7 Mayıs 2011
BAŞBAKAN Erdoğan’ın ortaya koyduğu sıfır reel faiz politikası direktifini iki sebeple fevkalade ciddiye alıyorum. Birincisi, son 8 yıla damgasını vurmuş “yüksek faiz” uygulamasını hiçbir şekilde onaylamamıştım. Yüksek faiz aleyhine belki onlarca yazı yazdım. Son Yeniçeri gibi fahiş düzeylere çıkan faize karşı fikren savaştım. Gözlemler yaptım ve kendimce kuramlar geliştirdim. Faiz meselesi, benim ilgi alanımın tam merkezine düşer. Faize kafayı takmış olan ben, sıfır reel faiz konusunu ciddiye almayayım da kimler alsın? İkincisi, Başbakan Erdoğan, bugün ülkemizin en etkili ve yetkili siyasetçisidir. İzlenen ve izlenecek iktisadi ve mali politikalarda, onun son sözü söylediğini biliyoruz. Bu yüzden onun “sıfır reel faiz” önermesini, para politikasını belirleyen yetkililer ciddiye alacaktır. O kişilerin bunu ciddiye alacak olması, benim de konuyu ciddiye almam için yeterli bir sebeptir. Başbakanın faizler hakkında yaptığı konuşmaların metinlerini okurken, sanki benim son yıllarda yazdığım makalelerden alıntı yapıyormuş hissine kapıldım. Aklın yolu birdir, Başbakanın kimseden alıntı yapmasına gerek yoktur. Alıntı yapmış olması benim bir hüsnükuruntum.
* * *
Öncelikle “faiz-enflasyon” arasındaki nedensellik ilişkisi üzerinde durmak istiyorum. Bazılarımızın papağan gibi tekrar ettikleri şey “faiz yükselirse, enflasyon düşer; faiz düşerse, enflasyon artar” ibaresi sadece belli halleri kapsar. Bu, somut ortamdan soyutlanabilecek evrensel bir kural değildir. Bu şekilde konuşanlara “nasıl oluyor da Japonya’da veya İsviçre’de uzun yıllardan beri düşük reel faiz olduğu halde enflasyon yükselmiyor” sorusu mutlaka sorulmalı cevabı istenmelidir.
* * *
Ekonomik ve sosyal gelişme belli bir düzeye gelince “düşük faiz-düşük enflasyon” denkliğinin kurulduğu tecrübeyle sabittir. Aynı şekilde “yüksek faiz-yüksek enflasyon” çiftleşmesi niçin olmasın? Bu olay da Türkiye’de ve Latin Amerika’da yıllarca yaşanmadı mı? Karşılıklı etkileşimler “tavuk-yumurta” misaline benzemez mi? Yüksek faiz, yüksek enflasyonun hem sonucu hem de sebebi olamaz mı? Hocalarımız şöyle diyor: Yüksek faizin, enflasyonu yükseltmesi diye bir şey iktisatta yoktur. Nokta. Acaba?
* * *
Eğer olaylara yeteri kadar tepeden bakılmazsa, “sebep-sonuç” ilişkisi tek yönlü gibi gözükür. Hâlbuki iktisadi ve sosyal hayatta, sebepler ve sonuçlar bir çember üstünde hareket eder. Mesela politikada “şiddetin tırmanması” diye oluşum var. Polis sert davrandıkça, nümayişçi de daha sert karşılık vermiyor mu? Nümayişçi sert davranınca polisin de sertliği artmıyor mu?
* * *
Yüksek faizin, enflasyonu azdırmasının birkaç sebebi vardır. Anlaşılması en kolay olanı “reel faiz-net kira” özdeşliğidir. Faizler arttıkça, kiralar da artar. Anlaşılması biraz daha zor olanı “bugünün vadeli fiyatı, yarının peşin fiyatı” özdeşliğidir. Vade farkları arttıkça, fiyatlar da artar. Hakeza, devlet tahvilin faizi arttıkça, Hazine’nin açıkları artar. Açık arttıkça, Hazine faizi yükselir. Faiz, enflasyon
ilişkisi soyut bir ortamda oluşmaz. Çevre şartları önemlidir.
Son Söz: Etkileyen, etkilediğinden etkilenir.
