23 Ocak 2010
Bİr konuşmasında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “Çevremde dalkavuklar var” diye şikâyette bulunmuştu. Bunu kimin için söylemişti bilemiyorum ama aralarında Başbakanın doğum günü için methiye düzenler bile vardı. İyi hatırlıyorum, duygularının kabardığından dem vurup, kabına sığmadığı için çatlayacağını dizelere dökenler halen hafızamda. Aslında bu şakşakçı takımına pek kızmamıştım. Zira biliyordum ki Osmanlı tarihinin önemli mesleklerinden biri de dalkavukluktu. Hatta bu meslek öyle bir boyuta gelmişti ki maaş ödenmesi için dalkavukluk kayıt altına bile alınmıştı. İşlevlerine, daha doğrusu icraatlarına göre tarifeleri artar, ya da azalırdı. Günümüzde ise dalkavukluk bir maaşa bağlanmıyor ama maddi getirisinin büyük olduğu yadsınamaz gerçek. Bu arada Türk Dil Kurumu ‘Türkçe Sözlük’te dalkavuk’un tarifi şöyle yapılıyor: “Kendisine çıkar ve yarar sağlayacak olanlara aşırı bir saygı ve hayranlık göstererek yararlanmak isteyen kimse. Saraylarda devlet büyüklerini nükteli sözlerle eğlendiren kimse.”Geliyoruz Cumhuriyet döneminde çok partili siyasi yaşama geçtiğimiz süreçten beri tanık olduklarımıza. Hemen hemen tüm siyasetçilerimizin etrafında dalkavuklar topluluğu oluştuğu kesin. Hafızanızı şöyle bir zorladığınızda aklınıza birçok isim gelecektir. En iyisi sizi fazla yormadan meslektaşım Recep Peker Tanıtkan’ın arşivime bıraktığı notları da portföyümde tutarak bir derleme yapayım.VİLLAYA YÖNELEN PIRPIR UÇAK TELAŞ YARATMIŞTI Türk siyaset terminolojisine nüfus etmiş bu kavramı 1950’li yıllardan sonra çok duyar olduk. Sanıyorum siyaseti bir araç olarak gören insanların kalite hamuru azaldıkça dalkavukluk daha da ortaya çıkar oldu. Tabii bunun yanı sıra parti içi demokrasinin işlememesi, parti yapılarının monarşik bir görüntü kazanması ve liderlerin mutlak tek seçiçi konumuna gelmesi de önemli bir etken. Gördük ki, Türkiye’deki insan malzemesin bu dönüşüme çoktan hazır ve elverişli bir durumdaymış. Pırpırlı uçak, Bilkent Konutları’ndaki villaya doğru alçaldığında, “Sayın Genel Başkan” ve ekibi olası bir sabotaj tehlikesi karşısında telaşlanmıştı. Uçaktan aşağıya gül yağmaya başlayınca da telaş içindeki korumalar da dahil olmak üzere herkes rahat bir nefes almıştı. Genel Başkan’ın ilk sorusu ‘Bu hamleyi kimin yaptığı’ olmuştu ki, bir milletvekili aday adayı olduğunu öğrenince acı acı gülümsemişti. Konutundan çıkmak üzere olan Tansu Çiller’in başından aşağıya dikenleri ayıklanmış iki bin küsur gül döktüren kişi DYP milletvekili aday adayıydı. Dalkavukluk tarihinde bir zirveye imza atan bu kişi, davranışını Guiness Rekorlar Kitabı’na girme olasılığından söz ederek medyaya açıklamıştı.JAGUAR DALKAVUKLUKTA BAŞROL OYNAMIŞTI Ancak kimse Turgut Özal’ın Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı yaptığı yıllardaki dalkavukların eline su dökemezdi. Özal döneminin birçok bakanı, milletvekili ve özellikle de ‘Papatyaları’ el öpmek için kuyruklarda yarışıyordu. Özal’ın kızına iş adamı Zeki Küçükberber tarafından hediye edilen Jaguar, bu konuda benzersiz bir örnekti. Dalkavukluk için verilen Jaguar, Meclis’te çok tartışılacak, ardından seçimlerde ‘Davulu Delen Jaguar Partisi’ne” ilham kaynağı olacaktı. Özal’la birlikte iş adamlarının yatlarında, tatil köylerinde şort ve güneş gözlükleriyle boy gösteren politikacılar devri açılıyordu. Süleyman Demirel’e, Necmettin Erbakan’a, Bülent Ecevit’e, Mesut Yılmaz’a, Deniz Baykal’a, Tansu Çiller’e, Recep Tayyip Erdoğan’a dalkavukluk yapanlar en az Özal dönemindeki kadar bol ve çeşitliydi. Hatta içlerinde tabir-i caizse dalkavuk olduğunu inkar etmeyen ‘Samimi Dalkavuklar’, bir o lidere, bir bu lidere kapılanan ‘dönek yalakalar’, şapka, palto, çanta, taşıyan ‘taşıyıcılar’, hatta ‘şemsiye tutucuları’ gibi uzmanlık dallarına ayrılanlara rastlandı. DALKAVUKLUĞU DEVEYLE DE TESCİL EDİLMİŞTİÖzal’ın danışmanı rahmetli Erkal Zenger, kendisi için “Ben Özal’ın dalkavuğuyum” demekten çekinmemişti. Zenger, bu sözleri ile samimi dalkavuk olduğunu açık açık gösteriyordu. Hatta bir gezide Bayburt’da Özal’a hediye edilen deveyi Ankara’ya getirip, Kale’deki bir evi ‘Özal’ın devesiyle’ türbeye çevirmişti. Demirel’in Zincirbozan günleri geride kalmış, siyasal yasakları bitmişti. İl il geziyor, ünlü fotor şapkası ve üstü açık otomobiliyle halkı selamlıyordu. İşte bu gezilerde, otomobilin yanında koşan, o ünlü şapkayı tutan, hatta beyefendi’nin alnında biriken terleri silen bir isim vardı. Bu çabalarının mükafatını önce hiç hak etmediği bir genel müdürlüğünün başına geçerek gördü, daha sonra da Baba’nın memleketi Isparta’dan milletvekili seçilerek. Ve o makamların hakkını da devasa yolsuzluklara karışarak verdi. LİDERİ İÇİN KÖPEK ISIRACAK MİLLETVEKİLİ KİMDİMilli Görüş hareketinin lideri Necmettin Erbakan, korumaları tarafından ayakları yıkanırken görüntülenmişti. Hoca, bir sandalyeye oturmuş çoraplarını çıkarmış, bir koruma ayaklarını yıkıyor, diğeri de hemen yanda elindeki havluyla hazır olda bekliyordu. Daha sonra hocanın partisi kapatılıp, yenisi açılırken başına koyduğu milletvekili Türk siyasal yaşamına altın harflerle geçen şu meşhur sözü söylemişti; “Hoca bana şu köpeği ısır dese, ısırırım.“ GÖĞSÜNÜ SİPER ETTİ TV DİZİLERİNE MALZEME OLDUBazen aşırı dalkavukluğun, önce kendisine zarar verdiği de görüldü. Bir DYP milletvekili lideri Tansu Çiller’in adeta kalkanıydı. O dönemi bilenler iyi hatırlayacak, “Çiller’e laf söyleyecek olanlara göğsümü siper ederim” demişti. Hatta onun bu göğüs hamleleri, ünlü bir televizyon dizisindeki tiplemeye de kaynak olmuştu. Üstelik DYP yönetiminden, Çiller tarafından ayağı kaydırılınca, “Demek ki yanlış yapmışım” diyecek kadar profesyoneldi. Fakat delegeler bunu anlamamış olmalı ki, her zaman parlamentoya girdiği şehirde sekiz adayın yarıştığı ön seçimde ancak sonuncu olabilmişti.HAYDİ İLERİ DEDİ ÖNCE KENDİ GERİ VİTESE TAKTIANAP’ın Doğu illerinden Meclis’e soktuğu bir milletvekili Mesut Yılmaz’ın en hızlı savunucularının ilk sırasında geliyordu. Daha sonra Yılmaz ile ters düşüp, Çiller’in saflarına katılmıştı. Çiller ile birlikte DYP’nin grup topantısında partiye geçişi duyuruluyordu. O güne kadar pek de konuştuğu görülmeyen milletvekili birdenbire top gibi gürleyerek, “Haydi Türkiyem İleri..Haydi Türkiyem İleri” diye bağırması dalkavukluğun en güzel örneklerinden biriydi. Bir süre sonra da ‘Genel Başkanım’ diye savunduğu Çiller’i terk ederek yeniden ANAP saflarına katılmıştı.İyi hatırlarım, Çiller döneminde yılların kurt politikacıları bakanlık koltuğu uğruna neler neler yapmıştı. Biri Tansu Hanım’a daha yakın olmak için Çillerlerin Ankara Bilkent’teki villasının yanından ev almış, bir diğeri ise Çiller, ‘Kes’ dediği için bıyıklarını tıraş etmişti. Hatta saç şeklini bile değiştirmişti. SİLAH ARKADAŞLARINI ÇİLEDEN ÇIKARAN TAK ŞAK PAŞA Ya, DYP’nin asker kökenli milletvekiline ne demek lazım? Yaptıkları eski silah arkadaşlarını bile çileden çıkarmış ve ilk kez bir paşanın ismi kışladan silinmişti. Bu ünlü ismin “Çiller tak diye emir verir, şak diye yaparım” sözleri kamuoyunda aylarca dillerden düşmemişti. Vatandaşın hafızasında da lakabı “Tak Şak Paşa” olarak kalmıştı. Takşak Paşa bununla da yetinmeyip yarısı Atatürk yarısı Çiller olan bir resim yaptırarak yaranmanın zirvesine kadar çıkmıştı. Bir başka milletvekili ise çiğ köfte partileriyle ünlüydü. Bazen yaptığı çiğ köfteleri genel başkanına eli ile yedirirdi. Davetlerde kokteyllerde, liderinin neleri sevdiğini bilen bir kişi olarak hemen tabağını hazırlardıJUNIOR BAYKAL ZENGER’E TAŞ ÇIKARDIİki siyasetçi, ikisi de sol bir partinin en önde gelen kişileri, yani ikinci adamlarıydı. Onlar liderlerinin adeta gölgesi Liderlerinin yapamadıklarını liderleri adına yapıyorlardı. Hatta bazı parti arkadaşları ‘Junior Baykal’ adını bile takmıştı. Yine CHP’nin bir İstanbul Milletvekili ise bir zamanlar Turgut Özal’ın ses danışmanlığını yapan Erkal Zenger’e çok benziyordu. CHP’nin seçim otobüsünden Baykal’ın gezileri sırasında aynı Zenger gibi anonslar yapıyordu.Bir başka Dalkavuk ise geçen dönemin önemli isimlerinden biriydi. Yaşanlar ise çok ilginçti. İçinde bir parti genel başkanı ve milletvekilleri bulunan parti otobüsü mezarlığın önünden geçmektedir. Milletvekili genel başkanına döner ve şu ünlü sözleri söyler: “Sayın Genel Başkanım, e
Yazının Devamını Oku 17 Ocak 2010
GEÇEN hafta, ülkemizin 67 yıllık ‘Hızlı tren’ hikâyesine değinip, Ankara-İstanbul arasındaki hat projesinin ilginç öyküsünü yazmıştım.
