlarda 50 kilometre hız sınırı getirmek, üstüne üstlük ceza yazmak abesle iştigalden başka bir şey değil.
34 YIL SONRA POLİS ENGELİNE TAKILDI
Medyadan takip etmişsinizdir; Bir alışveriş merkezinden start alacak ralli araçlarına trafik polisleri ehliyet, ruhsat sordu. Dahası araçları parka çekip, yediemine teslim etti. Belki de dünyada eşi emsali görülmemiş bu olay tam bir trajikomik hikâyeydi. Herkesin gözünden kaçan ayrıntılarıyla bu olaya değineyim de, kararı siz verin.
Türkiye Otomobil Sporları Federasyonu her yıl 50’nin üzerinde müsabaka düzenler ki, bunlardan 7 tanesi rallidir. O gün polisin engellediği Hitit Rallisi, Türkiye Ralli Şampiyonası’na dâhil yedi yarıştan biriydi. Ülkemizin ikinci en eski bu yarışında otomobiller, şehir içindeki alışveriş merkezinden start alıp, standart araçlar gibi tüm trafik kurallarına riayet ederek şehir dışına çıkacaklardı. Daha sonra da sürat yapılan özel etaplarına ulaşıp, yarışacaklardı. Tıpkı 34 yıldan beri gerçekleşen diğer yarışlar gibi. Benim hatırladığım, daha önceki yıllar da araçlar altı kez Sheraton, üç kez Hilton, beş kez Bilkent Oteli’nin önünden start almıştı. Ayrıca üç kez Sıhhiye, iki kez de Tandoğan Meydanı’ndan yarışa başlanmıştı. Yine dün gibi hatırlıyorum, trafik polisleri bu startlar sonrası tüm kavşak ve önemli noktalarda önlem alıp, rallilerin akışına yardımcı olmuşlardı. Bir keresinde de zamanın Cumhurbaşkanı rahmetli Turgut Özal, elindeki bayrağı sallayarak yarışın startını vermişti.
DAĞI BAYIRI MESKEN TUTAN RALLİCİLER İÇİN DE DEMOKRATİK AÇILIM
Neyse gelelim son start gününe... Trafik polisleri, o gün böyle bir organizasyon için izin yok diyerek, yedinci sıradaki araba çıkış yaparken yarışı durdurdu. Ankara Otomobil Sporları Kulübü başkan ve üyeleri ellerindeki valilik iznini gösterince, bu kez Emniyet’in izni olmadığını söylediler. İşte burada da benim aklım karıştı. Bir şehirde en büyük mülki amir kimdir? Vali mi, yoksa Emniyet Müdürü mü? Tabi ki vali... O halde trafik polisleri bu izni neden geçerli saymadılar?
Biz tekrar o güne geri dönelim... İzin olayından tutturamayan trafik polisleri bu kez araçların modifiye edilmesine, üzerindeki yazılara ve filmle kaplanan camlarına taktılar. Bu bahaneleri de tam bir komediydi. Siz hiç modifiyesiz yarış arabası görüp, duydunuz mu? Gördüm diyorsanız, zaten O’na ralli arabası denmez. Bilmeyenleriniz için anlatayım, ralli araçları federasyon tarafından belirlenen normlarda modifiye edilirler ki, çoğu malzeme güvenlik amacı ile uzay ve savunma sanayinde kullanılıyor. İnanın, yangın tehlikesine karşı otomatik yangın söndürme sistemleri olduğunu, yarışlardan önce tüm parçaların elden geçirildiğini tek tek yazsam bu köşe yeterli olmayacak. Filmli cam olayına gelirsek... Kırılma esnasında cam parçalarının sürücüye zarar vermemesi için koruma amaçlı takılan filmler tüm dünyada ralli araçları için mecburi...
RAKİPLERİN ELİNE KOZ VERİLİYOR
Sonuçta o gün trafik polisleri ralli araçlarını engellemek için elinden geleni yaparken, cezalar kesildi ve tüm araçlar parka çekilerek yediemine teslim edildi. O anda da aklıma üç yıldan beri yapılan ve Dünya Ralli Şampiyonası’nın dokuz yarışından biri olan “Antalya Rallisi” geldi. Türkiye Otomobil Sporları Federasyonu bu yarışı başka ülkelere kaptırmamak için var gücü ile çalışırken, bizim Ankara Emniyeti ülkemizin rakiplerine çok güzel bir koz veriyordu. Adamlar yaşananları fıkra olarak kabul etmezse Türkiye’nin tanıtımına büyük katkısı bu organizasyon elimizden uçup gidebilir.
Bir hatırlatma daha yapayım, Mardin Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü Kulübü tarafından organize edilen 2. Mezopotamya Rallisi Mardin’de yapıldı ve 31 ekip start aldı. Bence ya oranın emniyet müdürü ve trafik polisleri uyudu, ya yarış “Demokratik Açılım” kapsamında değerlendirilip, araçlar nasılsa dağdan bayırdan inecek diye ses çıkarılmadı, ya da Mardin Emniyet Müdürü Mardin valisine rağmen yetkisini kullanamadı.