Yazının Devamını Oku 4 Mayıs 2011
BAŞBAKAN Erdoğan, muhtemelen İslami bir çerçevede düşünerek, iktisadi politikada tercihlerinin “Sıfır reel faiz” olduğunu söyledi.
Bu irade beyanının Merkez Bankası yöneticilerini tesir altında bırakacağı açıktır. İşin ilginç yanı, bırakın sıfır reel faizi, Türkiye’de 1980 yılına kadar sürekli olarak “negatif reel faiz” geçerli olmuştur. Pozitif reel faiz 1980’den sonra ortaya çıkmıştır. Bu son 30 yıl içinde dahi, devalüasyonla başlayan finansal kriz yıllarında, faizler reel olarak negatif olmuştur. Mesela “Kur Çıpası”nın uygulandığı 2000 yılında % 35 faizle paralarını tahvile bağlayanlar 2001 yılında enflasyon % 68 olunca eksi % 20 faiz almışlardır. Yani anaparaları reel olarak % 20 küçülmüştür. Krizden sonra dövizlerini bozdurup tahvil alanlar ise %40’lara varan reel faiz kazancı elde etmişlerdir.
* * *
Herhalde yaşanan bu deneylerin bir sonucu olsa gerek, biraz da bankaların ittirmesiyle, ülkemiz yüksek faizi her derde deva brokoli sananlar diyarı olmuştur. Gün geçmiyor ki, basında “faizler arttırılmalıdır” diye bir yazı çıkmasın. Şimdi soru şudur: 2002 yılından beri enflasyonla mücadele için uygulanmasına rağmen, hayır böyle bir politika uygulamıyoruz beyanlarıyla inkâr edilen “yüksek faiz-düşük kur” politikası artık bitmiş midir? Bitmişse bunun yerine “düşük faiz-yüksek kur” politikası mı konmuştur. Yoksa her şey oluruna mı bırakılmıştır? Bunu anlamak için “Hedef, sıfır reel faizdir” yönlendirmesinin para politikalarına nasıl yansımasını izleyeceğiz.
* * *
Eğer sıfır reel faiz bir hedef ise, bu hedefe ulaşmak için Merkez Bankası ve Hazine nasıl bir işbirliği içine girecektir? Bu işbirliğiyle, sıfır reel faiz nasıl elde edilir? Bütçe ve vergi politikası bu hedefe nasıl hizmet eder? Enflasyon başını kaldırırsa, ulaşılan sıfır reel faiz sürdürülebilir mi? Sıfır reel faizin, döviz fiyatlarına etkisi ne olur? Cari açıkta, düzensiz bir düzeltme ortaya çıkar mı? Cari açık düzensiz bir şekilde düzelirse, bu bütçe gelirlerine ve kamu kesimi açıklarına nasıl yansır? Sıfır reel faizin, kısa ve uzun vadede yatırımlara, gelir dağılımına ve işsizliğe etkisi nedir? Bu soruların hokka gibi cevapları yoktur. Ancak ben “düşük faiz-yüksek kur” politikası, “yüksek kalkınma-düşük işsizlik” hedefi için elzemdir iddiasındayım.
* * *
Türkiye’nin 2002’den sonraki görünümü şöyledir. Özel sektör, yatırımlarını pahalı TL ile içeriden borçlanacağına, küresel şartlar elverdiği için, ucuz dövizle dışarıdan borçlanarak yapmıştır. Bu da Hazinenin yurt içinden TL ile borçlanmasını kolaylaştırmıştır. Üstelik ucuz döviz, ithalatı patlatınca, dolaylı vergiler artmış ve kamu açıkları azalmıştır. Azalan kamu açıkları ve düşen enflasyon sayesinde faizler de düşmüş, hem kamunun faiz giderleri hem de kamu borç stokunun milli gelire oranı düşmüştür.
