Haberin kaynağı Akşam Gazetesi’dir. Bu haberi Güngör Uras Milliyet’te “nerede bu 10 milyar dolar” diye mizahi bir şekilde yorumlayınca kıyamet koptu. Bakan Bayraktar, Güngör Uras’ı aramış, “sözlerim yanlış anlaşıldı; ben, bu kadar “yatırım” gelebilir dedim, onlar “yardım” anlamışlar” demiş. Ağızdan kaçan her kelime, insanın kafasının gerisini anlatır. Dışarıdan gelen parayla ekonomisinin çarklarını maşallah iyi çeviren Türkiye’de tüm kararlar yabancı para akımının durmamasını sağlamaya yöneliktir. Bakan da kendi sorumluluk alanında “gel para gel” kampanyasına katkı yapmak istemiştir. Olay budur.
BOĞAZİÇİ İMARA AÇILMALIDIR
Ben Boğaziçi’nin resmen imara açılmasını istiyorum. Bu önerimde ironi-mironi yoktur. Çünkü vicdanlı bir şekilde inşa edilecek estetik binaların hiçbir doğal güzelliğe zarar vermeyeceği kanaatindeyim. Üstelik buralar zaten imara açıktır. Boğaziçi seferi yapan bir tekneye binin, Kavaklara kadar gidip gelin. Bakın bakalım, iki yaka da ne kadar çok çirkin binayla doludur. Çirkin yapılaşmanın kök sebebi “yüksek yoğunluk” dur. Eğer Büyükşehir Belediyesi’nin bu olayla ilgili yazılı açıklamasında yer aldığı üzere, toplam 57 bin 470 metrekare olan bu “Sevda Tepesi”ne toplamda 1724 metrekare tabana basan, 3448 metrekare “satılabilir” kapalı alanlı inşaat yapılacaksa ve üstelik irtifa, çatı dâhil 7,5 metreyi geçmeyecekse, bu şarta uyan her arsaya imar izni verilmelidir. Ama herkes biliyor ki yapılacak binalar bu kadar küçük olmayacaktır. Rantın başladığı nokta bizatihi imar izni değil, yoğunluk artışıdır.
YÖNETİM TARZLARI
Çeşitli yönetim tarzları vardır. Mesela “istisna yoluyla yönetim” ilkesi uygulanıyorsa üst yöneticinin, sadece aksayan veya anormallik gösteren durumlara müdahale etmesi yeterlidir. Yolunda giden işlere karışmamalıdır. Bir diğer tarz “amaçlarla yönetim”dir. Bu tarz yönetimde şirketteki her bölüme, her birime ve hatta her kişiye ulaşması gereken ölçülebilir amaçlar verilir ve başarı izlenir. Bir diğer tarz “Güdeleyerek (motive ederek) Yönetme” dir. Değişim gerektiren zor dönemlerinde kullanılan bu tarz, teşkilattaki insanları “dayanışma temasıyla” havaya sokarak çok çalıştırmayı ve fedakârlığa razı etmeyi kapsar.
SUÇLU DURUMA DÜŞÜREREK YÖNETME
Rantlar meselesinin diğer yönü yönetim tarzıyla ilgilidir. Özellikle halk idaresinde sıkça kullanılan bu tekniğe İngilizcede “Management By Guilt” denir. Bu tarzın temeli, iş yapmak isteyen kişileri bir veya birkaç kuralı ihlal etmeden hiçbir iş yapamaz hale getirecek şekilde yasa ve yönetmelikler kaleme almaktır. Hukuki şartlar böyle olunca, iş yapan herkes, ister istemez kabahatli ve hatta suçlu duruma düşecektir. Bu biçimde hazırlanan yasa ve yönetmelikler yöneticilerin elini kuvvetlendirir. Onlar da “ihlâli görmezden gelip” ama asla yazılı onay vermeden kişinin işini yapmasına izin verirler. Böylece toplum, yöneticiler isterse her an cezalandırılabilecek “suçlu” bireylerden teşekkül etmiş olur. Suçluluk hissi insanları haksızlıklara ve rant dağıtıma ses çıkaramayacak hale düşürür. Yönetimi keyfileştirir.