Gelen iletilerden anlıyorum ki, yazım çok ilgi görmüş. İnanılmaz bilgi bombardımanına tutuldum ki, birazdan aktaracaklarım eminim sizin de ilginizi çekecektir. Ancak önceliği bu yazıyı kaçıranlar ya da unutanlar için kısa bir özetle vereyim. 1943 yılından 1975 yılına kadar ideolojik tartışmalarla geçen hızlı tren projesini 1976 yılında Demirel Hükümeti başlatmıştı. 7 yılda tamamlanması planlanan bu yatırım 22 hükümet, 10 Başbakan ile 28 bakan eskitmesine karşın bir türlü hayata geçirilememişti. Yaklaşık 10 kilometrelik Ayaş Tüneli’nin de bulunduğu hattın yapımına başlanmıştı, başlamasına ama AKP iktidarı bu hattı rafa kaldırıp, Eskişehir üzerinden yeni bir güzergâhla ‘Hızlı Tren”in startını vermişti. Geçen yıl da Ankara-Eskişehir bölümünü hizmete sokmuştu.
ANKARA- İSTANBUL ARASI 160 KM DAHA KISALABİLİR
Benim eleştirim ise bu uygulamaya yönelikti. 1976 yılında temeli atılan, Ayaş üzerinden İstanbul’a ulaşacak hızlı tren güzergâhı dururken, neden Eskişehir üzerinden yeni bir güzergâha ihtiyaç duyulmuştu? Üstelik 10 kilometrelik Ayaş tünelinin yapımının yüzde 80’i bitmişken... Daha da önemlisi Ankara- Haydarpaşa arası eski demiryolu uzunluğu 576 kilometreyken, geçen yıl faaliyete geçen Hızlı Tren hattı ancak 533 kilometre uzunluğa inebilmişti. Hâlbuki Ayaş üzerinden gerçekleşebilecek hattın Ankara- İstanbul arası uzunluğu 416 kilometre olacaktı. Yani şimdiki tren hattından tam 160 kilometre daha kısa. Dahası Ayaş hattı başlanmış ve büyük paralar harcanarak 85 kilometrelik bölümünün yüzde 75’i tamamlanmışken neden rafa kalkmıştı?
AKP’NİN ÜZERİNE TİTREDİĞİ BU HAT NEDEN ÖNEMLİ?
İşte raporlara dayanarak hazırladığım bu yazım üzerine TCDD yetkilileri beni bilgilendirmek üzere randevu talep etti. Görüşmemiz sonucunda da ülkemiz adına beni sevindiren önemli açıklamalarda bulundular. Özetle de şunları aktarıyorlardı: Bu Ayaş hattı rafa kalkmamıştı, sadece biraz yavaş ilerleyecekti. Hatta bu yılki bütçeden Ayaş güzergâhına 100 milyon lira para bile ayrılmıştı. Ancak öncelik Eskişehir’e kadar olan bölümü tamamlanmış yeni güzergâhtaydı.
Peki, AKP’nin üzerine titrediği bu hat neden önemliydi? Yolu 160 kilometre daha kısaltacak Ayaş tünelini neden geri plana itilmişti? Cevaplarını gayet net ve basit bir anlatımla verdiler.
“Ayaş üzerinden İstanbul’a ulaşmak en doğrusu, fakat Eskişehir güzergâhının başka fonksiyonları da var. Bu hattan 2010 yılı sonunda faaliyete geçecek ‘Konya Hızlı Treni’ de faydalanacak. Daha sonraki süreçte ise bu artere Bursa ve İzmir güzergâhları da bağlanacak. 2023 yılına kadar ise Konya hattı Akdeniz’e, yani Antalya’ya kadar uzayacak. Eskişehir-İzmit arası Hızlı Tren hattı ise 2012 yılı sonuna kadar tamamlanmış olacak ki, geriye bir tek İzmit- İstanbul hattı kalacak.”
Yazının Devamını Oku 3 Ocak 2010
Biri Türkiye’nin başkenti Ankara, diğeri ise ülke turizminin başkenti Antalya... Ülkemiz için çok önemli bu iki şehir belediyecilik anlayışının neden olduğu doğa katliamıyla boğuşuyor. Bizlerin ise Tanrı’ya sığınmaktan başka çaresi kalmıyor. Yazımın sonundaki Tanrı’ya yakarışıma katılıp, katılmayacağınızı bilemiyorum ama son bir haftada yaşadıklarıma sizlerin de kayıtsız kalmayacağınızı düşünüyorum.
Geçen hafta, 2 günlüğüne Antalya’ya giderken böylesine trajikomik olaylara tanık olacağımı aklımdan bile geçirmemiştim. Amacım, kısa adı AKTOB olan Akdeniz Turistik Otelciler ve İşletmeciler Birliği’nin düzenlediği, 25’inci kuruluş yıldönümü gala yemeğine katılmaktı. Yaklaşık 410 otel sahibi ile yöneticisinin katıldığı ve Talya Convention Center’da gerçekleşen organizasyonun gözde konuğu ise Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’dı. Bilmeyenler için bir hatırlatma yapayım; DB Dergi Grubu’na ait yaklaşık 34 yayının Ankara Bölge sorumlusu olarak görev kapsamıma Antalya da giriyor. Tempo, Capital, Hello gibi birçok yayına sık aralıklarla turizm ekleri yapıyoruz. Zaman zaman da Hürriyet Gazetesi için... Bu nedenle Ege ve Akdeniz sahil şeridinde yoğun bir şekilde bulunmam, turizm sektörünün aktivitelerinde boy göstermem gerekiyor.
AKTOB’un 25. yıl dönümü gecesine de başkan Sururi Çorabatır’ın nazik daveti üzerine katıldım. Antalya’nın turizmimizdeki öncü rolüne ait rakamları biliyordum ama o gece Başkan Çorabatır’ın kentin başarı grafiğine yönelik konuşmalarını can kulağıyla dinledim. Ülkemize gelen 22 milyon turistin 9 milyonunun Antalya’ya yöneldiğini, bu sayının 5 yıl sonra 10 milyon daha artacağını ve dünyadaki sıralamada Türkiye’nin 7’inciliğe yükseldiğini notlarımın arasına yazdım. Tabii Bakan Günay’ın 2 yeni müze sözü vermesini de...
BEDAVA KÖMÜR TURİZMİN BAŞKENTİNİ TEHDİT EDİYOR
Ancak o gece dikkatimi üç önemli olay çekti. Birincisi uçaktan iner inmez bizzat tanık olduğum hava kirliliğiydi. Neredeyse tüm şehri kara bir bulut tabakası kaplamış ve solumak için gaz maskesi takmanın yavan kaçmayacağı bir ortam oluşmuştu. Sonradan öğrendim ki, havadaki kükürt dioksit oranı normalin 9 katına ulaşmıştı. Sebebi ise AKP’nin en önemli oy silahı bedava kömür dağıtımıydı. Büyükşehir Belediyesi CHP’liydi, ama AKP’nin seçim kazandığı bazı ilçe belediyeleri bu hava kirliliğinin ana odaklarıydı. Tahmin edeceğiniz üzere de şehrin varoş ve fakir mahallelerine kömür dağıtımı yapılıyordu. Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Akaydın ise olup bitene bizim gibi uzaktan bakıyordu. Halbuki kente kaçak girişleri engelleyebilir, yoksul vatandaşları ekonomik teşviklerle kömür yerine elektrik ve diğer yakıt türlerine yönlendirebilirdi.
BAŞKAN BÖYLESİNE ÖNEMLİ BİR TOPLANTIYA KATILMAZ MI
O gece bir yandan Antalya’nın Türk turizminde yüklendiği misyonu, diğer yandan da devlet adamlarının duyarsız kalışını düşündüm. Bu kadar olumsuzluklara rağmen turistik tesis sahip ve çalışanlarının takdire şayan çabalarını izledim. İkinci gözlemim ise, ülkemize milyonlarca dolar para getiren Antalyalı turizmcilerin 25’inci yıl gecesine Büyükşehir Belediyesi Başkanı Mustafa Akaydın’ın katılmamasıydı. Aklıma hemen “Belediye başkanı şehrin ekonomisini ayakta tutan böylesine önemli bir sektörün gecesine katılmayacak da neye katılacak?” sorusu geldi. Doğal olarak da daha önceki vizyon sahibi başkan Menderes Türel’i bir kez daha sevgi ve saygıyla andım.
TENKİTLERİNİ TEHDİTLERLE BEZEYİP KÜKRÜYORDU
Üçüncü gözlemim ise Rixos Oteller zincirinin sahibi Fettah Tamince üzerineydi. Kendisiyle daha önce de birkaç kez aynı ortamda bulunmuşluğum vardı. Onu hep resmi davetlerde yakası bağrı açık gömlek, mont ve kazakla görmüştüm. İlk kez gömlek yaka düğmesi kapalı, kravat takmış halini gördüm ve hoşuma gitti. Ancak bu kez de çenesi açılmıştı. Mahkemeden dönen ‘Lara Park’ projesiyle ilgili çıkan haberlerden dolayı bazı medya mensuplarını azarlarcasına konuşuyordu. Hatta bir ara baktım, tenkitlerini üstü kapalı tehditlerle bezemeye de başladı. Anlaşılan o ki, iktidarın üslubu Tamince’ye de sirayet etmiş. Eh üzüm üzüme baka baka kararır. Başbakanımız, Rixos’da tatil yaptıkça Fettah Bey’in değişim göstermesi gayet doğal. Ben, yine de o heyecanlı, girişimci ve tevazu sahibi Tamince’yi tercih ediyorum. Bu arada sakın yanlış anlamayın; kendisiyle bir muhabbetim, tartışmam filan yok. Sadece bulunduğum yerin hemen dibinde gerçekleşen konuşmalara kulak misafiri oldum, hepsi o.
HIÇKIRIKLARA TESLİM OLMAMAK İÇİN KENDİNİ ZOR TUTUYORDU
Antalya’daki ikinci günümde, mobil telefonumdan bana ulaşan ses, belli ki üzgün ve hıçkırıklara teslim olmamak için kendisini zor tutuyordu. Bizzat tanık olduğu katliama daha fazla dayanamadığı için cümlelerini peşi peşine sıralayıp, bir çıkar yol arıyordu. “Şu an Antalya’dayım” demem bile onun konuşmalarını kesintiye uğratmıyordu. “Lütfen elele verelim ve bu rezilliğin son bulması için çaba gösterelim” diyordu.