* * *
Yazının Devamını Oku 30 Nisan 2011
EFSUNKÂR, büyüleyici demektir. Osmanlı Devletinde hürriyet hareketlerinin ateşli savunucularından Namık Kemal’in bir gün gelip, sanki yaptıklarının umulan sonucu sağlamadığını görüp üzülmüşçesine; “Ne kadar büyüleyici yüzün varmış ey hürriyet,
Gerçi esaretten kurtulduk, ama şimdi de aşkının esiri olduk”
demesi çok manidardır. Mensubu olduğu AKP hükümetinin izlediği Kürt politikasını pek benimsemediği izlenimi veren ve açılımın istenilen sonucu sağlamadığını gören Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, Kürt bağımsızlık hareketi sözcülerinin, ettikleri her lafın önüne mutlaka “demokratik” kelimesi getirmesinden gına getirmiş olmalıdır. Nitekim geçenlerde dayanamayıp “demokrasi bu kadar zırva kaldırmaz” diye tepkisini koydu.
* * *
Ülkemizde kurulduğu günden beri “cumhuriyet” ile “demokrasi” çatışmıştır. Cumhuriyet, saltanatın kaldırılmasından ve hâkimiyetin kaynağı olarak hanedan yerine milleti koymaktan da ibaret değildir. “Türkiye Cumhuriyeti” deyimi, belli bir ülküsü ve yönetim ilkeleri olan bir devleti anlatır. Pek tabii bunlar değiştirilemez değildir. Ama esaslar değişince, ortaya yeni bir veya birkaç cumhuriyet çıkmış olur. O zaman da bu yeni cumhuriyetin ülküsünü ve ilkelerini koruyup, kollayanlarla onları
reddeden “demokratik” hareketler arasında bir çatışma çıkacaktır.
* * *
Cumhuriyet ile demokrasinin çatışması, Türkiye’ye mahsus bir mesele değildir. Özellikle Amerika Birleşik Devletlerinde bu çatışma çok belirgindir. O kadar ki, ABD’nin siyasal yapısı, birinin adı “Cumhuriyetçiler” diğerinin adı “Demokratlar” olan iki rakip parti üzerine inşa edilmiştir. Cumhuriyet, “cumhur”dan, yani halktan; demokrasi de Yunanca “demos”tan yani, o da halktan türemiştir, dolayısıyla ikisi de aynı anlama gelir demek yanlıştır. Çünkü demokrasi bir süreç, cumhuriyet bir sözleşmedir.
* * *
İşin ilginç yanı ABD’de koyu Cumhuriyetçi başkanlarından, baba ve oğul George Bush’lar, ABD’nin Irak’ı işgal etmesinin ahlâki gerekçesinin, o ülkeye “demokrasi” götürmek olduğunu söylemiştir. Burada zannedildiği gibi bir çelişki veya iki yüzlülük yoktur. Çünkü cumhuriyet,
kuramsal olarak “tek millet-tek devlet” fikrini, demokrasi “her halkın kendi kendini yönetmesi” fikrini savunur. ABD ve AB, kendileri için “cumhuriyetçi” bölüp yönetmek istediği ülkeler için “demokrasicidir”. Bu bağlamda Demokrat Partili Amerikalılar bile cumhuriyetçidir. Amerikan millet meclisinde ve yerel hükümetlerde işe “Bağlılık Yemini” (Pledge of Allegaince) ederek başlanır. Bu yemin demokrasiye değil, “milletin bölünmezliği esasına dayanan cumhuriyete bağlı kalacağım” ahdini içerir.
* * *
Cumhuriyette, millet; demokrasilerde halklar vardır. Cumhuriyete, evrensel laik fikirler, demokrasiye yerel inançlar renk verir. Cumhuriyette hukuk, demokraside kamuoyu oluşturmak esastır. Demokraside çoğunluğun mutlak hâkimiyeti, cumhuriyette birey hakları ve hâkimiyette çoğulculuk vardır.
Son Söz: Yerel demokrasi, ulusal demokrasinin kurdudur.
Yazının Devamını Oku 27 Nisan 2011
GEÇENLERDE, televizyon karşısına geçmiş, kanallar arasında zıplarken, karşıma bir iktisat söyleşisi çıktı. Ortadan bir yerden izlemeye başladım. Merkez Bankası’nın almakta olduğu ve alması gereken önlemlerle ilgili bir makale tartışılıyordu. Makalede anlaşılan “ısınmakta olan ekonomimizin soğutulması için, faizlerin daha da indirilmesi iyi olur” gibi bir ibare varmış. Yorumcu hoca derhal parladı ve şöyle dedi: “Ekonominin ısınması denilen oluşumun göstergesi enflasyondur. Bunun da çaresi faizleri düşürmek değil, tam aksine arttırmaktır. Türkiye’de enflasyon düşmektedir. Dolayısıyla ısınma yoktur. Makalede ileri sürülen fikirler külliyen yanlıştır”.