Belki de haklı. Çin ekonomisi her an krize girebilir. Ama benim aklıma şu soru takılıyor. Çin halkı tasarruf ettiği parasını bankaya yatırdığı için, şirketler bankadan borç alabilmiş. Şirketler borçlanmasa, bankaya yatan paralar ne olacak acaba? Herhalde paralar, devlet tahviline yatacak. O zamana da karşımıza Japonya örneği çıkıyor. Japon devleti, dünyanın, milli gelirine oranla en borçlu devleti. Onlar da devlet borcundan batacakmış. Zaten kredi dereceleri düşürülmüş. İşin ilginç yanı hem Çin’in hem de Japonya’nın trilyon dolarlar birikimli cari fazlası var. Yani bu ülkelerin halkları kendi şirketlerinden, kendi devletlerinden ve de başka ülkelerden alacaklılar. Halk tasarruf etmemiş olsaydı, dünya ekonomisinin başına bu borç krizi gelmeyecekti. Demek ki neymiş efendim? Avrupa’daki krizin sebebi başta Almanya olmak üzere bazı ülkelerin tutumlu olmasıymış. Buyurun! Bir tane de buradan yakın.
BİLANÇOYA BAĞLANMAMIŞ HESAP
Muhasebe disiplinin temelleri, bundan yaklaşık 500 yıl önce, Leonardo da Vinci’nin yakın arkadaşı Luca Pacioli tarafından atılmıştır. Pacioli bir din adamı olarak bilinse de o, tam bir “Rönesans Adamı” idi. Rönesans adamı, birçok alanda bilgi ve beceri sahibi olan kişi demektir. Nitekim Pacioli de dinin yanında ticaret, askerlik, matematik, tıp, sanat, müzik, hukuk ve lisan konularında doktora düzeyinde eğitim görmüşmüş. Pacioli, hesapları yanlışsız tutmak için her işlem için “iki kayıt” yapılması gerektiğini bulmuş. Muhasebede bu kayıtların birine “borç” diğerine “alacak” girdisi denir. He işlem iki kayıttan oluştuğuna göre mizan çekildiğinde borçla alacak toplamları birbirine eşit olacaktır. Değilse, mutlaka bir hata vardır. Ülkelerin ve devletlerin “aşırı borçları” yüzünden çıkan krizden bahsedenlerden bir ricam var. Bir de “alacaklıların dökümünü” çıkarsınlar. Bakalım, kimler kimlerden ne kadar alacaklıymış. Belki de çözüme buradan gidilebilir. “Ne kadar ekmek o kadar köfte” misali “ne kadar borç, o kadar alacak” olur değil mi?
TEK KUTUPLU MIKNATIS
Nasıl tek kutuplu mıknatıs olmazsa, fazla veren olmazsa, açık veren ülke de olmaz. Dünyanın en büyük ekonomisi ve güncel krize ilk giren ülke ABD’dir. Amerikalılar, yıllarca yeterince tasarruf etmedi. Bunun kanıtı da ülkenin 8 Trilyon doları aşan birikimli cari açıklarıdır. Ülkelerine bol para girince faizler düştü. Onlar da düşük faizle borçlanıp gayrimenkule yatırım yaptılar. Tabii emlak fiyatları balonu yarattılar. Hatırlamakta fayda var: Cari açığın, bir adı “dış açık” ise diğer adı da “tasarruf açığı”dır. Ben, “tasarruf açığına” bunun ayna simetriği olduğu için “harcama fazlası” diyorum. Çünkü tasarrufları zorla veya ikna yoluyla arttırmak gibi hayaller peşinde koşulmasın istiyorum. Faiz arttırmakla veya vergi koymakla halkın tasarrufu artmaz. Millet ve devlet harcamalarını kıssın, tasarruf kendiliğinden artar diyorum. Ama bu da yetmez. Bu süreçte cari fazla veren ülkelerin de fazlalarını azaltması gerekir.