ÇAĞDAŞ VE POPÜLER CADDELER BAZILARINI RAHATSIZ MI EDİYOR?
Gelelim Ankara Emniyet Müdürü’nün bir başka uygulamasına. Son zamanlarda dikkat ediyorum, Filistin Caddesi, Park Caddesi, Bahçelievler 7. Cadde gibi yeme, içme ve eğlence mekânlarının çok olduğu yerlerde sürükle polis baskını yapılıyor. Kafe ve restoranlar başta olmak üzere tüm işletmeler polis tarafından didik didik aranıyor, müşterileri kimlik kontrolüne tabi tutuluyor. Trafik ekipleri ise bu caddeleri mesken tutup, park cezaları yazıyor, aralıksız alkol kontrolü gerçekleştiriyor. Elbette ki bu tür uygulamalar yapılmalı, özellikle alkollü sürücülerin yakasına yapışılmalı. Ben aramalara, kontrollere karşı değilim ama bu denetimler sadece belli bölgelerde ve sık sık yapılınca “Acaba çağdaş yüzleriyle popüler caddeler bazılarını rahatsız mı ediyor?” diye altında başka şeyler aramaya başladım. Sonra da düşüncelerimi iyimser bir tahmine yönelttim. İçimden, 6,5 yıl Kayseri’de görev yapan Sayın Özdemir’in bu kentin kendine has dingin havasına çok alıştığını, Ankara’yı biraz fazla hareketli bulduğunu geçirdim.
Bitmedi, bir konu daha var. Pasta, çörek gibi ürünleri de mönüsünde bulunduran kafelerde oturan 18 yaş altındaki gençler toplanıp, aileleri gelince serbest bırakılıyor. Neymiş efendim, bu mekânlarda içki satışı da yapılıyormuş. O zaman hiçbir alışveriş merkezine, marketlere 18 yaşından küçük çocuklar alınmasın. Zira reyonlarında un, pirinç, zeytinyağı gibi her çeşit gıda ürünün yanında içki ve sigara gibi zararlı maddelerde var.
Yazının Devamını Oku 25 Ekim 2009
Geçenlerde, Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, medya mensuplarını çevresine topladı ve müjdeli haberi verdi: “Altınızı oydum...
Hükümet destek verirse 1,5 yıl sonra sizi yerin altında taşıyacağım!” Aşağı yukarı bu anlama gelen sözleri de benim gibi tüm Başkentlileri pek sevindirdi. Eh ne de olsa 16 yıldır böylesine bir müjdeli haberi bekliyorduk. Benzer cümleyi en son Murat Karayalçın’dan duymuş ve Türkiye’nin gelişmiş ilk metrosu ile raylı sistemi faaliyete geçmişti. Sonrası ise malum; Ankara’nın bir çok ana arterinde metro çalışması başlamış ama çukurlar, tüneller kazıldığıyla kalmıştı. Yıllardır da ne bir ray döşeniyordu, ne de vagon siparişi veriliyordu.
İşte o gün Gökçek, Kızılay- Söğütözü arasındaki 4,5 kilometrelik tünel işinin sonlandığı müjdesini verdi. Ayrıca metronun faaliyete geçebileceği tarihi de. Yalnız, bir şartı vardı. O da, ne alakası varsa, Enerji Bakanlığı’nın işin geri kalan parası 1,2 milyar doları üstlenmesi. Belediyenin internet sitesinde halen duran bu açıklamasını sonra düzeltip, “Yanlışlıkla Ulaştırma Bakanlığı diyeceğime Enerji Bakanlığı’nı telaffuz ettim” dese de, ihaleyi hükümete yıkmak istiyordu. Bu sözüyle beraber bir anda hevesim kursağımda kaldı. Zira 29 Mart seçimlerinden önce ve sonra söylenenler aklıma geliverdi.
Ankara’daki metro çalışmalarında bir arpa boyu yol gidemeyen Gökçek’in seyir defterine göz gezdiren Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 29 Mart seçimlerinden önce bu durumun farkına varıp, oy kaybını önlemek için metronun Ulaştırma Bakanlığı tarafından tamamlanacağını söylemişti. Doğrusu bu sözler de, Melih Gökçek’in seçimleri kazanması için önemli bir vaat olmuştu. Ancak Gökçek, tekrar koltuğa oturunca vaatler rafa kalkmış ve Türkiye Büyük Millet Meclis’indeki komisyon görüşmelerinde metronun Ulaştırma Bakanlığı tarafından yapılmasını da öngören kanun çıkarılmamıştı. Melih Bey de, “Bizim belediyenin kendi imkânlarıyla bunu yapma şansı yok” diyerek, işi inşallaha maşallaha bırakmıştı.
TÜNELİN UCU GİBİ PARANIN UCU DA GÖRÜNSE!