Telefondaki ses Hacettepe Üniversitesi Estetik ve Plastik Cerrahisi Profesörü Yücel Erk’e aitti. Her gün yaptığı gibi saatler 10’u gösterirken sabah koşusunu yapmak üzere Seğmenler Parkı’na gitmişti. O anda da parktaki bazı ağaçların kesildiğini görmüştü. Kendisi gibi parkta spor yapan diğer vatandaşlarla beraber bu katliamı durdurmak için itiraz etmeye başlamıştı. Görevlilere, ağaçların neden kesildiği sormuş, “Mavi deftere birileri şikâyet yazmış biz de o yüzden kesiyoruz” cevabını almıştı. Üstelik yanıt verenlerin başka ağaçlara yönelmesi ve kesilmiş gövdeleri daha küçük parçalara ayırması kendisini daha da çileden çıkarmıştı. O anda da koşusunu yarım bırakıp, evine doğru yönelmiş ve telefonundan sağı solu aramaya başlamıştı. Ağaçları kesme talimatını kimin verdiğini ve parkın hangi birime bağlı olduğunu öğrenmek için de Çevre Koruma Dairesi’nin başında bulunan kişilere ulaşmıştı. Daha doğrusu başındaki Hatice Hanım’a değil de, telefonun ucundakilerin yönlendirdiği Vedat Bey isimli bir şahsa.
BU KATLİAM EMRİNİ VEREN BÜYÜKBAŞ KİMDİ
Bu vahim olayı aktardığı Vedat Bey ise konuyla hemen ilgileneceğini ve ne gerekiyorsa yapacağını söylemişti. Tekrar parka dönmesiyle de az önce telefonda konuştuğu kişinin konuyla ilgilendiğini görmüştü. Tam park görevlilerinin ağaçları kesen kişileri engellediğine sevinirken de bir süre devam eden telefon trafiğinden sonra kesme işlemine devam edildiğini fark etmişti. İşte o anda da benim telefonuma yönelip muhabir yollamam için konuyu aktarmaya başlamıştı.
O gün Yücel Bey’in söylediği bir önemli laf da şuydu. “Demek ki emir büyük yerden geldi, Vedat Bey sözünü tuttu ama sanırım gücü yetmedi”. İşte benim de aklımı kurcalayan bu cümle içinde geçen güç odağı olmuştu. Bildiğim kadarıyla konu hakkında son söz sahibi yer Büyükşehir Belediye Başkanlığı makamıydı. Ağaçlar kesilirken ya Melih Gökçek’in sözü geçmemişti, ya da yardımcıları olayı iyi süzmemişti.
AĞAÇLAR AZALIYOR BÜFELERİN HACMİ ÇOĞALIYOR
Neyse dönelim Profesör Erk’in telefonda aktardıklarına. Park içinde kesilen ağaçların sayısının çok fazla olduğunu belirten Yücel Bey, eskiden parkta yürürken, çevre yollardaki araçların görünmediğini, ancak ağaçların kesilmesiyle araçların görünebildiğini anlattı. Ayrıca Yücel Erk’in yakınmaları sadece parkta kesilen ağaçlarla sınırlı değildi. İran Caddesi üzerinde bulunan iki büfede de bazı değişiklikler yapılmıştı. Taksi durağının olduğu yerdeki, yani aşağı kısımdaki büfenin arkasında kalan alana beton duvar örülmüştü. Yukarı kısımda kalan büfe ise düzensiz eklemelerle kullanım alanını çoğaltıp, çirkin bir görüntünün ortaya çıkmasına sebep olmuştu..
Hayatında ilk kez şikayette bulunduğunu söyleyen Profesör Erk, parktaki ağaçların en az yüzyıllık olduğunu da sözlerinin arasına ilave etmişti. Kendisi için bir beklentisi yoktu, ama gelecek nesillere kötü bir miras bırakmaktan korkuyordu.
CANLI CANLI KESİLİP YOK EDİLDİLER
Ankara’ya döner dönmez kendisiyle bir kez daha irtibata geçtim. Mobil telefonuyla, ağaçlar kesilirken ve kamyonlara yüklenirken fotoğraflarını çekmişti. Karelere yansıyan kamyonun plakasına baktım ve Büyükşehir Belediyesi’ne ait araç olduğunu fark etmekte gecikmedim. Üstelik kesilen ağaç gövdesinin büyüklüğünü göstermek için de deklanşöre basmaktan geri kalmamıştı. Zaten bu fotoğrafları Ziraat Mühendisi bir arkadaşıma göstermek için vakit kaybetmedim. Doğru ya kesilen ağaçlar ömrünü tamamlayıp kurumuş olabilir ve devrilerek bir faciaya sebep olabilirdi. Mühendis arkadaşımın yanıtı ise beni bir kez daha üzdü. Oldukça yaşlı olmasına karşın bu ağaçlar daha uzun yıllar yaşayabilir ve gölgesinde insanları serinletebilirdi. Yani canlı canlı katledilmişlerdi.
KIYAFETLE SİLAH KUŞANMAKLA SEĞMEN OLUNMUYOR
Gelelim sözün özüne... Kıyafet giyip, silah kuşanmakla ‘Seğmen’ olunmuyor. Benim bildiğim Seğmen, kendisine bırakılan emaneti gözetip koruyan, özü sözü bir kişidir. Hele ki bu emanetin adı bir de ‘Seğmenler Parkı’ ise... Hal böyle olunca bizlere Tanrı’ya sığınmaktan başka çare kalmıyor. Onun için şu yakarışımı duymasını istedim.
“Tanrım...
* Başta Kızılay olmak üzere Ankara’nın çok güzel bulvar ve meydanları vardı, hepsinin yok edilmesine izin verdin...
* Ankara tiftik keçisini, Angora tavşanını ve beyaz tüylü kedisini çok severdim, neredeyse neslinin tükenmesine izin verdin...
* Asırlık ağaçları bize bahşetmiştin, kendini bilmezlerin kesmesine izin verdin...
* Atatürk Orman Çiftliğini çok severdik, yavaş yavaş yok olmasına izin verdin.
Bilmeni isterim ki, en sevdiğim Belediye Başkanı Melih Gökçek’tir!”
Yazının Devamını Oku 27 Aralık 2009
Şu sıralar leylekler mi beni, yoksa ben mi leylekleri havada görüyorum bilemiyorum, ama iş için sık sık seyahat ediyorum. Kimi zaman gündüz saatleri, kimi zaman da gecenin ilerleyen vakitleri havalimanından evime ya da gazeteye kadar, şehri bir baştan öbür başa kat ediyorum. Son yıllarda, özellikle de İstanbul dönüşlerimde içimi tarifsiz bir hüzün kaplıyor. Hele gece dönüşlerimde karamsar bir ruh haline bürünüyorum. Cadde ve sokakların terk edilmişçesine insanlardan arınmış hali, binaların renk paletinden yoksun görüntüleri, sokak lambalarının karanlığa deva olamayan yetersizliği ve mağazaların yeterince albenisi olmayan vitrinleri insanın üzerine kasvet çöktürüyor. O anda İstanbul’un Cadde ve sokaklarını gözümün önüne getiriyorum ve iki şehir arasındaki yaşam standardının ne kadar farklı olduğunu düşünüyorum.
Sık sık Yahya Kemal’in Türk siyasetine ve edebiyatına geçen o ünlü sözleri aklıma geliyor. Ankara’nın en çok neyini seversiniz? Cevap: İstanbul’a dönüşünü. Tamam arada kültürel birikim farkı var, deniz faktörü var, ama en basitinden Etiler semti, Bağdat Caddesi denizi hiç görmüyor ki! Peki her geçen gün iki şehir arasındaki makas neden açılıyor?
NE OLDU DA 1960’LI YILLARI BİLE MUMLA ARAR OLDUK
Çok değil, bundan 10, bilemediniz 15 yıl öncesine kadar Ankara sosyal yaşamı daha canlıydı. Atatürk Bulvarı, Tunalı Hilmi caddesi, Ulus Meydanı ve şehrin daha birçok sosyal alanı günün her saati insanların akınına uğrardı. Daha önce de yazmış ve 1960’lı yılların başında fotoğraf sanatçısı Sami Güner’in çektiği bir fotoğraftan yola çıkarak Kızılay Meydanındaki görüntüyü anlatmıştım. Fotoğrafın sol tarafında meşhur Gökdelen, sağ tarafında ise üç katlı tarihi Kızılay Binası görünüyordu. Gökdelen’le karşı köşeleri tutan şimdiki Soysal Han’ın yerinde ise inşaat çalışması vardı. Giriş katında Atatürk’le özdeşleşen Karpiç Restoran’ın yerini dolduran ünlü Süreyya Restoran’ı da barındıran Soysal Apartmanı yıkılmış, yerine bugünkü Soysal Han inşa edilmeye başlamıştı. Diğer bir köşe de ise Güvenpark.
Parkta, bu binaların önünde ve Çankaya’ya doğru uzanan Atatürk Bulvarı’nda, o günlerin şartlarında modern ve temiz giyimli insan yürüyordu. Fotoğraf karesine ne bir işportacı, ne de dilenci girmişti. Yolun orta refüjündeki sıralı ağaçlar ise sanıyorum kestane ağaçlarından oluşuyordu. Dallarındaki kuşlar ve kaldırım kenarlarını süsleyen çiçekler de kolayca görülüyordu. Daha sonra O resimden takribi 8 ya da 10 yıl sonra çekilen bir fotoğrafa gözüm takılıyordu. Bulvar üzerindeki Vakko, Talip, Mısırlı Triko gibi mağazalar ile Piknik Restoran, Büyük Sinema, Lufthansa, Pan American havayolu şirketleri, Hacı Bekir, Sağyaşar Plak, Meram, Flamingo, Penguen pastaneleri ve önünde gezinen aileler dikkatimi çekiyordu. Gece saatlerinde çekilen bu resimdeki saate bakıyorum ki, akreple yelkovan 23:30’u gösteriyordu.
MEŞHUR CADDE VE SOKAKLAR DERİN SESSİZLİĞE BÜRÜNDÜ
İyi hatırlayın, Gökdelen Ankara’nın, hatta Türkiye’nin en yüksek binası olarak nasıl da turistik bir misyon üstlenmişti! Seyir ve fotoğraf çekimi için bugün Atakule nasıl rağbet görüyorsa, o zamanlar da Gökdelen aynı ilgiye tabi tutuluyordu. Ayrıca, Başkentlilerin buluşma noktalarının başında gelirken, Selanik, Sakarya, İzmir caddesi gibi birçok arterin merkezinde değil miydi? Peki ne oldu da başta Kızılay olmak üzere Ankara’nın meşhur cadde ve sokakları yalnızlığa teslim oldu.