Son söz: Borçlunun kemerini sıkma, alacaklının kemerini gevşet.
Bunun 460 milyon lirası 2011 yılı içinde verilmiş. 460 milyon liranın 277 milyon lirası da otomotiv sektöründeki şirketlere kesilmiş. Başkanın verdiği bilgiye göre, rekabet ihlallerinden en çok soruşturma açılan sektörler bakımından ulaştırma (herhalde otomotiv buna dâhildir) ilk sırada geliyormuş. İkinci sırada gıda ve üçüncü sırada çimento sektörleri yer alıyormuş.
OTOMOTİV SEKTÖRÜNDE REKABET
Eğer bana birisi Türkiye’de en sert rekabet hangi sektörde var diye sorsa, cevabım otomotiv olurdu. Hemen, hemen dünyanın tüm otomotiv üreticileri Türkiye’de at koşturuyor. Bu sektörde har hangi bir firmanın bırakın tekelci güce sahip olmasını, oligopolistik (birkaç büyük firmanın anlaşmalı hareket etmesi hali) bir yapıdan da bahsedilemez. Otomotiv sektörü tümüyle dışa açıktır. Bu sektörde büyüklerin ezdiği veya ezebileceği yavru firma yoktur. Çünkü piyasa payları ne kadar küçük olursa olsun, faaliyette bulunan firmaların istisnasız hepsi yabancı güçlü kuruluşlardır. Sektöre giriş engeli yoktur. Pek tabii çıkmak da serbesttir. Pekiyi nasıl oluyor da en çok rekabet ihlali bu sektörde yaşanıyor ve otomotiv şirketlerine ağır cezalar kesilebiliyor. Ben bunu anlayamadığıma göre burada “rekabet ihlali” denen eylemin tanımı konusunda benimle kurum arasında ciddi bir fark demektir.
ANLAŞMALI FİYATLANDIRMA
Öncelikle Rekabet Kurumu’na yabancı bir kişi olmadığımı zikretmem gerekir. İlk başkanlardan Profesör Tamer Müftüoğlu ve şimdiki başkan Profesör Nurettin Kaldırımcı zamanında kurumu ziyaret ettim. Çalışmaları hakkında birinci elden bilgi aldım. Hatta iki kez de kurum çalışanlarına düşüncelerimi anlatma imkânım oldu. Rekabet Kurumu, “Rekabetin Korunması” Kanununa göre kurulmuş ve o çerçevede görev yapan “yetkileri çok geniş” adeta mahkeme niteliğinde bir kuruluştur. Kurumun üç temel görev alanından birincisi, aynı sektörde çalışan firmaların, aralarında anlaşarak tabiri caizse rekabette “şike” yapmalarına engel olmaktır.
REKABET, REKABETİN KURDUDUR
Serbest rekabeti bozan en büyük etken bir piyasaya belli bir firmanın hâkim olması ve bu hâkimiyetini kötüye kullanmasıdır. Böyle bir durumun oluşabilmesi için, boğaz boğaza bir rekabet yaşanması ve güçlü olan firmanın en yakın rakibinden başlayarak diğer firmaları kârsızlığa ittirerek ezmesi hatta sektöre yeni girecek rakipleri caydırması gerekir. Hâlbuki “uyumlu eylem ve karar” yani fiyat zamlarını ve bayi kâr marjlarını danışıklı tespit, her firmaya “yaşam alanı bırakmak” demektir. Yani bunların ikisi bir arada olamaz. Türkiye otomotiv sektöründe o kadar çok firma vardır ki; “uyumlu hareket” etmek imkânsızdır. Kuvvetler öyle dağılmıştır ki, “korunması gereken” zavallı bir otomotiv şirketi de yoktur.