Aslında Kızılay- Söğütözü tünelinin tamamlanmasında değişen bir şey yoktu. Zira bir metro projesi için en az maliyetli işin tünel kazmak olduğunu, esas paranın içindeki hatlar, elektromekanik düzenek ve vagonlara gittiğini herkes biliyordu. Madem hükümet de bu konuyu duymazlıktan geliyorsa, Gökçek’in müjdeli haber verir gibi şov yapması nedendi? Cevabı çok basit: “Bu işi benim yapmam imkânsız… Bakanlık, bir el atsa da Ankaralılara karşı mahçup çıkmasam.”
Ancak benim esas değinmek istediğim konu, Melih Bey’in 4,5 kilometrelik yolu tamamlamak için bakanlıktan 1,2 milyar dolar para istemesiydi. Hâlbuki belediyenin borçları için kendinden önceki yönetimi nasıl suçluyordu? Bu borç, Karayalçın’ın metro ve hafif raylı sistem için yaptığı anlaşmalardan dolayı sırtımıza 1 milyar dolar olarak yüklendi. Kimsenin aklına da Karayalçın döneminde imzalanan her iki projenin hat uzunluğu ve maliyet hesapları gelmiyordu. Kentin doğu ve batı yakasını birbirine bağlayan Hafif Raylı Taşım Sistemi 1996 yılında tamamlandığında 8,7 kilometrelik güzergâhı ve 11 tane istasyonu vardı. Yapımına 1 Nisan 1993 yalında başlanan Ankara Metrosu ise 1997 tarihinde işletmeye açılırken 14,6 kilometre uzunlukta çift hatlı ağır raylı sistemden ve 12 yolcu istasyonuyla bir depodan oluşuyordu. Melih Bey’in dediğine göre de bu iki iş için harcanan para belediyenin sırtına 1 milyar dolarlık bir yük getiriyordu. Gerçi, Karayalçın’a projelendirmek, finansman sağlamak ve inşaata başlamak, buna karşın Gökçek’e de hazırdaki parayı harcamak ve kurdele kesmek nasip olmuştu, ama neyse!..
YA HESAP BİLMİYOR YA DA GÖZÜ RAKAMLARI SEÇMİYOR
Yazının Devamını Oku 18 Ekim 2009
Türk dış politikasının geldiği noktayı ve dünyada yarattığı yankıları öğrenmek için birkaç dostumla beraber yabancı kanallardaki haberleri izliyoruz. Tam bu esnada spiker yeni bir habere geçip, parlamentoda uyuyan İngiliz siyasetçilerinin görüntüleri üzerine yorumlar yapmaya başlıyor. O anda da aklıma eski Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç geliyor. Bildiğiniz üzere kendisi uyuklamasıyla ün kazanan bir bakanımızdı. Aslında kendisi günah keçisi seçilirken Türk siyasi hayatı uyuyan başbakan, bakanlar ve milletvekilleri ile doluydu. Şimdiye kadar o kadar çok kişi, olmaması gereken yerde uyumuştu ki, bu halleriyle bir komedi filminin aktörleri olup çıkmışlardı. Siyasi hayatımız ayakta uyuyanlar, Genel Kurul da uyuyanlar, Meclis koltuklarında uyuyanlar, bir gözü açık uyuyanlar, şekerleme yapanlar, tilki bayıltması yapanlar, önüne koruma duvarı ördürenlerle doluydu. Üşenmedim, arşivlere şöyle bir dalıp, kişi ve olayları hatırladım. Tabii meslektaşım Recep Tanıtkan’ın benimle birlikte Tempo Dergisi’nde çalışırken derlediği bilgilerin ışığında.
ÖZAL’IN PARMAK ISIRTAN UYKU YÖNTEMİ
Sabahın erken saatlerinde Anıtkabir’de yapılan törenlerde ayakta uyuyanların başında MHP lideri Rahmetli Alpaslan Türkeş geliyordu. Bu törenlere herkesten önce gelir ama uykulu bakan gözlerine bir türlü engel olamazdı. Çeşitli kuruluşların toplantılarına katılan siyasilerin birçoğu uzun konuşmalar yüzünden uyumaya başlarlardı. ANAP döneminin bakanları en çok ve en çabuk uyku moduna geçen siyasilerdi. Turgut Özal’ın hem Başbakanlığı, hem Cumhurbaşkanlığı döneminde çaktırmadan uyuma yöntemi parmak ısırtacak cinstendi. Hiç unutmam, yorgun olduğu toplantılarda siyah gözlüğünü takar, eline bir dosya alır ve okur gibi yapardı. Bazen de korumalar etrafında duvar örer, çevresiyle irtibatını keserdi.
Özal’ın Bakanları ise Meclis Genel kurulu’nda uyurken gazetecilere yakalanmasıyla ünlüydü. Dün gibi aklımda, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliğinin genel kurulunda Özal’la yan yana oturan iki bakanı Işın Çelebi ile Kamran İnan güzel bir uyuma pozu vermişlerdi.
Necmettin Erbakan da uyuyan liderler içinde ilk beşe girebilecek üne sahipti. Erbakan, tek gözü açık uyurdu. Kimse onun uyuduğunun farkına bile varmazdı. Ama kurmaylarından Ahmet Tekdal, uykusu geldin mi liderinin yanında bile mışıl mışıl uyumaktan geri kalmazdı.