* * *
Hocanın sözleri mantıken doğruydu. Ama iktisadi muhakemesi (reasoning, sebep-sonuç bağlamında düşünme) “külliyen yanlıştı”. Dedikleri mantıken doğruydu. Çünkü “ekonomide ısınma” diye adlandırılan kötü gelişmenin tek göstergesi enflasyonun yükselmesidir diye bir tanım ortaya koydu. Ardından, sermaye hareketleri serbestleştiğinden beri pek de geçerliliği kalmayan, “enflasyonun düşürülmesi için ulusal paranın faizini arttırmak gerekir” ilişkisini hatırladı. Bu iki ifadeden, mantığın kıyas dediği yolla sonuca ulaştı. Makale sahibinin düşüncesi yanlıştı. Çünkü ortada ısınma yoktu. İspatı enflasyonun düşmesiydi. Hem olsa bile bunun çaresi faizleri düşürmek değil arttırmaktı. Hocaya göre makale yazarı sınavda çakmıştı.
Hâlbuki ekonominin ısınması denilen oluşum “iç talebin, milli gelir artışından daha hızlı büyümesi” olarak da tanımlanabilir. Bunun da göstergesi “cari açığın artmasıdır” denilebilir. Eğer cari açığın artması istenmeyen bir sonuçsa, o takdirde bu açığın büyümesini uyaran sıcak para girişlerini yavaşlatmak gereklidir. Bu maksatla, TL’li mevduat, tahvil ve bono getirilerini, yani faizlerini düşürecek düzenlemeler yapılabilir. Benim yukarıda yer verdiğim tanıma göre, Türk ekonomisi ısınmaktadır. Çünkü milli gelir 2010 yılında yüzde 8.9 büyürken iç talep yüzde 13.2 büyümüştür. Bu bir iç talep canlanmasıdır ve ısınmanın öncüsüdür. Göstergesi de 2009 yılında milli gelirin yüzde 2.3’ü olan cari açığın, 2010’da yüzde 6.6’sına çıkmasıdır.
Bugün ülkemizde tartışılması gereken temel iktisadi politika sorusu şudur: Cari açığın büyümesi Türk ekonomisi için bir tehlike midir? Yani bu cari açık büyümesi günün sonunda “finansal istikrarı” bozabilecek midir? Finansal istikrar bozulunca “fiyat istikrarı” da kendiliğinden bozulabilir mi? Hem finansal hem de fiyat istikrarı bozulunca ortaya ekonomik istikrarsızlık çıkabilir mi? Ekonomik istikrarsızlık, büyümeyi yavaşlatıp işsizliği arttırmaz mı? Eğer cevabınız hayırsa, mesele yok. İstediğiniz kadar Merkez Bankası’nın aldığı veya Maliye’nin alabileceği tedbirleri eleştirebilir ve hiçbir öneride bulunmayabilirsiniz. Ama cevabınız “evet, cari açık ileride tehlikeli gelişmeler yol açacak bir baş belasıdır” diyorsanız, o zaman alınan ve alınacak önlemleri yine eleştirebilirsiniz. Ama mutlaka kendi çözümlerinizi ortaya koymalısınız. Bu soruya öncelikle ekonomik program açıklayan siyasi partilerimiz ve ateş altındaki bankacılarımız cevap vermelidir.
Son Söz: Muhakeme mantığı içerir, mantık muhakemeyi içermez.
Yazının Devamını Oku 23 Nisan 2011
BİR zamanlar TRT’de “Cumhuriyete Kol Kanat Gerenler” diye bir dizi vardı. Üç gün önce 91 yaşında aramızdan ayrılan Kemal Kurdaş, o dizide yer alan ve genellikle 1900 doğumlulardan oluşan birinci nesilden değildi. Ama o kuşağın ruh ve akıl yapısına sahipti. Kemal Kurdaş da “cumhuriyete kol kanat geren” mücahitlerden biriydi. Ülküsü, en geniş kapsamıyla Türk milletini “namerde muhtaç olmadan” yaşatacak iktisadi yapının kurulmasıydı. Devrimci, atılımcı, inatçı, yapıcı, çalışkan, özgüveni yüksek, ulusal bağımsızlık sevdalısı ve en önemlisi tam anlamıyla lâik bir insandı.