Bu yer seçimin gerekçesi İstanbul’un yeni gelişme alanı olarak Karadeniz sahilinin kararlaştırılmış olmasıdır. Zaten üçüncü köprü güzergâhının tespitinde de aynı gerekçe vardır.
İKİ İSTANBUL
Doğal olarak İstanbul, Rumeli ve Anadolu yakası olarak ikiye ayrılır. Eğer Haliç de doğal bir sınır kabul edilirse, Rumeli tarafı da kendi içinde Beyoğlu ve Fatih olarak ikiye ayrılır. Dünya’nın birçok büyük şehri “ikiz”dir. Bu ikizlik de şehrin ortasından geçen bir akarsudan dolayı ortaya çıkar. En çok bilinen ikiz şehir Buda-Peşte dir. İstanbul da aslında bir ikiz hatta üçüz şehirdir.
DÖRDÜNCÜ İSTANBUL
Karadeniz kıyısı iklim şartları ve ormanları yüzünden İstanbul’un doğal gelişme aksı dışında kalmıştır. İstanbul daha ziyade Doğu-Batı ekseninde büyümüştür. Bu sebeple olsa gerek, üçüncü havalimanı adresi olarak hep bu aksın uzantısındaki Silivri gösterilmişti. Hatta üçüncü köprüden önce devreye girecek Boğaziçi tünel geçişleri de yine bu aks üstündedir. Bu güzergâhlar “gelecekteki değil geçmişteki” trafik yükü hesaba katılarak saptanmıştır. Şimdi anlıyoruz ki dördüncü İstanbul kurulmaktadır. Dolayısıyla eski kent planına dayalı yer seçim hesapları rafa kalkmıştır. Bu yüzden üçüncü köprü güzergâhı ve üçüncü havalimanı adresleri değişmektedir.
YEŞİLKÖY ATATÜRK HAVALİMANI GELİŞTİRİLMELİDİR
On tane İstanbul kurulsa da eşsiz konumuyla gelecekte de İstanbul’un en önemli havalimanı Yeşilköy’deki Atatürk havalimanı olacaktır. Üçüncüsü yapılacak diye bu havalimanının kapasitesini geliştirme yatırımları aksatılmamalıdır. Yıllık 32 milyon yolcu kapasitesiyle, büyüklük sıralamasında Dünya 19’uncusu olan Atatürk havalimanı, 90 milyon yolcu kapasiteli limanlar saat gibi işlerken daha fazla büyüyemez denemez. Hiç tereddüt etmeden yanı başındaki Askeri havaalanı Atatürk’e devredilmeli yakın çevresini kanser gibi saran binalar temizlenmelidir. Eğitim için askeri bir havaalanı gerekiyorsa, Hava Kuvvetlerinin elindeki diğer alanlar bu işi görür. Kaldı ki, mesela Çorlu’da inşa edilecek yeni bir askeri havaalanı Yeşilköy’deki askeri havaalanının Atatürk Havalimanına katılmasıyla yaratılacak katma değere kıyasla, çok düşük bir maliyetle inşa edilebilir.
Yani fiziki olaylar, iktisadın kanunlarına tabi değildir. Çünkü fizik, iktisadı kapsar, ama iktisat fiziği kapsamaz. Misali hatırlayın. İnsan iki ayaklıdır, ama her iki ayaklı insan değildir. İki ayaklıların bir kısmı kuştur. Lakin fizik bilmek, tek başına iktisadi kavramaya yetmez. Çünkü iktisadın tâbi olduğu fizik kanunlardan başka yine ters düşemeyeceği biyoloji, psikoloji ve sosyoloji kanunları vardır. Pek tabii iktisadın kendi kanunları da mevcuttur... Felsefe bitti; yolumuza devam edelim.