BABADAN TİLKİ BAYILTMASI
Süleyman Demirel ne kadar yorgun olursa olsun uyumamak için kendini tutardı. Ama bazı zamanlarda da yorgunluğun pençesine düşer, göz kapaklarına söz geçiremezdi. Uyumaya başladığı anda da hemen kurmayları devreye girer, ikaz ederdi. Meclisteki bir oylamada uyuyan Demirel, gözleri kapalı bir vaziyette oylamaya katılıp elini havaya kaldırmıştı. Bu da uykunun halk dilinde “Tilki Bayıltması” denilen şekliydi.
Meclis salonunun en arka sıralarındaki koltuklar ise uyumak isteyen milletvekillerinin favorisiydi. Bazen oturumlar uzadıkça, milletvekilleri ön sıralardan arka sıralara doğru yönelir, oturduğu koltukta aşağı doğru kaykılarak trans haline geçerdi. Hatta aralarında horlayarak uyuyanlar bile olurdu. Bir keresinde Meclis Başkan Vekili olarak oturumu yöneten Murat Sökmenoğlu, arka sıralarda horlamaktan bile çekinmeyen milletvekillerini, “ Uyumayalım sayın milletvekilleri” diye uyarmak zorunda kalmıştı. Bu arada Meclis oturumuna ara verildiği zaman içeride uyumaya devam eden milletvekillerine sıkça rastlanırdı.
Rahmetli Bülent Ecevit yurt içi seçim gezilerini otobüsle yapardı. Bu geziler sırasında yorgun düşünce otobüste başını Rahşan Hanım’ın omzuna koyar, öylece dalar giderdi. Ama o dönem gazeteciler fotoğrafını çekmek için Ecevit’in başında beklemezdi. Zira gezide yorgun düşen gazeteciler de bunu fırsat bilip, tam siper uykuya dalardı.
Daha eskilere gidersek, İsmet İnönü öğlenleri yaptığı yarım saatlik şekerlemeleriyle ünlüydü. Bu kısa molalar sayesinde, günün geri kalan saatlerinde zinde kalmayı başarırdı. İşin ilginç tarafına bakın ki, armut dibine düşer misali, Rahmetli Erdal İnönü’de babası gibi öğlen şekerlemesine bayılırdı. Ama babasının aksine uyuduğunu kimseye belli etmezdi.
BU MECLİSTE KİMLER UYUMADI Kİ
Mecliste bakanlar kurulu sıralarında uyuyan birçok bakana da tanık olmuştuk ki, halen tanık olmaya devam ediyoruz. AKP’nin uyuyan eski ve yeni bakanları arasında Zeki Ergezen, Erkan Mumcu, Mehmet Aydın, Osman Pepe, Vecdi Gönül, Beşir Atalay aklıma gelen ilk isimler. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ise yoğun dış temaslardan olacak, Dışişleri Bakanlığı yaptığı dönem de birkaç kez şekerlemesine tanık olmuştum. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı ise ilk 2006 yılında Konya’da Şeb-i Arus törenlerinde uyuklarken görmüştüm. Sema gösterisi sırasında Eşi Emine Erdoğan ile birlikte, günün yorgunluğuna daha fazla dayanamayarak koltuklarda uyuklamışlardı. Daha sonra da Tuzla’daki Deniz Harp Okulunda düzenlenen törende gündemdeki yoğunluktan ve Ramazan ayındaki oruçtan dolayısıyla göz kapaklarına hakim olamamıştı.
UYANINCA ŞOFÖRÜ GÖREMEDİ PANİGE KAPILDI
Meslektaşım Recep Tanıktan birkaç anısını anlatmıştı. Turgut Özal, Başbakanlığı döneminde yine bir seçim gezisi için Karadeniz yollarına düşer. Otobüsle bir ilçe girişinde kendisi için kurbanlar kesilir. Kan’ı da Özal’ın anlına sürülür. Daha sonra da şoförün yanında bulunan hostes koltuğuna oturarak yola devam eder. O esnada şoförün hemen arkasındaki koltukta başını iki eli arasına alarak uyuyan Mesut Yılmaz vardır. Yılmaz, bir ara uyanır, ileriye doğru bakar ve şoförü direksiyon başında göremez. Hemen can havliyle “şoför yok” diye bağırmaya başlar. O anda da tüm otobüste bir kahkaha tufanı kopar. Aslında şoför yerinde oturuyordur ama bir eliyle direksiyonu alttan tutarken, diğer eliyle de kolonyalı mendil yardımıyla hostes koltuğunda oturan Özal’a doğru eğilerek alnındaki kurban kanını siliyordur. Sonuçta Özal’a dönen Mesut Bey, biraz sinirli bir şekilde: “Aracı durdurun ineceğim” der ve inerek yola da başka bir araçta devam eder.