* * *
Kemal Kurdaş denince akla Orta Doğu Teknik Üniversitesi gelir. Kurdaş’ın üstlendiği başka önemli görevler de vardır. Mesela Kemal Kurdaş, 2001’de Kemal Derviş ne ise, 1961’de odur. 1980’den sonra özel sektörün önde gelen kuruluşlarına akıl hocalığı yapmıştır. Kemal Kurdaş tam bir çevrecidir. İbadet eder gibi, durmadan ağaç dikerdi. Ülkemizin arkeolojik zenginliklerin gün ışığına çıkarılması, onun bir başka ceht alanıydı.
* * *
Kemal Kurdaş’ın adı, bir akademisyen olmadığı halde, 8 yıl rektörlüğünü yaptığı Orta Doğu Teknik Üniversitesi ile birlikte anılır. Ancak kendisi ODTÜ’nün kurucusu veya kurucu rektörü değildir. 1956’da “Türkiye’nin iktisadi kalkınması için gerekli elemanları yetiştirmek” amacıyla temeli atılan ODTÜ’nün kurucusu, devrin Karayolları Genel Müdürü Vecdi Diker’dir. Kurucu rektörü ise, o zamanki unvanıyla “Geçici Direktör”ü, Pennsylvania Üniversitesi’nden mimarlık profesörü ve ODTÜ’nün mimarlık fakültesi kurucu dekanı Thomas B. A. Godfrey’dir. Godfrey’den sonra “Danışman Rektör” sıfatıyla Teksas Üniversitesi makine mühendisliği profesörlerinden W. R. Woolrich görev yapmıştır. Üniversite’nin ilk rektörü ise New York’un Cooper Union üniversitesi profesörlerinden Edwin S. Burdell’dir. 27 Mayıs 1960’taki askeri darbeden sonra Burdell’in işine son verilmiş, yerine profesör Turhan Feyzioğlu atanmıştır. Feyzioğlu’nu, profesör Seha Meray izlemiştir. Kemal Kurdaş onlardan sonra göreve gelmiştir.
* * *
Ben Kemal Kurdaş’la 1980’de tanıştım. Anadolu Grubu’nda ve STFA’ da birlikte çalıştık. Kurdaş, “Banka ve Ekonomik Yorumlar Dergisi”nin yayın kurulu başkanıydı. Yaklaşık 20 kişilik bir “iktisatçılar” grubu, Kurdaş’ın riyasetinde Pera Palas Oteli’nin giriş katındaki salonda ayda bir kez toplanırdık. O zamanlar henüz solculuk ölmemiş, ama rengi solmuştu. Aramızdaki sosyalist (light komünist) arkadaşlar hafiften kapitalizme doğru dümen kırmaya başlamışlardı. Amerika’da Reagan, İngiltere’de Thatcher ve Türkiye’de Özal, Chicago Okulu’nun ünlü iktisatçısı Friedman’ın açtığı “parasalcı” yoldan ilerlemeye başlamıştı. Kapitalist sistemle işleyen bir ulusal ekonomide kriz çıkarsa, devlet, piyasalara müdahale etmelidir diyen Keynes öldü biliniyordu. İşte bu “transformasyon” (değişim) ortamında Kemal Kurdaş’ın orkestra şefliğinde bizler de “hakikatin peşinde koşuyor” ama bir türlü onu yakalayamıyorduk. Şimdi Kurdaş yok. Ama koşu devam ediyor.
Son Söz: Hak tektir; ama onu sadece Hakk bilir.