PARA
Modern iktisat, kâğıt paranın icadıyla başlamıştır. Kâğıt paradan önce kullanılan paralar, altın gümüş gibi değerli maden veya nadir taşlardan olurdu. Hâlbuki kâğıt paranın kendisi (yani kâğıdı) değerli değildir. Kâğıt paranın değeri “itibari”dir. İtibarı da parayı tedavüle sokan ve onun belli coğrafyada kabul edilmesini zorunlu kılan hükümran devletin itibarı kadardır. Kaldı ki günümüzde para yaratmak için kâğıda da ihtiyaç kalmamıştır. Bir kayıt bu işe yetmektedir.
Fizikçi Lavoisier “kapalı bir sistemde, hiçbir şey yoktan var olmaz; varken yok olmaz, sadece hal değiştirir” demiştir. Yazının başında iktisadi hayatta cereyan eden her şey fizik kanunlarına tabidir dedik. Öyleyse bu para denilen şey, nasıl oluyor da yoktan var ediliyor? Cevap: Edilmiyor. Çünkü tedavüle çıkan para, ne gelir ne de servet yaratır. Sadece mevcudu, kişiler ve kurumlar arasında yeniden dağıtıma tabi tutar.
MERKEZ BANKALARI BUNUN İÇİN VARDIR
ABD 2008’de krize girince, Amerikan Merkez Bankası (FED) yaklaşık bir yılda 1,6 trilyon dolar para yaratarak sistemini kurtarmıştır. Çünkü ABD bir “kapalı sistem”dir. Yani “tek para-tek devlet”tir. Halen kriz içinde bulunan Avrupa’da da, Avrupa Merkez Bankası 1 trilyon Euro para yaratmıştır. Bu para 3 vadeli ve düşük faizli olarak bankalara verilmiş; onlar da bu parayla ödemeler sistemini işletmiştir. Ama AB krizden çıkamamıştır. Çünkü “kapalı sistem” değildir. Yani “tek para-çok devlet”tir. Herhalde bu paranın bir kısmı da ülkemize gelmiştir. Türkiye de bu sayede, cari açık vermesine rağmen döviz rezervi arttırmaya devam etmiştir.
Halkı kızdırıcı bir ifade kullanmak gerekirse, Mayıs ayında hayat ucuzlamış. Bu sonuçla Merkez Bankası’nın izlediği anti enflasyonist politika bir bakıma sınıfı geçti. Hemen hatırlatayım geçen yıl, yani 2011 için Merkez Bankası enflasyonun % 5,5 olmasını hedeflemiş, ama gerçekleşme % 10,4 olmuştu. Bu kıstasa göre Merkez Bankası sınıfta kalmıştı. İnşallah bu yılın sonuna kadar herhangi bir yol kazası olmaz ve yıllık enflasyon da Merkez Bankası’nın % 5’lik hedefine inmese bile % 7’lik beklentisi dolayında gerçekleşir.
ENFLASYON NEDEN KÖTÜDÜR
Fiyatların inip çıkması, serbest piyasa sisteminin işlediğini gösterir. Çünkü arz ve talebi dengeye getiren şey fiyat oynamalarıdır. Mekanizma çalışmazsa, yani fiyatlar yukarı-aşağı hareket etmezse talep edilen mal ve hizmetler yeterince üretilmezken; emek ile sermaye, alıcısı olmayan malları üretimiyle uğraşmaya devam eder. Farklı ürün fiyatlarının zaman içinde farklı oluşması (buna iktisatçılar nispi fiyat değişmesi derler) iyi iken, “fiyatlar genel seviyesinin” sürekli artması demek olan enflasyon, kötü addedilir. Çünkü bu hal ulusal para biriminin (mesela TL’nin) değersizleştiğine işaret eder. Ulusal para birimi bozulan bir ülkede “fiyat mekanizması” da iyi çalışmaz.