O IŞIK SELİNE KAYTISIZ KALMAK İMKANSIZ
Daha iki gün önce İstanbul’dan döndüm. Bağdat Caddesi, Nişantaşı, Ortaköy derken iki günde birçok yeri gezdim. Her yerde yılbaşı süsleri ve yollar ile mekanlar ışıl ışıl. İnsanlar mutlu bir yüz ifadesiyle kaldırımları ve yol üzerindeki mekanları doldurmuşlar. Bakıyorum saatler gece yarısını çoktan geçmiş ama cadde ve sokakların insan trafiği halen yoğun. Kızlı erkekli gençler, çocuklu aileler o ışıl ışıl renkli dünyada bir şeyler yapıyorlar. Sokak satıcısından aldığı simit ve mısırı yiyeni de var, lüks kafe-bar da garsona sipariş ettiği içkisini yudumlayanı da. Zaten o ışık seline kayıtsız kalmak neredeyse imkansız. El arabası şeklindeki tezgahını süsleyen işportacı bile yaratılan bu ortamdan kendisine pay çıkarıyor.
KILINI BİLE KIPIRDATMAMALARINA ALIŞTIK
Sonra havanın karanlığa teslim olduğu saatlerde Ankara cadde ve sokaklarına ulaşıyorum. Dışkapı, Ulus, Sıhhiye, Kızılay, Çankaya derken Oran semtindeki evime doğru aracımla yol alıyorum. Kaldırımlarda tek tük yürüyen insanlar ve dibini bile aydınlatmaktan aciz sokak lambaları ile albenisi olmayan mağaza vitrinlerinden yansıyan spot ışıkları. Hadi yolları anladım da, işyerleri niye yılbaşı etkinliklerine bu kadar kayıtsız?
Melih Gökçek’in başını çektiği AKP’li belediyelerin yılbaşı için kılını bile kıpırdatmadığını burca yıldır anladık. Ne bir süsleme, ne bir ışık kümesi hak getire. Peki mağaza, kafe, restoran gibi işletmeler niye bu kadar kayıtsız kalıyor? İnsanları motive edip, kendine çekmek ve alışverişi körüklemek için yılbaşından daha iyi fırsat yokken, ilgisiz kalmaları niye? O zaman hiçbiri iş yok diye ağlamasın. Sen işletmene yatırım yapmayacaksın, ürününü satmak için etkinlik düzenlemeyeceksin, sonra da müşteri gelmesini bekleyeceksin. Adamın kendi işletmesine faydası yok ki, esnaf olarak birleşip cadde ve sokakları süslesin.
ÇAĞDAŞ OLANINDA BİLE GAYRET YOK
Bu arada İstanbul’da da Büyükşehir başta olmak üzere belediyelerin büyük çoğunluğu AKP’li ama görevlerinin gereğini yerine getiriyorlar. Yapmasalar bile CHP gibi diğer partilere mensup ilçe belediye başkanları kendi çapında çözümler getiriyor ve gerek halkın, gerekse esnafın yüzünü güldürüyor. Ama Ankara’da ne belediyeler, ne de esnafın büyük kısmı oralı bile olmuyor. Örneğin Çankaya Belediyesi CHP’li ve başında Bülent Tanık gibi çağdaş bir insan var, ama yılbaşı için en ufak gayret göremiyorum.
Tam bu satırları yazarken ekranıma bir haber düştü. Çankaya Belediyesi başkan Bülent Tanık önderliğinde Kızılay Bölgesini kurtarmak için “Yeni bir Kızılay Düşünüyorum” başlığı altında form düzenlemiş. Tanık, feryat figan Kızılay bölgesini kurtarma peşinde. Bölgenin giderek canlılığını yitirdiğini, çöküntü içine girdiğini filan söylüyor. Saygın mağazaların Kızılay’ı terk ettiğini, işyerlerinin niteliksiz ve küçük hale dönüştüğünü, kamu kuruluşlarının başka yerlere taşındığını da ilave ediyor. Acilen bir çare bulunması için de herkesi göreve çağırıyor.
TEBRİKLER ŞEHRİN RUHUNU YOK ETTİNİZ
Sayın Tanık’a söyleyeceğim tek söz şu olacak: “Lafla peynir gemisi yürümüyor”. Demin örneğini verdiğim ve öyle büyük paralara mal olmayan yılbaşı için bile kolları sıvamazsanız, bölge nasıl kurtulur? Bu arada Melih Gökçek’e de iki çift lafım olacak. İnsanların bu şehirde zevk alarak yaşaması için motive edici yatırımlara da ihtiyacı var. İstediğiniz kadar yol genişletin, kavşak yapın, köprü kurun; toplu taşıma yönelmediğiniz sürece trafiği rahatlatamazsınız. Üstelik otobana dönmüş yollarla şehrin ruhunu yok etmeyi başarırsınız. Ama yanıldığınız bir konu var ki, oy aldığınız kitlenin de morale ve çağdaş kent yaşamına çok ihtiyacı var.
BİN 100 ÇOCUK GUİNESS İÇİN ÇALIP SÖYLEYECEK
Hazır söz aktivitelerden açılmışken, uzun zamandan beri sizlere aktarmayı düşündüğüm ama bir türlü fırsat bulamadığım Çağlar Müzik Kursu’ndan bahsetmek istiyorum. 1990 yılında Alaeddin Çağlar tarafından kurulan ve Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olarak faaliyet gösteren bu müzik okulu, Türkiye’de bir ilke imza atmaya hazırlanıyor. Guiness Rekorlar kitabına girmek için bin 100 kişilik çocuk korosunu Çankaya İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü ile beraber konsere hazırlıyor. Geçen Ekim ayında, bu rekor için 400 kişilik birinci sınav başvurusundan 280 çocuğu korosuna katarak da kolları sıvadı. Koraya katılmayı kaçırdım diyenler içinse bir haberim var. Önümüzdeki Ocak ve Şubat aylarında da seçmeler devam edecek ve hazırlıklar son sürat başlayacak. 23 Nisan günü ise koro sesini tüm dünyaya duyuracak.
550 ÇOCUK DAHA YOLDA
Aslında Çağlar Müzik Okulu bu rekorun alt yapısını 2004 yılında oluşturmaya başlamıştı. O tarihte kurulan Çocuk Senfoni Orkestrası konserler vermeye başlamıştı. Daha sonra gitar ve flüt topluluklarını da kurarak 2006 yılından itibaren geleneksel hale getirdiği yılbaşı konserlerinin startını vermişti. 2008-2009 sezonunda ise daha önce dünyada yapılmayan bir çalışmaya imza atılarak amatör küçük sanatçılar profesyonel orkestranın solistliğini yapmaya başlamıştı.
Bu arada hemen aktarayım, çocuk senfoni orkestrası 80 kişiden oluşuyor. Ayrıca çocuk senfoni orkestrasının alt yapısında 550 çocuk daha çocuk senfoni orkestrası için yetişiyor. 4 ile 6 yıl arasında eğitim alan çocuklar yapılan sınav sonucuna göre bu orkestrada yer alma şansını kazanıyorlar. 17 yaşına gelen çocuklar Çağlar Gençlik Senfoni orkestrasına giriyor. 21 yaş ve üzerin de ise Çağlar Senfoni Orkestrası sanatçısı oluyor.
Yazının Devamını Oku 20 Aralık 2009
Zaman zaman vefat etmiş aile fertlerini ziyaret için Karşıyaka Mezarlığı’na giderim. Bir yandan iç huzuruna kavuşurken, diğer yandan da tarifsiz bir hüzne kapılırım. Ancak son mezarlık ziyaretimde tanık olduğum bir görüntü bütün hüznümü alıp götürdü. Üstüne üstlük acı acı gülümseme bile sebep oldu. Doğrusu, mezarlığın yüksek duvarlarına asılı duran bir pankartta yazılanlara gülmemek elde değildi. Lafı fazla uzatmadan aktarayım da siz karar verin. Brandanın üzerinde aynen şu cümle vardı: “Ankara bir başka güzel” İmza ise tahmin edeceğiniz üzere Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’e aitti.
Aracımı yolun kenarına park edip, düşünmeye başladım. Ankara mezarda yatanlar için mi güzeldi, yoksa bu şehirde halen yaşama çabasında olan bizler için mi? Sonra oturduğum yerde dizlerime vurup, dövünmeye başladım. Sahi ya, Gökçek, yıllardır süren yakınmalarımızı yanlış anlamış olabilir miydi? Başkentliler olarak, el birliğiyle, “Bizi ne zaman yerin altına indireceksin başkan” diye diye Gökçek’in başının etini yememiş miydik? Bizler, metro yap da yerin altına inelim dedikçe, o yanlış anlayıp, bizim için yeni mezarlar hazırlamış olabilir miydi?
GECE 24’DEN SONRA ÖLÜM SESSİZLİĞİ ÇÖKÜYOR
Böylesine acayip komplo teorilerine kapıldığımı anladığım an ise kendime gelip, doğru sentezler yapmaya başladım. Evet, son kararım vermiştim. Mezarında yatanlar için Ankara bir başka güzeldi. Zira Karşıyaka’ya inşa edilen yeni camiler, bakımdan geçip asfaltlanan yollar ve çevreyi süsleyen bitkiler sayesinde dirimiz değil ama ölümüz rahata ermişti. Daha sonra yaşama tutunmaya çalışan biz faniler için afişteki sloganın anlamını düşündüm. Niyeyse bana pek umut verici gelmedi.
İlk etapta Gökçek’in uygulamalarıyla kentin üzerine bir ölü toprağı serildiği hatırladım. Malumunuz üzere, Ankara saat 24’den sonra ölüm sessizliğine bürünüyor ki, belediye otobüsleri bile o saatten sonra çalışmıyor. Yollarda yürüyen tek tük insanlar ise bedava dağıtılan kömürün yarattığı kirli hava yüzünden sesini çıkaramıyor. Diğer saat dilimlerinde ise kentin göbeğinden geçen otoban gibi ana arterler ölüm yollarından farksız işlev görüyor. Kısacası toprağın üstündeki kirli havadan, otobana dönmüş cadde ile sokaklardan, Arap saçına dönmüş trafikten ve sosyal yaşamdaki kentli kültürünün yavaş yavaş yok olmasından dolayı her gün ölüyoruz. İnanın, sık sık iki dudağımın arasından o meşhur deyiş dökülüveriyor: “Allah ölümün de hayırlısını versin”.
Sözün özü; Melih Bey’e kentin her yerini kendini öven pano ve afişlerle donatmak yetmedi. Bir tek mezarlıklar kalmıştı ki, sonunda ona da el attı. Acaba kendisi mezarlığa girip çıkan acılı insanların bu afişler hakkında ne düşündüğünü iyi tartabildi mi?