BAKANLAR ÜZERİNE OYNANAN UYKU KUMARI
Ankara’da TOBB’un bir genel kurul gerçekleşirken Çelik-İş Sendikası Başkanı ile Ankara Esnaf ve Sanatkârlar Odası Başkanı aralarında iddiaya girer. Gelen konuk bakanlardan hangisi daha çabuk gözlerini kapatıp uyumaya başlayacaktır! İddiaya tutuşan İki başkan, yanlarındaki dostlarının tanıklığında favori bakanlarını söylerler. Bu arada kaybeden diğerine 100 TL verecek ve listeledikleri her bir isim için bu miktar katlanarak sürecektir. İlk uyuyan bakan, Çelik-iş Başkanının tuttuğu Işın Çelebi olur. O sıralar Bakan bir yurt dışı seyahatinden yeni dönmüştür. Listenin diğer isimlerinden uyuklama görüntüleri geldikçe kazanılan para bir yükselir, bir alçalır. Sonuçta da uyuyanlar kervanına katılan Devlet Bakanı Karman İnan, son noktayı koyar. Kazanılan miktar 200 TL’dir.
MECLİS GENEL KURULUNDAKİ TELEFONLA UYANDIRMA SERVİSİ
Eski bakanlardan rahmetli Mükerrem Taşçıoğlu, uzun bir yurtdışı seyahatinden yeni dönmüştür. Ülkeler arasındaki saat farklılığı onu sağlık açısından çok etkilemiştir. Geldiği gün Meclis Genel Kurulu’nda önemli görüşmeler vardır ve katılması kaçınılmaz olmuştur. Bitkin durumdaki Bakan, basın müşavirine sıkı sıkıya tembihte bulunur: “Çok yorgun ve uykusuzum. Eğer uyuduğumu görürsen telefonumu çaldır”. Bu komutu alan basın müşaviri biraz uzakta oturarak bakanını takip etmeye başlar. Henüz 10 dakika geçmemiştir ki Mükerrem Bey’in başı öne düşer. Doğal olarak telefona sarılır ve çaldırmaya başlar. Bakan hemen kendine gelip, kaykıldığı yerden doğrulur ve oturumu izlemeye devam eder. Ancak aradan 3 dakika geçmiştir ki, aynı görüntüler tekrarlanır ve yine telefon sesi imdada yetişir. Bu telefon aramaları sıklaşınca, devreye bu kez Meclis Başkanı girer ve bakanlar kurulu üyelerine ayrılan sıraya dönerek,“Sayın bakanlar lütfen telefonlarınızı kapatın ya da sessiz konuma getirin.” anonsunu yapar.
Yazının Devamını Oku 11 Ekim 2009
Uzun süredir Ankara’da böylesine hoş bir davet gerçekleşmemişti. Big Chefs’in sahibesi Gamze Cizreli’nin ev sahipliğindeki etkinlikte Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Koç’un eşi Caroline Koç ile ortağı Banu Yentürk piyasaya sürdükleri yeni kahve markasını tanıttılar. Beni ilgilendiren kısmı ise ne kahve, ne de davet merakımdı. Sadece uzun zamandan beri birlikte görmediğim insanlarla bir arada olma isteğimdi. Etkinlik saat 16 ile 18 arasında olmasına rağmen katılım umulanın üzerindeydi. Ancak daha güzel olanı, toplumun her sosyal kesiminden insanın davette hazır bulunmasıydı. Örneğin, Ak Parti Genel Başkan Yardımcısı Abdülkadir Aksu’da oradaydı, Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün’de, İsmet İnönü’nün kızı Özden Toker’de. Japonya’nın Ankara Büyükelçisi Nobuaki Tanaka ile İtalya Sefiresi Selva Marsili gibi diplomatik isimler de. Başkent cemiyet ve iş yaşamının önde gelenleri ise onlardan önce yerlerini almıştı.
Yeri gelmişken Abdülkadir Aksu için bir parantez açayım. Zaman zaman “Keşke tüm Ak Partililer onun gibi olsa” diye iç geçiririm. Beş vakit namazını kılıp, alkolden uzak durur ama tüm sosyal aktivitelere de katılmaktan geri kalmaz. Dinini bireysel yaşarken ne kimsenin yaşam tarzına karışır, ne de kendisi gibi düşünmeyenlerle arasına set çeker. Dudaklarından hiç eksik olmayan o tebessümüyle herkesle muhabbet eder. Çok kutsal saydığı aile değerlerine zarar vermeden, sosyal hayatın içinde yerine göre davranmasını da iyi bilir. O gün de Big Chefs’deki davette de çevresinde bulunan insanların her selamına, her sorusuna sıkılmadan yanıt verdi ve sıcak diyaloglardan kaçınmadı. Keza bu davette yer alamayan Devlet Bakanı Zafer Çağlayan için de aynı şeyleri söyleyebilirim.
Kahve bahane ortaya çıkan görüntü şahane
Neyse, biz davete geri dönelim. Ortağı ve yakın arkadaşı Banu Yentür ile birlikte konukları kapıda karşılayan Caroline Koç, yeni ürünleri olan Türk kahvesi hakkında tüm davetliler gibi beni de bilgilendirdi. Kısaca kendine özgü, Osmanlı saray terbiyesi almış bir Avrupalı Türk titizliği ile Türk kahvesini dünyada hak ettiği yere taşımayı amaçladıklarını söyledi. Mekan sahibi Gamze Cizreli de, Amerikan kahvelerinin popüler olduğu bir dönemde, Koç ve Yentür’ün Türk kahvelerini tanıtma çalışmalarından duyduğu mutluluğu dile getirdi.