Yazının Devamını Oku 20 Nisan 2011
AVRUPA Euro’su, Amerikan Doları karşısında pek de kimsenin beklemediği 1.45 gibi bir düzeye yükseldi sonra biraz geriledi. Önce şunu ifade edeyim. Bu yükselişin devam etmeyeceği kanaatindeyim. Gelelim hikâyenin öncesine. Birkaç ay önce Euro/Dolar kurunun 1.25’e hatta 1.20’ye gerileyeceği öngörüleri genel kabul görüyordu. Hatta dünya finans çevrelerinde Euro’nun geleceği sorgulanıyordu. Ben, aynı fikirde değildim. Hem Euro’nun varlığını sürdüreceğini hem de Euro’nun dolar karşısında güçleneceğini söylüyordum. Nitekim bu görüşümü “Euro, Doları Döver” diye bu köşede açıklamıştım. Ancak Euro’ya bu kadar güvenen ben bile Euro/Dolar kambiyo kurunun 1.45’e yükseleceğine ihtimal vermiyordum. Peki, ne oldu da ortaya bu kadar güçlü bir Euro çıktı? Bugün, bu konuyu irdeleyeceğim.
* * *
Her “para birimi” (currency) yani TL, dolar veya Euro, netice itibariyle bir “mal”dır. Nasıl her malın piyasada bir fiyatı olursa, her para biriminin de piyasada bir fiyatı vardır. Piyasada geçerli olan bu fiyat hiçbir zaman “Serbest Pazar Ekonomisi”nin sözünü ettiği veya tanımladığı “pazar fiyatı” değildir. Çünkü para birimlerinin “üreticisi” daima bir “tekeldir”. Bu tekel de o ülkenin veya bölgenin merkez bankasıdır. Üreticisi tekel bir malın, tanım icabı “pazar fiyatı” teşekkül edemez. Pazar fiyatı olmasa da netice itibariyle her para biriminin fiilen bir “fiyatı” vardır. Fiyat da, bilindiği gibi arz ve talebe bağlı olarak değişir. Piyasada görünen fiyata “kambiyo kuru” (değişim oranı) denir. Eğer Euro’nun Dolarla ifade edilen fiyatı artmışsa, Euro’ya talep artmıştır. Nokta. Demek ki birileri “Dolar” satıp “Euro” almaktadır. Bu birileri kimdir, niçin dolar satıp, Euro almaktalar?
* * *
Para birimlerine olan talebin iki kaynağı vardır. Biri ticari, diğeri malî işlemlerdir. Eğer bir Amerikalı tüccar Almanya’dan mal ithal etmek istiyorsa, satıcı firma bunun bedelini işlem sonunda Euro olarak hesaplarına geçirir. Demek ki, Amerikalı tüccarın Almanya’dan mal ithal etmek istemesi Euro’ya bir talep yaratır. Bu örnek küresel ekonomi şartları içinde çoğaltılabilir. Bu tip para birimi taleplerine “ticari amaçlı” denir. Kurların belirlenmesinde ticari amaçlı talepler uzun vadede temel sebeptir (Fundamentals). Ancak bundan daha mühim olan ve kısa vadede kurlarda büyük dalgalanmalara sebep olan şey ise “mali talep”tir. Burada talebi tetikleyen etken, faiz ile kur değişikliği yani spekülatif getiri beklentileridir.
* * *
Son bir ayda yaşanan Euro’nun dolar karşısında yükselmesinin ana sebebi budur. Yunanistan, İrlanda ve Portekiz ekonomileri battıkça, bu ülkelerin devlet tahvillerinin faiz verimleri yüzde 12’nin üstüne çıktı. Fırsata bakın: Hem paranız Euro’da duracak hem de yüzde 12 faiz alacaksınız. Pek tabii burada bir risk vardı. Bu ülkeler devlet tahvillerini ödeyemeyebilirlerdi. Ancak Çin ve diğer uyanık zenginler gördü ki; Avrupa Merkez Bankası (kısaca Almanya) yaptığı “ülke kurtarma” operasyonlarıyla fiilen bu tahvillerin kefili olmuştur. Birikimlerini ve rezervlerini dolarda tutanlar, dolar bozdurup Euro’lu tahvil alımına geçtiler. Euro’yu zirveye taşıyan olay işte budur.
Son Söz: Borçluyu bırak, kefile bak.