FERRASİNİ KİRALAYAN ADAM
Beni böylesine şaşırtan olaya İstanbul seyahatim esnasında gittiğim İstinye Park Alışveriş Merkezi’nde tanık olmuştum. Arkadaşımın orta sınıf arabasını otoparka sokmayan görevli, Maserati marka spor araçla gelen birini içeri almak şöyle dursun, yoluna bir tek halı sermediği kalmıştı. Kızgınlığımızı çabuk atlatıp, valeye verdiğimiz yüklüce bahşişle amacımıza ulaşırken de, otopark engelini aşmıştık. Bu esnada çevremize şöyle bir bakınca gelen otomobillerin birbirinden lüks markalar olduğunu fark etmiştik. Aklımız ise halen bize nazire yaparcasına ağırlanan Maserati marka aracın sürücüsündeydi. Farkına varmadan göz hapsine almış, aynı ilginin trend bir kafede de sürdüğünü görünce için için kıskanmıştık. Bizim bu şaşkın halimizi fark eden bir güvenlik görevlisi ise yaşadıklarımıza bir açıklama getirme ihtiyacı duymuş olacak ki, başlamıştı anlatmaya.
“Bakmayın o spor otomobildeki adamın afrasına tafrasına. Büyük ihtimal kiralık araçla hava atıyordur.”
FENERBAHÇE STADININ YANINDA PAZARLIK YAPTIM
Meğer son zamanların modası buymuş. Milyon dolarlık lüks spor arabalar kiraya veriliyor, binenler de İstanbul’un piyasa mekânlarında hava atıyormuş. Kiralayan yerlerden biri de Fenerbahçe’de Şükrü Saraçoğlu Stadı’nın hemen yanındaki otomobil galerisiymiş. Merak bu ya, ertesi gün bu galeriye gidip, showroomda bulunan Ferrari için kira pazarlığına girmekte gecikmemiştim. 10 günlüğüne 50 bin dolar teklifini alınca da, “Son kararımı yarın bildireyim” diyerek oradan uzaklaşmıştım. Tabii ki böyle bir kiralama işine girecek ekonomik durumum yoktu ama bir gün önce edindiğim bilgileri teyit etme imkânına kavuşmuştum. Aslında o pazarlık esnasında galerici çok enteresan bilgilere ulaşmamı da sağlamıştı.
ARABAYA BİNİŞ VE İNİŞ SÜRECİNİ NİYE UZUN TUTUYORLAR
Özellikle İstanbul dışından gelen para pul sahibi sosyete meraklıları bu kiralama işini abartmıştı. Kimi, her gelişinde aynı aracı kiralarken, kimi de farklı modelleri tercih etmişti. Aracı teslim aldıktan sonra yaptıkları ilk eylem ise İstinye Park, Nişantaşı, Etiler, Bağdat Caddesi gibi gözde mekanlarda soluğu almak olmuştu. İçlerinden bazıları kiralık bu araçlarla gün içinde yedi sekiz restoran, kafe ya da bara gitmeyi marifet saymıştı. Valeye verilen bol bahşişle başlayan ziyaretlerinde ise arabadan inip, binme süreçlerine bol zaman ayırmak ortak davranışlarının değişmez kurallarından biri olmuştu.
İstanbul ziyaretimin üstünden iki hafta geçmişti ki, Filistin Caddesi’nde gezinirken bu modanın Ankara’ya da ulaştığını fark ettim. Sonradan öğrendim ki, o gün gördüğüm spor model Porsche’den inen iki genç, Gaziantepli zengin bir ailenin mensuplarıydı. Bir haftalığına kiraladıkları araçlarıyla her gün bir kafeye gidip, en görünürdeki masaya kuruluyorlardı. Tabii kiraladıkları aracı kafenin tam önüne park ederek. Marka kıyafetlerine rağmen bozuk Türkçeleri yüzünden çevreleriyle iletişim kuramıyorlardı ama kapı önündeki Porschenin kendilerine ait olduğunu belirtmek için personele yüksek sesle eften püften de olsa sorular soruyorlardı. Tabii her iki lafın arasında kendi araçlarından bahsederek...
FOYOLARI ÇIKINCA KARİZMAYI ÇİZDİRDİLER
Ancak geçenlerde gittikleri bir kafede bütün karizmaları yerle bir olmuştu. Zira yan masadaki müşterilerden biri: “Ben de geçen ay bu arabayı kiralamıştım ama birçok arızası çıkınca Lamborghini’ye geçiş yaptım” deyivermişti. Doğal olarak da foyaları ortaya çıkmıştı.
Görev verdiğim bizim acar muhabirler, “rastlarım diye” halen o gençleri Filistin Caddesi’ndeki mekanlarda arıyor ama şimdilik sırra kadem basmış durumdalar. En azından bu yöntemi uygulayan galericilere ulaşmayı hedefliyoruz. İnanıyorum ki, galericilerle görüşmemizden çok ilginç hikâyeler çıkacak.
SUYUN SİHİRLİ DOKUNUŞU
Artık çağımız insanı daha kaliteli ve sağlıklı uzun bir yaşamın peşinde... Amacına ulaşmak için de her yolu denemekten geri kalmıyor. Spa& Wellness üniteli spor merkezleri ise bu yollardan sadece biri. Asırlardır doğanın iyileştirici gücünü keşfeden insanoğlu, bu bilgisini günümüzde teknoloji ile birleştirerek sağlık ve güzellik amaçlı kullanıyor. Üstelik sadece geciktirilmeye çalışılan yaşlanmayla sınırlı kalmayıp, gençlik yıllarının daha dinamik bir tempoda geçmesi için alternatifler sunan bu tür işletmelere gidiyor.
Spa ve Wellness üniteli tesisler, sundukları spor, sağlık ve güzellik programlarıyla yaşama ayrı bir kategori kazandırıyor. Sağlıklı olmak, stresten uzak yaşamak, beden ve zihni mümkün olduğunca dinlendirmek, genç kalmak, güzelleşmek... Tüm bunlar çağımız insanının şiddetle ihtiyaç duyduğu unsurlar. Tabi ki insanların yaşam stilleri teknolojik gelişmeye bağlı olarak değişiyor.
BAK ŞU KÜÇÜCÜK ANAHTARIN YAPTIKLARINA
Son zamanlarda kafamı bu konuya fazlasıyla takmış durumdayım. Zaman zaman Ankara’daki bu tarz tesisleri dolaşıp, izlenimlerimi sizlerle paylaşıyorum. Son olarak Dikmen Vadisi manzaralı Renewa Club’a gittim. Niye fikrimi gizleyeyim, toplam 20 bin metrekarelik tesisin her köşesini gezdikçe çok etkilendim. Sağlığı korumak, iş temposunun yükünü azaltmak, kısacası günlük yaşamın ve kentin olumsuz etkilerinden kurtulmak için ideal bir mekândı.
Son teknolojiden nasibini almış aletlerini ve yaşam kliniğini bir kenara bırakırsak, ilgimi en çok uygulanan bir program çekti. Kulübe üye olanların önce sağlık durumu konusunda detaylı bir profili çıkarılıyor. Kas, kemik ve yağ ölçümlerinin sonucuna göre elde edilen verilerle kişiye özel bir program hazırlanıyor ve herkese dijital bir anahtar veriliyor. Spor aletleriyle çalışmalarda sakatlanmaların önüne geçmek için düşünülen bu sistem, alette çalışırken hata yapmanızın önüne geçiyor. Kullandığınız her makinenin ayarlarını bizzat düzenleyen bu akıllı anahtar, her gelişinizde genel durumunuzu da gösteriyor.
Yazının Devamını Oku 13 Aralık 2009
Son zamanlarda kangrene dönüşmüş önemli bir sorun hakkında pekçok soru ve şikayet alıyorum. Daha önce de dile getirip, Tempo Dergisi’nde geniş bir dosya halinde bu sorunun cevaplarını okuyuculara aktarmıştım. Anlıyorum ki, konuya bir kez daha değinmek şart oldu. Gelişmiş statüsünde yer alan ülkelerde, evlerin metrekare üzerinden büyüklükleri hızla küçülüyor. İnsanlar, çok daha küçük ve kullanışlı evlerde yaşamlarını sürdürmeyi neredeyse bir yaşam stili haline dönüştürmüş görülüyor. Elbette, bu küçülmenin altında, gelişmiş ülkelerdeki toplumsal ilişkilerin rolü büyük. Aile bağlarının kopması, misafirlik kavramının neredeyse yıllarca önce unutulmuş arkeolojik bir anlama dönüşmesi, çocuk doğum oranındaki azalma gibi etmeler evlerin metrekarelerinin küçülmesinde önemli rol oynuyor.
Gelişmiş ülkelerde hal böyleyken ve evler hızla küçülürken ülkemizde de mevcut evlerin hacmi kullanıcılara yetmiyor. Maddi durumlar yüzünden daha büyük bir eve taşınılamıyorsa, evin kendisi büyütülüyor. Balkonlar kapatılıyor, ilave katlar çıkılıyor, duvarlar yıkılıyor; kısacası Türk halkı ne yapıp, ediyor, mevcut imkanlar dahilinde daha büyük bir eve sahip oluyor.
Özellikle, köyden kente göçün başlamasıyla beraber, hızla artan gecekoduların yerini bugün apartman gecekonduları olarak adlandırılan “Balkon kapama” ya da “Ev genişletilme” faaliyetinin aldığını tüm dikkatli gözler görüyor. Türk halkı hala, her an yer değiştirecekmiş psikolojisiyle yaşıyor. Dolayısıyla da hiçbir şeyi atmaya kıyamıyor; evlerinden misafir eksik olmuyor; birçokları için ideal çocuk sayısı üçün altına düşmüyor. Dört duvarla çevirmediği hiçbir şeyin sahibi olduğunu kabullenemiyor; balkonlarını kapatıyor çünkü ancak bu yolla sahiplik duygusunu doyuma ulaştırabiliyor.
DAR ALANDA BÜYÜK ÇABALAR ADLİYEYE TAŞINIYOR
Sonuçta da ülkemizin adliye sarayları, dolayısıyla da mahkemeleri on binlerce “Balkon davası” dosyasına ev sahipliği yapıyor. Ahşap, plastik ve cam malzemelerle kaplanan balkonlar hemen hemen her apartmanda göze çarpan önemli bir unsur halinde.. Hatta kimi şehirlerde balkon kapama oranı yüzde 70’lere ulaşmış durumda. Tabii, yıkım kararı alan belediyelerin, ya da komşusunu şikayet eden mülk sahiplerinin adliyeye yansıyan dosya sayısı da o oranda artış gösteriyor. Bu nokta da balkon kapamanın suç olup olmadığı tartışmaları çeşitli nedenlere dayandırılıyor. Bu nedenlerin aydınlatılması konusunda ise bizlere İdare Mahkemeleri kararları ile son karar mercii olan Danıştay kararları yol gösteriyor. Evinin balkonunu camekanla kapayanlar için, Belediyeler 3194 sayılı kanunun 32. maddesi gereği yıkım ve aynı kanunun 42. maddesi uyarınca yüz milyonları bulan para cezası verebiliyor. Üstelik, kararlara uymayan konutun elektrik ve suyu kesilebiliyor. Son aşamada da belediye yıkım ekipleri kaçak kısmı yerle bir edebiliyor. Bu tip tatsız durumlara düşmek istemeyenler İdari Mahkemelere başvuruyor ve ilk aşamada yürütmeyi durdurma kararı alıp, belediyenin sert hamlesini savuşturuyor. İdare mahkemelerinin kararından sonra da, dosya Danıştay’a gidiyor ve Danıştay üyeleri ya mahkemenin aldığı kararı onaylıyor, ya da bozuyor. İşte, balkon kapama üzerine son söz sahibi Danıştay’ın aldığı örnek kararlar ve sonuçları.