O gün kahveden daha çok davetlilerin oluşturduğu güzel görüntüler ilgimi çekti. Hepsini siyasal havanın yarattığı kara tablodan sıyrılmış görmeye hasret kalmıştık. Şimdi diyeceksiniz ki, Koç’ların davetindeki karışıma alkış tutarken, geçen hafta Ankara Giyim Sanayicileri’nin defilesindeki türbanlı birlikteliğe niye karşı çıktın? Cevabı gayet basit, Big Chefs’de kimsenin aklına, görünmesin diye kutusu ya da fincanındaki kahvenin üzerine örtü örtmek gelmedi.
Ankaralı olarak kentimle gurur duyacağım zamanı iyi biliyorum
Şehrin dört bir tarafı, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in hazırlattığı afişlerle donatılmış durumda. İçeriğinde Avrupa Konseyi’nin kentlere verdiği en büyük ödül, “2009 Avrupa Ödülü”nü Ankara’nın kazandığı yazıyor. Melih Bey’de sağ elinin işaret parmağını havaya kaldırarak, “Ankara kentinle gurur duy” diyor. Bu afişleri görünce önce güldüm. Sonra da Görme Özürlüler Haftasının tarihine ve Başkentin belediyecilik anlayışına şöyle bir baktım. Sonuçta da bir karara vardım. Başkentteki çağdaş gelişmeyi ya bizim gözümüz seçmiyor, ya da ödüle layık gören Avrupalı parlamenterlerin yolu Ankara’dan geçmiyor. Bir de Ankaralı olarak kentimle ne zaman gurur duyacağımı çok iyi biliyorum. O da Melih Gökçek’i tekrar seçmediği gün.
Madem gururdan söz açıldı, gelelim bu haftaki ana konumuza. Öncelikle, benim üzüme dair bilgimin manavdaki salkımlardan ve şişedeki sirkeden öteye geçmediğini vurgulamam gerekiyor. Bir de fındıkla yan yana sunulan kurutulmuş hali çok hoşuma gider. Fıçıdaki ya da şişedeki şaraba çok özenmeme rağmen üzümün bu hali pek ilgimi çekmez. Daha açık bir ifadeyle masamda görsel şölen olarak yerini alır, hepsi o kadar. Bu yüzden de başta Ertuğrul Özkök olmak üzere birçok şarap meraklısına imrenerek bakarım.
Konuya bu kadar ilgisiz kalmamdan dolayı olsa gerek, geçen hafta, Kavaklıdere Şarapları’nın sahibi Ali Başman ile Halkla İlişkiler Müdürü Elif Erol, çok özel bir teklifte bulundular. Birkaç konuklarıyla beraber beni de Kemalpaşa’daki görkemli fabrikalarının bulunduğu bağa davet ettiler. O gezi sonucunda da anladım ki, şarap bağlardan ve fıçılara istiflenmiş üzüm suyundan ibaret değil. İsterseniz bu gezide tanık olup, öğrendiğim ilginçleri anlatmadan bir o kadar ilginizi çekeceğine inandığım Kavaklıdere’nin tarihçesine değineyim.
Kavaklıdere bağlarının yaratılış ve yokoluş öyküsü
Çocukken hatırlarım, bu günkü Kavaklıdere semtinin birçok yerinde üzüm bağları vardı. Sheraton ile Hilton Otel, Karum Alışveriş Merkezi, BBDK Binası gibi dev yapıların yerinde bağlar ve birbirine çok benzeyen villalar bulunurdu. Zaten Kavaklıdere firması da ismini bu bağların bulunduğu semtten almıştı. Gazetecilik yaşamımın ilk yıllarıydı ki, bu bölge ve firmanın tarihçesini araştırmıştım. Son Kemalpaşa gezisinden önce de o yılda tuttuğum notlarıma göz gezdirip, dağarcığımdaki bilgileri tazeledim.
Bugün Tunalı Hilmi Caddesi’ne adını veren, Ittihat ve Terakki kökenli Albay Tunalı Hilmi Bey, görevli olarak İsviçre’de bulunduğu sırada Cenevreli tanınmış bir ailenin kızına gönlünü kaptırır ve kısa sürede evlenir. Bu birliktelikten Sevda adında bir kızları ve İnsan adında da bir oğulları olur. Cumhuriyetin ilk yıllarında Ankara Milletvekili olarak görevini sürdüren, hatta kabinede bakanlık mertebesine ulaşan Tunalı Hilmi Bey, çocuklarını Türk ve İsviçre kültürü ile büyütür. Galatasaray Lisesi’ni bitiren güzel ve alımlı Sevda Hanım, hastalanınca ailesi onu tedavi için tekrar İsviçre’ye yollar. İşte bu süreçte Almanya’da iktisat tahsili yapmış Filibe eşrafından Serçeşmebeyleroğlu Mehmet Cenap ile tanışır. Bu tanışma yıllarca sürecek mutlu bir evliliğe dönüşür ve Ankara’ya yerleşerek soyadı kanunuyla And soyadını alırlar.