ENFLASYON SARMALLARI
Büyük usta Friedman “enflasyon her zaman bir parasal olgudur” der. Bu bir sonuç gözlemidir. Ama sürecin tamamı değildir. Esas mesele bu sürecin dinamikleri anlamaktır. İzninizle bunu anlatmaya çalışacağım. Öncelikle, enflasyon bir sarmaldır. Bunu iyi belleyelim. Bir kez başladı mı, kendi kendini besleyen bir harekete dönüşür. Aynen kendinin kuyruğunu kovalamasına benzer. Bu yüzden, enflasyon artsın ziyanı yok, biz sonra onun icabına bakarız demek tehlikelidir. Hayvan bir kere parladı mı onu dizginlemek kolay olmaz. Dolayısıyla enflasyonun başlamasına izin vermemek esastır. Enflasyonu sarmal haline getiren üç “etki-tepki” vardır. Ben bunlara “Enflasyonun Üç Atlısı” adını taktım. Birinci tepki; döviz fiyatlarında “enflasyon kadar devalüasyon” ikinci tepki; bankacılık kesiminde “enflasyon kadar faiz artırımı”, üçüncü tepki ise çalışanlar arasında “enflasyon kadar ücret zammı” talebinin oluşmasıdır. Bu tepkiler derhal şu yansımaları yaratır: Devalüasyon kadar maliyet yükselmesi, faiz artışı kadar vade artışı, firmaya binen ücret artışı yükünü karşılayacak kadar ürün fiyatlarına zam. Böylece sarmal (spiral) oluşur. Bu spiral üzerinde hareket eden “devalüasyon-faiz-ücret” artışları enflasyon arabasını yukarı çekmeye başlar.
HÜKÜMETİN İSTİKRAR POLİTİKASI
Merkez bankaları “enflasyonu önlemekle” görevlidir. Lakin hükümetlerin izleyeceği ters bir iktisadi politikaya rağmen enflasyonu önleme güçleri sınırlıdır. Parayı sıkılaştırma yani hükümete avans vermeme, Hazine tahvili almama, faizleri yükseltme gibi aletlerin etkisi mahduttur. Dolayısıyla “Merkez Bankası enflasyonu önlesin, hükümetin işine karışmasın” denemez. Şimdiki hükümetin, enflasyonun bir numaralı azdırıcısı “kamuda çalışanların ücret zammı” konusunda gösterdiği eli sıkılık, enflasyonun düşüşünde etkili olmuştur. O kadar ki hükümet, kamu çalışanlarına, kişi başına milli gelir artışından doğan “refah payını” vermeyecek kadar hasis davranmıştır. Merkez Bankası ekonomiyi soğutarak cari açığı kapamak için geçen yılın ikinci yarısında önemli bir oranda devalüasyona göz yummuş, bunun sonucunda enflasyon yükselmişti. Yabancı ve yerli bankacılar Merkez Bankası’ndan faizleri arttırarak enflasyonla mücadele etmesini istediler. Ama Merkez Bankası “enflasyona göre faiz arttırma” tuzağına düşmedi. Bu suretle enflasyon arabasını çeken ücret artışlarından çok önce “yüksek faiz” atı da devre dışı kalmıştı. Bu sayede enflasyon artışı, yerini düşüşe terk etti.
Çeşitli ve çoğu kez birbiriyle ilgisiz kanunlarda yapılacak bir iki maddelik değişiklikler tek bir kanun taslağı halinde meclise geliyor ve yasalaşıyor. Son olarak böyle bir torba kanuna ilave edilen bir yeni maddeyle hükümet THY’de ortaya çıkan bir ücret ihtilafına bağlı greve müdahale etti. “Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu”nun grev yapılması yasak işkolları maddesinin kapsamı genişletildi. Havacılık hizmetleri de can ve mal kurtarma, itfaiyecilik, cenaze ve tekfin, enerji üretimi ve dağıtımı, bankacılık ve noterlik, kamu kuruluşları tarafından sağlanan şehir içi ulaştırma hizmetleri gibi “grev yapılması yasak” işkollarına dâhil edildi. Değim yerindeyse “şirkete özel yasa yapıldı”. Yok, kanun, yap kanun!