Yazının Devamını Oku 16 Nisan 2011
BU yazıdaki bilgilerin kaynağı, benim de bir mezunu olduğum Pennsylvania Üniversitesi’nin “Gazette” adlı aylık dergisidir. Pennsylvania Üniversite’sinin tıp fakültesi 1765’te kurulmuştur. Amerikanın ilk tıbbiyesidir. Kalp cerrahisi profesörü ve TV yıldızı Dr. Mehmet Öz bu fakülteden mezundur. Dr. Öz, tıp eğitimi ile birlikte işletme fakültesine de devam ederek, aynı gün hem tıp doktoru hem de işletme mastırı derecesi ile mezun olmuştur.
* * *
Bu fakültenin tıbbi araştırma yapan bilim adamı hocaları vardır. Bunlardan Virginia Lee ve John Trajonowski, bir zamanlar adına bunama denilen Alzheimer’s hastalığının “tedavisi” üstünde araştırmalar yapıyorlarmış. Yukarıdaki cümlede, tedavi kelimesini tırnak içine yazdım. Çünkü hocalar da tedavi fiilini özel bir anlamda kullanıyor. Yani öyle bir ilaç veya yöntem bulacağız ki, bu hastalık tamamen iyileşecektir demiyorlar. Bunun yerine, hastalığın kötü seyrini “beş yıl kadar geciktirmeyi” hedefliyorlar. Bu suretle önümüzdeki dönemde dünya ölçeğinde, sağlık harcamalarında yılda 1,5 trilyon dolar tasarruf sağlanabileceğini hesaplıyorlar. Beni, bu yazıyı kaleme almaya tahrik eden husus işte bu tababet ekonomisi oldu.
* * *
1906 yılında Dr. Alois Alzheimer, ihtiyarladıkça oluşan ve çoğunlukla 73–74 yaşlarında görünür hale gelen ve önce insanı unutkan, sonra da ne yaptığını bilmez hale getiren illetin, aslında bir beyin tahribatı olduğunu keşfeder. O yıllarda Amerika’da “muhtemel ömür” 48 yıldır. Dolayısıyla bu hastalığa duçar olanların sayısı çok azdır. Bunların bakımı da topluma büyük bir yük getirmemektedir. İnsanlar, nispeten genç yaşlarında, çoğu kez mikrobik hastalıklardan ölmektedir. İlaç tıbbının ve cerrahi yöntemlerin gelişmesiyle, insan ömrü uzamış ve günümüzde gelişmiş ülkelerde muhtemel ömür 78 yaş olmuştur. Uzayan ömür, genç yaşlarda seyrek rastlanan yeni illetlerin ortaya çıkmasına sebep teşkil etmiştir. Beyin hücrelerinin hızla ölmeye başlaması, beyin dokusunun sertleşmesi ve beynin büzüşüp küçülmesi şeklinde tezahür eden Alzheimer hastalığı, sonunda insanı “başkalarının yardımı olmaksızın yaşamını sürdüremez” hale getirmektedir. Ekonomide denge için, bırakın insanın “tükettiği kadar üreten” olması kuralını, insan bu hastalığa duçar olunca neredeyse kendinden başka bir kişiyi de tam zamanlı işgal etmektedir. Böylece iki kişi birden “üretenler” takımından çıkmaktadır. Üstelik hastalık geri dönüşü olmayan bir seyir izlemekte ve ölümle sonuçlanmaktadır. Ortada hiçbir getirisi olmayan tam bir “ziyan” vardır.
* * *
Trajonowski ve Lee üniversitede bir Alzheimer Araştırma Örgütü kurmuş. Bu örgüt aynı konuda araştırma yapan diğer bilim insanları ve kurumlarla ilişki kurarak bir ağ oluşturmuş. Hedefleri, yakın bir tarihte Alzheimer hastalarına, hastalığın seyrini yavaşlatan ve yaklaşık bir 5 yıl daha başkalarına muhtaç olmadan yaşamlarını sürdürmelerini sağlayacak bir ilaç üretmek. Muhtemelen sayısı milyonlara varacak bu hastaların çoğu, beş yıl içinde kalp krizinden veya bir başka sebeple ölecektir. Böylece Alzheimer’li hastaların bakımının ulusal ekonomiye getireceği yük azalacaktır diyorlar. İşte size, faiz-döviz muhabbeti dışında gerçek bir iktisat konusu.