BALKONUNUZ GÖMME İSE TAMAM DA YA ÇIKMAYSA...
Danıştay, balkonlar ilgili olarak iki mimari tür üzerinden karar veriyor. Bu balkon örnekleri gömme ve çıkma olarak adlandırılıyor. Her iki balkon türü de kısmen gömme-kısmen çıkma ve köşe balkon olarak alt gruplara ayrılıyor. Alt grupların hangi balkon türüne ait olduğuna bilirkişi karar veriyor. Bilirkişinin kararına göre de davalının karşılaşacağı muamele belirleniyor.
İnşaat tabanı alanından taşmayan ve gömme balkon olarak tabir edilen kısımların cam ve PVC denilen aksamla kapatılmasını Danıştay kanuna aykırı bulmuyor. Dolayısıyla belediyeden izin almak, ya da cezaya çarptırılmak gibi bir sorun yaşanmıyor. Ayrıca İç duvar da yıkılabilir. Ankara Çankaya’daki bir başka olayda encümen, evin aydınlık boşluğuna bakan gömme balkon ile mutfak arasındaki duvarın kaldırılması suretiyle elde edilen yeni mekanın eski haline getirilmesine ilişkin karar vermiş. Davalı şahıs, encümen kararının iptali için İdare Mahkemesi’ne dava açmış. Ankara 6. İdare Mahkemesi, “söz konusu duvarın kaldırılmasının binanın taşıyıcı unsurlarını etkilemediği, yapının statik dengesini bozmadığı, bütünlük sağladığı, yapı estetiğini etkilemediği” gerekçesiyle encümen kararını iptal etmiş. İdarenin başvurusu üzerine ise Danıştay 6. Dairesi 1995/4505 esas no’lu kararında, itirazı yersiz bularak mahkeme kararını onamış ve binanın statik dengesini bozmayacak iç duvarın kaldırılabileceği yönünde hüküm kurmuş.
BİNANIN STATİĞİNİ BOZACAK DUVAR YIKIMI YASAL DEĞİL
Ancak, her ne koşulda olursa olsun, kapatılmış gömme bir balkonun statiği bozacak iç duvarlarının yıkılmasına izin verilmiyor. Dolayısıyla, gömme bir balkonu kapatıp, üstüne üstlük örneğin mutfak duvarlarını yıkarak balkonu iç alana dahil edilmesi yasalara aykırı bulunuyor.
Danıştay’ın gömme balkonların kapatılmasıyla ilgili olarak verdiği karar örneği ise şöyle: Danıştay 6. Dairesi, 2003/1183 esas no’lu davası İzmir İdare Mahkemesi’nin belediye encümeninin aldığı kapatılan balkonun yıkılmasıyla ilgili kararı bozmasına dayanıyor. Kararın bozulması nedeniyle Danıştay’a başvuran belediye, “Gömme balkon” niteliğinde olan yerin alimünyum çerçeve ve cam ile kapatılmasının sonucu kapalı alan oluşturarak kullanım alanında bir artışın söz konusu olmaması ve yapılan imalatlarla komşu mesafelerin ihlal edilmemesi karşısında ruhsat gerektirmeyen bu imalatlar nedeniyle tesis edilen yıkım işleminde hukuka uyarlık bulunmadığı gerekçesiyle iptaline karar verilmiş, bu karar davalı idarece temyiz edilmiştir. Ancak temyiz istemi yerinde görülmeyerek Danıştay tarafından, İzmir İdare Mahkemesi’nin kararı onamıştır.
BETON MATERYAL CAM VE PVC SİSTEMLERDE DURUM NE
Konuyla ilgili teknik açıklamalar yapan Danıştay yetkililerinin dikkat çektiği bir başka önemli konu ise kapatma işleminde kullanılan materyal. Danıştay, kapatılma işleminin kesinlikle beton, tuğla ve benzer materyallere gerçekleştirilemeyeceğine dikkat çekiyor. Danıştay, bu tür yapı malzemelerinin kullanılması halinde kesinlikle yıkım kararı alınması gerektiğini vurguluyor. Danıştay kapama işleminde kullanılacak materyalleri “portatif, sökülüp takılabilir, katlanılabilir” şeklinde tanımlıyor. Danıştay, bu tanımdan hareketle pvc ve cam kaplamayı gömme balkonun yasalara uygun kapanmasında kullanılabileceğini belirtiyor. Danıştay, pvc ya da cam kaplama yapılsa dahi, en ufak betonarme müdahalenin yıkım kararıyla sonuçlanacağına dikkat çekiyor. Danıştay, seviye yükseltilmesinde dahi betonarme materyalin kullanılamayacağını bildiriyor.
DANIŞTAY GÖMME BALKONDA KAPATANIN YANINDA
Konuyla ilgili olarak, bir başka örnek de ise Danıştay, İzmir 3. İdare Mahkemesi’nin verdiği yıkım kararıyla ilgili olarak tersi bir karar veriyor. İzmir 3. İdare Mahkemesi “açık alan niteliğindeki balkonun sabit doğrama yapılmak ve cam takılmak suretiyle kapalı alana dönüştürülmesinin ruhsat alınmadan yapılabilecek nitelik taşımadığı, tadilat sonucu kapatılan balkonun gömme veya çıkma olmasının, oluşan kapalı alanın salona dahil edilmemesinin uyuşmazlığın çözümünde etkisinin olmadığı” gerekçesiyle yıkım ve para cezasına karar veriyor. Danıştay 6. Dairesi’nin 2003/3265 esas no’lu kararında ise bilirkişi raporunda balkonun “çıkma değil gömme” olduğunun vurgulandığını hatırlatarak, “gömme balkonun kapatılması suretiyle taban alanı dışında yeni ve fazladan bir alan kazanılmadığı, çekme mesafesinin ihlal edilmesinin söz konusu olmadığı, tadilatın taşıyıcı unsurları etkilemediği” gerekçesiyle mahkeme kararını bozuyor.
ÇIKMA BALKONUN EN UFAK ŞANSI YOK
Çıkma balkon diye tabir edilen, binanın ön veya yanında, inşaat alanı dışında, bahçe mesafesi içinde kalan balkonların kapatılması kanuna aykırı sayılıyor. Bu tip balkonlar camla kapatılsa dahi bahçe mesafesini ihlal edip, inşaat alanını arttırdığı için yasa dışı olarak adlandırılıyor. Danıştay kararlarında, çıkma balkonla ilgili şu örnek konuyu açıklamaya yetiyor: Mülk sahibi, evin yan cephe balkonunu projesine aykırı olarak plastik doğrama ve camekânla kapatıyor. Ancak, kapatmayla ilgili yıkım kararı alınıyor. Mülk sahibi yapılan bölümünün yıktırılmasına ilişkin encümen kararının iptali için dava açıyor. İdare mahkemesi, “söz konusu balkonun kapatılmasının kullanım alanının genişlemesine yol açmadığı, ayrıca plastik doğrama üzerine oturduğu, balkon duvarının projesine uygun olduğu” gerekçesiyle encümenin kararını iptal ediyor. Danıştay 6. Dairesi ise 1998/2582 esas no’lu kararında, “yan cephedeki balkonun kapatılması aynı zamanda yan bahçe mesafesinin ihlali sonucu doğurması” nedeniyle mahkemenin kararını bozuyor ve balkonda gerçekleşen ilavelerin yıkılmasına karar veriyor.
Danıştay, yeni mimari yönelimlerle birlikte üçüncü olarak kısmen çıkma, kısmen de gömme sayılabilecek balkonlar için de bilirkişi tayin ediyor, yapılan keşif sonucu karar veriyor. Öte yandan köşe balkonlarda, yani iki yanı kapalı balkonlarda da gömme ya da çıkma olup olmadığı yönündeki karar da bilirkişi raporuna istinaden veriliyor. Danıştay meseleye idare mahkemeleri boyutunda bakıyor. Dolayısıyla belediyeler ile balkonu kapatanlar arasındaki dava sürecini son karar mercii olarak sonuca bağlıyor. Dolayısıyla, komşuların balkon kapamayla ilgili olarak birbirleriyle arasındaki sorunun mahkeme boyutuna taşınmış hali Adliye Mahkemeleri koridorlarında çözülmeye çalışılıyor.
Yazının Devamını Oku 6 Aralık 2009
Kısa süre önce “Genetiğiyle oynanan Ankara ödülü nasıl aldı” başlığıyla bir yazı kaleme almıştım. Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in, şehrin dört bir tarafını “2009 Avrupa Ödülü”nü Ankara’nın kazandığını belirten afişlerle donatmasına değinip, herkesçe malum şovlarını eleştirmiştim. Avrupa Parlamentosu’nun internet sitesinde yayınlanan ödül hikayesinin de Gökçek’in anlattığından çok farklı olduğunu vurgulamıştım. Okuyucu iletileri benim için çok önemli. Hepsini tek tek okur, değerlendiririm. Aktardığım konulardaki haklı ya da haksız olduğum yönleri tartmama çok yardımcı olurlar. İşte bu platforma çok sayıda mail geliyor ki, içlerinden iki tanesini sizlerle paylaşmak istedim. Aydagül Soysal isimli okuyucu Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne Avrupa Parlamentosu tarafından verilen ödülü zarif bir üslupla ereştirmiş. Kısaca diyor ki: “Bu ödüle sizin gibi anlam veremeyen sıradan bir vatandaş olarak yazıyorum. Arabam yok ve her gün işe otobüsle gidip geliyorum. Otobüsler çok eski ve sıkış tıkış seyahat ediyoruz. Ne dökülen otobüsler, ne de bozuk yollarda yürümekten her ay kırılan ayakkabı topuklarım beni üzüyor. Neyse ki kültür sanat faaliyetlerimiz kayda değermiş de bu ödüle hak kazanmışız. İyi çalışmalar, mürekkebiniz kurumasın.” Yazının yanına da bir fotoğraf eklemiş. Çok beğendim ve sizlerle bu fotoğrafı paylaşmak istedim. İnanın Sayın Aydagül Soysal’ın yolladığı bu fotoğraf her şeyi izah ediyor.