Aldıkları eğitim ve ülke standartlarının üzerindeki vizyonlarıyla bu çift, Kavaklıdere bölgesinin gerek şarapçılıkta, gerekse imarda büyük yatırım potansiyelini görür. Milli mücadele yıllarının getirdiği yokluk ve imkânsızlıklar nedeniyle İsviçre’deki banker dostlarından borç alarak Kavaklıdere bölgesinde, ileride şarap fabrikasının kurulacağı bağı ve arazileri satın alırlar. Bu süreçte Sevda Hanım’ın erkek kardeşi İnsan Tunalı da Dışişleri Bakanlığı mensubu olarak yurt dışı görevlerde bulunur.
Sevda hanımın hayali Cevza hanım’a kısmet oldu
İşte Kavaklıdere efsanesi bu vizyon sahibi And Ailesiyle kurulur. Bir trafik kazasında ölen Sevda Hanım’dan sonra uzun yıllar yalnız yaşayan Cenap Bey, Demokrat Parti döneminin ünlü Milli Eğitim Bakanı Avni Başman’ın kızı Ayşe Cevza Hanım ile evlenir. Bu evlilik esnasında Sevda Cenap And çiftinin evlatlık olarak yetiştirdikleri Metin And, kendini güzel sanatlara vererek, Kavaklıdere’den, dolayısıyla aile şirketinden uzaklaşır. Cenap And’ın ölümüyle beraber Ayşe Cevza Hanım mirasçı olarak yoluna devam eder. Ancak, Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası gibi kurumlarda danışman olarak çalışmış Makine Yüksek Mühendisi olan kardeşi Mehmet Başman’ı da hissedar yaparak. İşte, bugün Kavaklıdere firmasının başında Mehmet Başman’ın oğulları Ali ve Murat Başman bulunuyor. Üstelik her ikisi de kendilerinden önceki neslin mirasına sahip çıkıp, işleri kat ve kat büyüterek.
Türkiye’nin ilk özel sektör şarap üreticisi olan Kavaklıdere Şarapları, bugün itibarıyla yıllık 18,5 milyon litre şarap depolama kapasitesine ulaşmış durumda. 43 adet şarap ve 2 adet üzüm suyunun yer aldığı geniş bir ürün yelpazesi bulunan firma, üretimini toplam büyüklüğü 560 hektarı bulan bağlarında gerçekleştiriyor. Daha açık bir ifadeyle üretimini Ankara-Akyurt (1987), Kapadokya- Gülşehir (2003) ve Ege- Pendore (2005) olmak üzere 3 ayrı şarap tesisinde gerçekleştiriyor. Ürünlerinin yüzde 20 sini başta Avrupa olmak üzere Uzakdoğu, Kanada ve ABD’ye ihraç ediyor.
Zengin yemek mönüsü ve asma bahçesinin çakma şarapçısı
Biz, o gün büyüklüğü 200 hektarı bulan Kemalpaşa’daki Pendore bağ ve tesislerini gezmeye gittik. Pendore, adını Yunanca “beş köy” anlamına gelen “pence horyos”tan alıyor ve bu bölgede bağcılık ve şarapçılığın kökleri en az 2800 yıl geriye kadar uzanıyor. Güneye bakan eğimiyle bu bağların bulunduğu topraklar oldukça verimli. Beyaz şaraplık üzümlerden Bornova Misketi; kırmızı şaraplık üzümlerden ise Öküzgözü, Boğazkere, Cabernet Sauvignon, Merlot, Syrah, Grenache, Sangiovese, Tempranillo, Montepulciano, Carignan ve Alicante Bouchet yetişiyor. Eminim benim gibi size de bu üzüm cinslerinin birçoğu yabancı gelmiştir. Bu arada çok ilginç bilgilere de ulaştım. Ben, hep ürünün verimini daldaki salkımların çokluğuyla orantılardım. Meğer bu yanlışmış. Bağcılıkta ne kadar düşük verim alınırsa, kalite o oranda yükselirmiş. Bu yüzden de düşük verim elde etmek üzere üzüm verecek kolların azaltılması için “kış budaması” yapılırmış. Asmanın sadece en iyi salkımları bırakılarak tüm gücünü en iyi salkımlara vermesi sağlanırmış.
Ayrıca hasat edilen şaraplık üzümü mümkün olduğunca çabuk kava ulaştırmak mahsulün sahip olduğu lezzetlerin şaraba daha iyi yansımasını sağlarmış. Üzümlerin bağdan toplandığı andan şarap olana kadar ki yolculuğunda pompa ya da benzeri hiçbir araçla hırpalamadan yerçekimi yardımı ile işlenmesi de şartmış. Bu sayede hiç hırpalanmayan üzüm taneleri tüm lezzetlerini şaraba yansıtabiliyormuş.