Son Söz: Ölümden kaçınılamaz, ama sürünmekten kaçınılabilir.
Yazının Devamını Oku 13 Nisan 2011
İKTİSAT okurken ilk öğrendiğim tuhaf kavramlardan biri de “tasarrufun çelişkisi” (Paradox of Thriftiness) idi. Bu kavram şunu diyor: Her ne kadar bir ülke halkının tasarruf oranı yükseldikçe, milli gelir büyümesi de artar dense de bazen tersi olur. Çünkü tasarrufun milli geliri arttırması şarta bağlıdır. O şart da tasarruf edilen gelirin o yıl içinde harcanmasıdır. Bu harcama, yatırım veya tüketim için olabilir. Fark etmez. Yeter ki tasarruf edilen gelir, boş, boş yatmasın. İşte çelişki buradadır. Tasarruf, hem iyi hem de kötüdür. Hocam Fuat Çobanoğlu kabil tasarrufa “kirli çorap içinde para saklamak” derdi. Bunun Osmanlıcası “iddihâr”, İngilizcesi “hoarding”tir.
* * *
Ancak bugünkü yazının konusu yukarıda anlatılan “tasarrufun çelişkisi” değildir. Bugün ulusal ekonomilerde yaratılan fazla tasarrufun, küresel ekonomide yarattığı burkulmadan ve bunun nasıl krizlere sebep olduğundan bahsedeceğim. Şüphe yok ki; bu da bir tür tasarruf çelişkisidir.
* * *
Ele alacağımız somut olay Çin, Japonya, Almanya gibi ciddi cari hesap fazlası veren, yani tasarruf fazlası olan ülkelerin, bu paraları, başka ülkelere ihraç ederek onların başını bela sokmalarıdır. Türkiye de “belalı tasarruf” ithal eden ve bu yüzden ulusal tasarruf oranını arttıramayan ülkelerden biridir. Başı belaya girenlerin başında da ABD gelmektedir. Cari fazla veren ülkeler, bunları başka ülkelere ihraç ederler. Pek tabii bu paranın müşterisi cari açık veren ülkelerdir. Zaten bir ülke, döviz rezervlerini kullanma hali dışında (ki hazıra dağ dayanmaz) yurt dışından tasarruf ithal edemezse, cari açık veremez. Fazlası olan ülke bu fazla parayı;
Cari açığı olan ülkelerin devlet tahvillerine,
Cari açığı olan ülke şirketlerinin hisse senetlerine,
Cari açığı olan ülkelerin özelleştirilen kamu şirketlerine,
Cari açığı olan ülkelerin gayrimenkullerine yatırır veya
Bankalar aracılığıyla bu ülkede kredi genişlemesi yaratır.
Bu yolların biri veya birkaçı ile cari açığı olan ülkeye yabancı para girince, o ülkenin ulusal parası değerlenir. Enflasyon düşer. Menkul ve gayrimenkul varlıkların fiyatları artar. Ülke, dışarıdan borçlandıkça rahatlar. Hane halkı, sahip olduğu arsanın, binanın veya hisse senetlerinin fiyatının arttığını gördükçe “nasıl olsa zengin oldum, artık tasarruf etmesem de olur” der. Tüketimini arttırır. Hatta durduk yerde zenginleşme, insanı müsrif yapar.
* * *
Aynı süreçte, tasarruf ithal eden ülkenin kamuya ait firmaların, telefon ve elektrik şirketlerinin, kamu arazilerinin, limanlarının, paralı yol ve köprülerinin, barajlarının fiyatı da artar. Bunlar yabancılara satıldıkça, cari açık veren ülkenin “devleti” de durduk yerde zenginleşir ve savurganlaşır. Böylece o ülkenin, hane halkı, özel sektör firmaları ve kamu kesimi coşku içinde yatırım harcamalarını da arttırır. Ülkeye ne kadar çok para girerse, tasarruf oranı o kadar düşer. Ama diğer yandan zenginleşme devam eder. Bu saadet zinciri, oyuna son katılan orta sınıfın spekülatif kârlarını realize etmeye başlamasıyla birlikte kopar. Buna da finansal kriz denir.
Son Söz: Taşıma su, değirmeni bozar.
Yazının Devamını Oku