BAŞKENT HAFIZASI KALMAYAN ÖZENTİ BİR ŞEHRE Mİ DÖNÜŞTÜ
Bir diğer okuyucu Ayşe Öktem ise şu satırları yazmış. “Çıkan yazınızı sakladım. Size yüzde yüz katılıyorum. Altmış yaşıma geldim; çoğunlukla Ankara’da oturdum ve hep Ankara’yı savundum. Ukala İstanbullular gelip ileri geri konuştuklarında söyleyebileceğimiz şeyler vardı... Şimdi hiç bir argüman geliştiremiyorum. Son derece sevimsiz, hiç bir özelliği olmayan, hiç bir hafızası kalmayan, özenti bir şehir haline getirildi. Aslında getirdiler demek gerek. Fakat Belediye Meclisi’nde kimsenin sesi de çıkmıyor. Her adımda koca koca panolarda Ankara’nın aldığı Avrupa ödülünden söz edildiğini görünce deli oluyorum. İşin acı yanı çok kimse de buna inanıyor.”
Bu satırları yazan Başkentlileri gördükçe köşeme sarf ettiğim emeklerin boşa gitmediğini görüyorum ki, geleceğe umutla bakmamı sağlıyor. Hazır söz genetikten açılmışken uzunca bir süredir araştırmasını yaptığım GDO’lu ürünlere yönelik çalışmalardan bahsetmek istiyorum. Biliyorum, bu konuda hepinizin kafası karışık. Herkesten farklı sesler çıkıyor ve vatandaşın anlayacağı dilden doğru dürüst bilgi veren yok. İşte Dünya Tarım Örgütü ve AB raporları ile yüzyüze görüştüğüm birçok bilim adamı ve Tarım Bakanlığı yetkilisinin açıklamalarından çıkardığım notlar.
TÜRLER ARASI GEN TRANSFERİNE DUR DENMELİ
Kısaca, biyolojik yöntemlerle kendi türü dışındaki bir türden gen aktarılarak belirli özellikleri değiştirilen bitki, hayvan ya da mikro organizmalara “Transgenetik” deniyor ki, herkes bu uygulamaya karşı çıkıyor. Yani hayvandan bitkiye, bakteriden bitkiye gen transferine karşılar. Bitkiler arası ve özellikle akrabalar arası gen transferine ise daha sıcak bakıyorlar. Bu kapsamda örneğin domuza ait gen domatese, bakteri veya virüse ait gen de bitkiye aktarılabiliyor.
GDO üretimine yaygın olarak 1996 yılından itibaren başlandı. Bugün tüm dünyada Türkiye’nin yüz ölçümüne yakın bir alanda transgenetik ekim yapılıyor ki, bu ekim alanlarının yüzde 99’u ABD, Arjantin, Kanada, Çin ve Brezilya’da bulunuyor. 1998 yılından bu yana da doğru dürüst bir denetime tutulmadan ülkemize girişi yapılıyor. Örnek vermek gerekirse de 2003 yılında 1 milyon 800 bin ton mısır, 800 bin ton soya ithal edilmişti. Bir not daha mısırın yüzde 81’i, soyanın ise yüzde 88’i ABD ve Arjantin’den gelmişti. İthal edilen işlenmiş ürünlerin büyük bölümü GDO içeriğine sahipti ki, bu günde durum farklı değil. Mısır ve soyadan üretilen yağ, un, nişasta, glikoz şurubu, sakaroz, fruktoz içeren gıdalar, bisküvi, kraker, kaplamalı çerezler, pudingler, bitkisel yağlar, bebek mamaları, şekerlemeler, çikolata ve gofretler, hazır çorbalar, mısır ve soyayı yem olarak tüketen tavuk ve benzeri hayvansal gıdalar, GDO’lu olma riski taşıyan gıdaların başında geliyor.
ÜLKEMİZ GDO’LARIN BOMBARDIMANIYLA KARŞI KARŞIYA
Özetle ülkemiz, genetiği değiştirilmiş organizmaların yani kısa adıyla GDO’ların bombardımanıyla karşı karşıya. Sağlığa zararlı olup olmadığı tartışmaları sürerken GDO’lar hayvansal gıdalar başta olmak üzere neredeyse tümüyle hayatımıza girmiş durumda. Özellikle çok uluslu şirketler bu ürünlerin zararlı olmadığını kanıtlamaya çalışırken ziraatçılar, sayısız tehlikeleri sıralıyor. Çok uluslu şirketler diyorum, çünkü genetiği değiştirilmiş gıdalar daha uzun raf ömrü ile gıda zincirinde daha fazla kar sağlıyor. Hatta ziraatçıların bir kısmı daha da ileri giderek, “Bir ülkenin işgal edilmesinde kullanılan yöntemlerden biri GDO’lu ürünlerdir” diyor. Tarım Bakanlığı yetkilileri ise bakteri ve hayvanlarından bitkiye gen transferine vize vermeyeceklerini, ancak akraba türler arasında yapılan gen aktarımı ile geliştirilen ürünlerin üretilebileceğini belirtiyor.
BİTKİ HAYVAN KARIŞIMI YENİ TÜRLER OLUŞABİLİR
Tüm Avrupa’da 13 bin civarında olan bitki çeşidinin 11 bini Türkiye’de bulunuyor. Bunların bir kısmı endemik bitki... Kontrollü alanlar dışında GDO’lu ürünleri soktuğunuzda, genetik çeşitler kayboluyor, yerel türler bunlarla rekabet edemediğinden hızla yok oluyor. Bir kez gen aktarımı başlamışsa genetiği değiştirilmiş ürünün doğal ürünlere bulaşmaması önlenemez hale geliyor.
Bir bitkiye aktarılan yabancı ot ilaçlarına dayanıklılık geni, rüzgar veya arılar vasıtasıyla yabancı otlara taşınırsa, bu yabani otlarla savaşmak olanaksız hale geliyor. Bu durumda da zararlı olmayan böceklerde yok oluyor. Farklı bir türe gen transferine imkan verildiği için, bitki- hayvan karışımı yeni türler oluşabiliyor. Ayrıca zararlılara karşı direnç kazanan GDO’lu ürünler böceklerdeki değişimi hızlandırıyor ve daha güçlü böceklerin var olmasını sağlıyor.
ALERJİLER ARTIYOR ANTİBİYOTİKLER KİYAFETSİZ KALIYOR
Gelelim insan sağlığı açısından ne tür riskler yarattığına. İnsan ve hayvan sağlığı açısından doğurdukları risk ve tehditler, yatay gen transferi, alerjiler, antibiyotiklere direnç, toksin birikimi ve metabolizma değişiklikleri olarak sayılabilir. İnek sütü, yumurta, balık, kabuklu deniz ürünleri, soya, fıstık, buğdayda alerji saptanıyor. Soya alerjisi en çok rapor edileni. GDO’lardan başka canlılara gen kaçışında, insan sindirim sisteminin bu geçiş için uygun ortam sağlayabileceği sonucuna ulaşılmış durumda. Yarısı sağlam diğer yarısı ameliyatlı hastada yapılan deneyler sonucu, sağlıklı bireylerin sindirim sisteminde ve bağırsak bakterilerinde yabancı DNA tümüyle dışarı atılmış. Ama ameliyatlı yani hasta bireylerde yabancı DNA’nın yüzde 4’ü sindirim sistemi ve bağırsak bakterilerinde kalmış.
Özellikle bu ürünlerin çiğ yenmesi durumunda mide ve bağırsak tarafından tutulması artıyor. GDO’lu patatesin, sıçan mide çeperi üzerinde uyarıcı büyüme etkisi saptanmış. Kardelenden elde edilmiş lektin geni ürünün laboratuar koşullarında insan akyuvarlarına bağlandığı görülmüş. Bu alanda 13 bin ile 22 bin kat daha fazla bebek cinsiyet sorunları, endokrin cevaplı kanser saptanmış.
İÇİNDE GDO BULUNAN ÜRÜNÜ NASIL TANIRIZ
Açıklamalardan öğreniyorum ki, Tarım Bakanlığı hayvan veya bakteri geni aktarılmış bitkilerin ithalatı ve üretimine kesinlikle izin vermeyecekmiş. Ancak GDO çalışmalarının önünü de kesme gibi bir niyeti de yok. Hatta bazı bakanlık yetkilileri Türkiye’nin bu teknolojide geri kalmasını matbaanın 300 yıl sonra gelmesine benzetiyor. Yukarıda da belirttiğim gibi Bakanlık, hayvandan bitkiye, bakteriden bitkiye gen transferine karşı. Bitkiler arası ve özellikle akrabalar arası gen transferine ise daha sıcak bakıyor.
Gelelim en önemli sorunun yanıtına. GDO’lu ürünü nasıl anlayabiliriz? Maalesef etiketinde yazmadığı sürece tüketicinin GDO’ları tanıması mümkün değil. Türkiye’de GDO’lu ürünleri tespit edecek birkaç laboratuar bulunuyor. Bu laboratuarlarda gıda ürünlerinin içinde GDO olup olmadığı, varsa hangi genin aktarıldığı, genetik yapısı içinde oranı tespit ediliyor. Laboratuarlarda vatandaşın istediği üründe GDO araştırması yaptırması mümkün. Bunun maliyeti ise 200 ile 600 TL arasında değişiyor. Yenimahalle’de bulunan Ankara İl Kontrol Laboratuar Müdürlüğü’nde sonuçlar üç gün içinde veriliyor.
Sözün özü; sofrada, tarlada, kısacası doğada bilinçsizce GDO tüketimi ve kullanımı yanlışsa, Başkentin genetiğiyle oynanması da o derece yanlış.
Yazının Devamını Oku 29 Kasım 2009
Geçen Pazar Ankara’nın gidilebilecek bölge ve mekanlarını ele alıp, yer darlığından bir kısmını da bu haftaki köşeme aktaracağımı yazmıştım. Birazdan sözümde duracağım, ama öncelikle uzun süredir bazı cadde ve bulvarlarda tehlike yaratan bir durumdan dolayı Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün dikkatini çekmek istiyorum. Biliyorum ki, bu konuda hassaslar ama aldıkları tedbir yeterli düzeyde değil...
Bildiğiniz üzere Ankara’nın dört bir tarafı çevre yollarıyla donatılmış durumda. Araçlar, özellikle de ağır vasıtalar kent trafiğine girmeden bu otobanlar sayesinde yoluna devam edebiliyor. Örneğin Konya’dan gelen bir araç, şehir merkezine girmeden İzmir’e, Samsun’a ve başka yönlere gidebiliyor. Ayrıca, kısa adı UKOME olan Belediye Ulaşım Koordinasyon Merkezi’nin aldığı bir kararla kamyon, otobüs, TIR gibi ağır tonajlı araçların kent merkezine girmesi yasak, ya da belli kurallara bağlı. Ancak, gel gör ki, Konya, İstanbul, Eskişehir, Samsun yolu gibi en az üç şeritli bulvarlarda ağır vasıtalar cirit atıyor. Tabii beraberinde de hem trafik sıkışıklığını, hem de büyük tehlikeleri getiriyor. Asfalt yolların ve su gideri olarak kullanılan mazgalların ağırlıktan dolayı deforme olması da işin cabası. Örneğin, Eskişehir Yolu olarak adlandırılan Dumlupınar Bulvarı’nda son bir ay içinde tanık olduğum olayların haddi hesabı yok. Çarpışan TIR’ları mı arasınız, bozulup yolu kapatan kamyonları mı, yağ akıtıp kazalara sebep olan otobüsleri mi? İstanbul yolu, Konya yolu, Samsun yolu gibi şehir içinde kalan ana arterlerde de durum aktardığımdan farksız değil.