O gün arazi araçlarıyla offroad yaparak dolaştığımız bağda ilgilendiğim iki konu daha oldu. Birincisi Kemalpaşa’daki bağlarda yılda 19 bin kişinin ekmek parasını kazandığı, ikincisi ise kurulan sofrada şaraplarla yenecek mönü. Baharat soslu et ve tavuklar, kuzu incik, av etleri, güveç etler, mantarlı risotto, Kars gravyeri, emantel gibi sert peynirler soframızı süslüyordu. Ancak kendimi ifşa ediyorum; ideal servis sıcaklığı 17?19 derece olan şarapları yine de buz gibi kolalı içeceklerin yerine koyamadım. O çok özel şarapları gırtlağımla dişlerim arasında gezdirme denemelerim yudumlama safhasında sonuçsuz kaldı.
Yazının Devamını Oku 4 Ekim 2009
Sheraton Otel’de gerçekleşen 18.Başkent Moda Günleri beni tam manasıyla şaşkına çevirdi.
Bugüne kadar Ankara Giyim Sanayicileri Derneği’nin her aktivitesini destekleyenlerin başında gelmiş ve Başkan Canip Karakuş’u alkışlayanlar saffına katılmıştım. Kolay değildi; her seferinde değişik bir tema bulmak, firmaları bir araya toplamak ve ülkemizin en gözde mankenlerini kolundan tutup podyuma çıkarmak. Üstelik Ankaralı tekstilcileri İstanbullu meslektaşlarıyla rekabete sokmak ve düzenlenen defileler sayesinde ülke sınırları dışında bile sesini duyurmak.
Ancak, bu yılki etkinliğe ana tema olan “Taş Kafes” konsepti, daha doğrusu defilesi beni şaşkına çevirdi. Nedeni ise Osmanlı’dan Cumhuriyet’e kadar başkent olmuş şehirlerin hikayelerinin anlatıldığı senaryo değil, etkinliğe katılan firmaların niteliğiydi. Her zaman çağdaş yüzleriyle tanıyıp, sevdiğim Canip Bey ve arkadaşları büyük bir stratejik hata yapmıştı. Ankara modası derken, tesettüre bürünmüş uzun mantolu mankenleri pimi çekilmiş el bombası gibi podyumun ortasına koyuvermişti. O gece ses çıkaran pek olmamıştı ama daha geçen yıl yaşananlar bir film şeridi gibi gözlerinin önünden akıp, geçmişti.
TRAJİKOMİK GÖRÜNTÜLER ANINDA DÜNYA MEDYASINA SERVİS EDİLMİŞTİ
Toplumsal hafızamız zayıf olduğu için önce kısa bir hatırlatma yapayım. Çok değil, daha bir yıl önce Ankaralılar 24 saat arayla iki farklı defileye tanık olmuştu. Yine Sheraton Otel’de yapılan organizasyonların ilkini Setre Giyim isimli tesettür firması, ikincisini ise Ankara Giyim Sanayicileri Derneği(AGSD) gerçekleştirmişti. Birbirinden bağımsız oluşturulan defileler, hazırlanışıyla, izleyenleriyle ve tarzlarıyla, ortaya iki farklı tablo çıkarmıştı.
Associated Pres, AFP ve Reuters gibi dünyanın en önemli haber ajanslarının “Türkiye’de İslami Moda” başlığıyla geçtiği tesettür defilesi, Konya merkezli Setre Giyim’in Setrms markası için düzenlenmişti. Gerek podyumun üstündeki mankenler, gerekse izleyici bölümündeki davetliler tesettür şovun birer parçası gibi boy göstermiş, Ankara’nın muhafazakâr yüzünü sergilemişti.
DEFİLE KAREOGRAFİSİNİN ŞİFRELERİNİ ÇÖZDÜKÇE
Bu arada defile esnasında da ilginç şeyler yaşanmıştı. Salon girişinde davetlileri beklerken karşı cinsle tokalaşmayan firma sahipleri ve podyumda sergilenen karoagrafi tam anlamıyla trajikomik görüntülere neden olmuştu. Karaografi aynen şöyleydi; Podyumda yürüyen türbanlı kızın yanına güya başı açık bir kız geliyordu. Sonra ikisi kol kola yürüyordu ki, burada verilmek istenen mesaj aslında toplumun türbanlı ve türbansız kızların arasında hiçbir sorunun yaşanmadığıydı. Her ikisi de podyumun ortasına geldiği zaman kırmızı şerit karşılarına çıkıyor ve sözüm ona zavallı türbanlı kız bu çizginin ötesine geçemiyordu. Burada verilmek istenen mesaj ise “laik yapının olmazsa olmaz kırmızıçizgisi ve türbanlıların üniversiteye girememekten dolayı mutsuz olmaları” Sonra da birileri gelip o kırmızı şeridi yerden alıp atıyordu. En sonunda her iki kız da mutlu ve kol kola ileriye doğru yürüyordu. Final mesajı ise bir gücün, muhtemelen Ak Parti’nin devreye girip, makul politika izlemesi sonucu yasaklar kalkıyordu.
Yazının Devamını Oku