İŞVERENE ZARAR VE MÜŞTERİYE RAHATSIZLIK VERMEYEN GREV OLMAZ
Grev yasağını savunan AKP milletvekilleri, grev sırasında uçakların çalışmaması yüzünden vatandaşlarının zarar gördüğünü söylemiş. Otobüs veya tren değil “uçak yolcusu” vatandaşlar grev yüzünden seyahatlerinden mahrum kalmış, işleri aksamış. Bu sebeple havayollarında grev yasaklanmıştır diyor. Grev, işveren kâr kaybına uğrasın diye yapılır. Yoksa grevin ne yaptırım gücü olur ki? Bu kâr kaybı ya da işveren şirketin (olayımızda THY) müşterilerinin hizmet alamaması şeklinde ortaya çıkar. Ancak toplu sözleşme ahlakına göre, bu zararın çift taraflı olması gerekir. Yani greve çıkanlar da “ücret kaybına” uğramalıdır. Zaten greve başvurmadan uyuşmazlıkların halledilmesi veya greve çıkılmışsa, grevin bir an önce sona ermesi ancak “iki tarafın da bu eylemeden zarar görmesi” sayesinde olur. “İki taraflı zarar” kuralı, emeğin piyasa fiyatının oluşmasını sağlayan “otomatik düzenleyici mekanizma”dır.
DİRENİŞ VEYA İŞ YAVAŞLATMA
Kötü bir gelenek olarak, ülkemizde nadiren “oyunun kurallarına” uygun grev yapılır. İşçi sendikaları hep, işverenin cebinden grev yapmak ister. Bu biraz da onların güçsüzlüğünden gelir. İster yasal, ister direniş veya iş yavaşlatma şeklinde yasadışı olsun, başlayan bir grevi sona erdirmek için yapılan görüşmelerin ilk iki maddesi daima “işten çıkartılanların, tekrar işe alınması ile grev sırasında ödenmeyen ücretlerin kısmen veya tamamen telafi edilmesi” olur. Bu da özellikle yasadışı grevi sona erdirmenin ilk koşuludur. En zor da burada anlaşma olur.
GREV TEHDİDİYLE ÜCRET PAZARLIĞI
“Toplu Pazarlık-Toplu Sözleşme” düzeni, serbest piyasa ekonomik sisteminin bir kurumudur. Bunun sosyalizmde yeri yoktur. Toplu Pazarlık-Toplu Sözleşme, “Fiyat Mekanizması”nın bir aletidir. İşveren karşısında ferdi pazarlık gücü zayıf olan birey işçilerin, işverenle teker, teker ücret pazarlığı yaparak emeğin piyasa fiyatını teşekkül ettirmesi mümkün değildir diye düşünülmüştür. Bu sebeple pazarlık kolektif (toplu) olarak yapılır. Ancak bu toplu gücün, denetlenememesi emek piyasasında bu sefer ters yönlü haksızlıklar yaratır. Yani iş bulamayanlar veya zayıf işverenle çalışanlar emekçiler ezilir. Güçlü firmanın sendikalı çalışanları imtiyazlı hale gelir. Bu sakıncayı gidermek üzere Amerika’da işverenlere “greve çıkan işçinin yerine işçi alma” hakkı tanınmıştır. Bu hakkın tanınması, sendikalaşmayı zayıflatmıştır. Kaldı ki; küresel ekonomik düzen, kapalı ekonomik düzenden kalma eski tip sendikacılığı ulusal ekonomilere külfet haline getirmiştir. Sendikacılık kendini yenilemelidir.