AĞIR VASITALAR YOLDA CİRİT ATIYOR
Sorum, Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne... Büyükşehir Belediyesi mücavir alan sınırı içi olarak kabul edilen, başka bir değişle kent merkezi içinde kalan bu yollarda daha sıkı denetim yapılamaz mı? Belli ki uyanıklık yapıp, çevreyolu yerine kent merkezinden geçerek mesafeyi kısaltan birçok ağır vasıta sürüsü var, bunların şehre girişi engellenemez mi? Ya da gözden kaçtı diyelim, Mobese kameralarına yakalananlara büyük cezalar yazılamaz mı? İnanın, Allah korusun günün birin de çok büyük kazaya tanık olabiliriz. Hatta geçen yıl Konya istikametinden gelen freni patlamış kamyonun önüne otuz aracı katarak büyük bir kazaya neden olması dün gibi aklımda.
Şimdi aranızdan bazıları, kömür-odun dağıtımı yapan, ev eşyası nakleden, bozulacak gıda, tıbbi ilaç gibi malzeme taşıyan taşıtların durumunun ne olacağını soruyordur. Cevabı gayet basit; Trafik Denetleme Şube Müdürlüğünden izin belgesi almak kaydıyla bu tip araçlar kent içi yollara giriş-çıkış yapabilirler. Ayrıca bu kapsama girmeyen ağır tonajlı taşıtlar için de yasada bazı imkanlar var ki, Ulaşım Koordinasyon Merkezi’nin belirlediği zaman aralığında girebilirler. Benim karşı çıktığım ise trafiğin en yoğun olduğu saatlerde bulvarları kullanan ve çevreyolundan gitme imkânı varken şehir içi arteri tercih eden sorumsuz sürücüler.
Geçenlerde OSTİM Sanayi Bölgesi’nden mal yükleyip, yola koyulan kamyon ve TIR’lara göz gezdirdim. Birçoğu direksiyonu çevreyoluna çevirirken, aralarından bazıları şehir içini tercih ediyordu. Takip edip gördüm ki, gidecekleri şehrin otoyoluna kestirmeden ulaşmak için Ankara cadde ve bulvarlarını kullanıyorlar. Keza bazı şehirlerarası otobüsler AŞTİ’ye kadar uzanan bulvar dururken, kent içi caddeleri tercih ediyorlar. Üstelik bir de yolun köprü altı gibi tenha yerlerinde yolcu indirip, bindiriyorlar.
ALINAN KARARDA DEĞİL DE DENETİMDE ZAFİYET VAR
Büyükşehir Belediyesi’nin internet sitesinden girip, UKOME kararlarına göz gezdirdim. Orada şöyle bir madde var. “Genel kural olarak; Ankara ulaşım bölgesi olarak tanımlanan ve kenti çevreleyen otoyolun çevrelediği alana, kamyonların, taşıt katarlarının, at arabalarının, süvarilerin, elle çekilen veya itilen arabaların, tarım traktör ve araçlarının girmesi, otobüslerin kentte programsız dolaşması ve kamyonetlerin belirli alanlara girmesi yasaklanmıştır.”
Yine aynı kararda, örneğin kömür odun dağıtımı yapan kamyon ve kamyonetlerin Pazar günleri her saatte, diğer günler ise 10.00 ile 17.00 saatleri arasında, Trafik Denetleme Şube Müdürlüğü’nden izin belgesi almak kaydıyla kent bütününe giriş ve çıkış yapmasına müsaade edilmiş.
Demek ki bu tip araçların şehir merkezinde elini kolunu sallayarak dolaşmaması için kurallar konmuş. Ancak bu kuralları uygulamakta emniyetin bir zafiyeti var. Gerçi son zamanlarda yolda çevirme yapan bir çok trafik ekibine rastlıyorum ama ağır tonajlı araçların ana arterlerde geliş ve gidişinde gözle görülür bir azalma yok. Emniyet yetkililerine naçizane bir tavsiyem olacak. En az radar ve park kontrolleri kadar bu konuya da eğilseler çok iyi olacak. İnanın trafik çok daha rahat akacak, can ve mal kaybındaki azalma da başarının bonusu olacak.
BU CADDENİN ENERJİSİ DUR DURAK BİLMİYOR
Geçen hafta Ankara’nın gidilebilecek özel bölgelerini ve mekânlarını satırlara dökerken, Çankaya, Gazi Osman Paşa, Oran ve Çayyolu’nu ele almıştım. Seçerken de işletmenin sağladığı keyif ve lezzet ortamının yanı sıra sigara yasağı karşısında geliştirdiği yöntemleri kriterlerimin arasına koymuştum. İşte bu hafta da soğuk kış gecelerine ev sahipliği yapacak diğer bölge ve mekanları köşeme taşıdım. Turuma da Bahçelievler semtinden başladım.
Yıllardır bitmek bilmeyen enerjisi ile Bahçelievler, Ankara’nın en gözde semtlerinden biri olma özelliğini halen koruyor. Gün boyunca alış veriş yapmak ve gezmek isteyen binlerce kişi tarafından ziyaret ediliyor. Akşamları ise canlı müzik sunan mekânlarla birlikte, caddeyi ziyaret edenler eğlenceye doyuyor. Özellikle 7. Cadde ve 3. Cadde gençler tarafından yoğun ilgi görüyor. Bahçelievler’de, saat 18’den sonra yoğunlaşmaya başlayan trafik, gece yarısı 02’ye kadar devam ediyor.
7. cadde üzerindeki Pampero ve Brothers Cafe, canlı müzikleri ile caddenin en renkli durakları. Yine 7. caddedeki Sicily’s Bistro ile Emek 4. caddedeki Pappermill ise İtalyan mutfaklarıyla begeni topluyor. Son yıllarda üniversite öğrencileri tarafından rağbet gören oyun-kafelere ise Bahçelievler’in hemen her sokağında konuşlanıyor. Ayrıca caddede ayaküstü oturup bir şeyler yiyip içilebilecek birçok pastane, restoran ve fast-food dükkanı da büyük ilgi görüyor.
ÇUKURUNU BİLMEM AMA AMBAR LEZZET DURAKLARIYLA DOLU
Balgat’ta bulunan Çukurambar semti, Oran’daki milletvekili lojmanlarının yıkılmasının ardından, deyim yerindeyse ikamet için milletvekillerinin göz bebeği oldu. Pek çok milletvekilinin bu semte taşınmasıyla da bir anda yıldızı parladı. Birkaç yıl öncesine kadar caddenin en önemli mekanı olarak Liva Pastanesi’ni sayabilecekken, şimdilerde Big Chefs, Eat’n Joy, S’lo kafeler ile Sultan Ahmet Köftecisi’nin adı ön plana çıkıyor. Semtin hemen yakınındaki Çırağan Kebapçısı ile Akman Otel’in barı ise listenizde bulunsun. Tıpkı Balgat’taki Ahmet Taner Kışlalı Spor Salonu’nda yer alan Piano Plus restoran- bar gibi.
GÜNDÜZÜ BAŞKA GECESİ BAŞKA BİR KEYİF SUNUYOR
Ucuz eğlencenin mekanı tanımlamasına uygun Kızılay’daki Sakarya Caddesi, 24 saat yaşıyor desem yanlış olmaz. Günün hangi saatinde giderseniz gidin kendinizi yoğun bir kalabalığın içinde buluyorsunuz. Sakarya Caddesi’nde hareket sabah erken saatlerden itibaren başlıyor ki, kafe, pastane ve börekçi gibi mekanlarda yer bulmak neredeyse imkansız. Öğle saatlerinde ise Sakarya’nın meşhur dönercileri devreye giriyor. İçlerinden birinde kuyruğa girmeyi göze alarak döner yemenizi tavsiye ederim. Havanın kararmasıyla birlikte de Sakarya Caddesi’nde hareketlenme başlıyor ve eğlenceli dakikalar sizi etkisi altına alıyor. Caddeye çıkan ara sokaklardaki çok sayıda meyhane ve birahanenin yanı sıra SSK İşhanı’ndaki sayısız barda eğlence bahçelere ve hatta sokaklara taşıyor.
KALEDEKİ EĞLENCE SİZİ BURÇLAR ARASINA HAPSEDEBİLİR
Ankara Kalesi’nde tarihi dokunun içinde yer alan birbirinden ilginç ve renkli mekanlarda gönlünüzce eğlenebilirsiniz. Gündüz ayrı, gece ayrı keyif sunan kale mekânlarında yemekler genelde Türk mutfağına yönelik. Gündüzleri yabancı turistlerin de yoğun ilgi gösterdiği kale restoranlarında, akşam saatleri daha keyifli. Genellikle canlı müzik ve fasıllı eğlenceler sizi mest edebilir. Gelelim benim beğeni süzgecimden geçen ve size de tavsiye edebileceğim işletmelerin isimlerine. Çengel Han’da Koç Müzesi’yle aynı ortamı paylaşan Divan Brasserie de kebaplar çok lezzetli. Dünya mutfağından örnekleri sunan Kale Washington Restoran ise yemekleri kadar Ankara manzaralı terasıyla da meşhur? And Kafe ise tıpkı Hancı Meyhane ile Zenger Paşa Konağı gibi otantik dekoruyla ilgi çekmesini biliyor.
HASTANENİN İÇİNDEKİ LEZZET DOKTORU
Kale’ye çok yakın iki işletmeden daha bahsedeyim. Hacettepe Üniversitesi yerleşkesinde bulunan Park Kebapçısı gerek lezzetleriyle, gerekse kent manzarasıyla hoş bir mekan. Ulustaki merkez binasını yani Amiral gemisini halen prestij kaynağı olarak sunan Uludağ ise dönerdeki üstünlüğünü kimseye kaptırmayacağa benziyor.
Başkentlilerin sayfiye çıkışı olarak görünen Gölbaşı ise başta Beykoz ile Belçikalının Yeri olmak üzere birçok işletmeye sahip. Hafta sonları çok kalabalık olan bu mekanlara hafta içi bir günde gitmenizi hem kaliteli servis bekleyenler, hem de dingin bir ortamda göl keyfi arayanlar için tavsiye ederim.
Yazının Devamını Oku