Geçen pazar günü köşemde bu konuyu işlemiştim. Güngör Uras’la o sabah yaptığımız konuşmada bana “okuru yoran bir yazı kaleme almışsın” diye bir eleştiri yöneltti. Galiba Güngör haklıydı. Üstelik yazıda bir kelime hatası da vardı. Yıllardır üzerinde kafa yorduğum bu konuyu açarak anlatmaya devam ediyorum.
GELİR VE SERVET
Hayatı bize gelir ile servetin ne olup ne olmadığını “aynen” anlatır. Gelir, bir akar; servet ise birikimdir. Servet bir gölse, gelir bir ırmaktır. Bazen ırmaklar gölü besler, bazen göl ırmakları. İktisat dilinde servete, sermaye de denir. İktisadi kalkınmanın yolu ve de amacı, sermaye terakümüdür (birikimidir). Bunun İngilizcesi “Capital Accumulation”dır. Yüksek gelir-yüksek harcama (çeşmenin suyu aktıkça) bireyi veya toplumu rahat yaşatır. Servet biriktirmek ise, akan suyun keyfini tam olarak çıkarmaktan kaçınıp, geleceği güvence altına almaktır. Bu, “ulusal tasarruf oranını arttırıp, birikimi milli servete dönüştürmektir”. Zengin ülke, sadece kişi başına milli geliri yüksek değil, aynı zamanda kişi başına milli serveti de yüksek olandır.
MİLLİ SERVET, MİLLİ GELİRİN KAÇ KATIDIR
İşte bu, can alıcı sorudur. Çünkü milli servetin meydana getiren bileşenlerin tarifi, tasnifi ve ölçümü sorunları henüz çözülmemiştir. Yani üzerinde anlaşılmış bir milli servet ölçü yöntemi yoktur. Yine de şu söylenebilir: Milli servetin, milli gelirin kaç katı olduğu ülkeden ülkeye göre değişir. Sermaye terakümüne çok önce başlamış sömürgeci Avrupa ülkelerin milli servetlerin, milli gelirlerine oranı, sömürülmüş ülkelerden daha yüksektir. Birleşmiş Milletler Teşkilatının yaptığı hesaplarında, 2008 yılında ABD’nin milli serveti, milli gelirinin 10 katı olarak bulunmuştur. Tasarruf oranı yüksek Pasifik ülkelerinde de “Milli Servet/ Milli Gelir” oranı yüksektir ve yükselmeye devam etmektedir. En iyi örnek Dünya birincisi Japonya’dır. Şimdi de Çin aynı yolu izlemektedir. Çin sadece milli gelirini arttırma da değil, milli serveti arttırma hızında da “Dünya Şampiyonu”dur.
MİLLİ SERVET MİLLİ BORÇ
Milli servet varsa, milli borç da vardır. Gerçek milli servet, ülkenin değil, milletin sahip olduğu servettir. Zaman, zaman medyada “Dünyanın En Çok Dış Borcu Olan Ülkeleri” listeleri yayınlanır. Çoğu CIA Factbook’a dayanarak hazırlanan bu listeler kadar hatalı ve kafa karıştıran başka bir istatistik olamaz. Mesela, 2010 yılında yayınlanan listede Almanya, milli gelirinin % 160’ı kadar dış borcu olan ülke olarak üçüncü sırada yer almaktaydı. Bu saçmadır. Hesap net olmalıdır. Cari fazla veren, yani tasarruf ihraç eden Almanya’nın dış borcu olabilir ama “net dış borcu” olamaz. Mutlaka “net dış alacağı” vardır. Alman ulusunun zenginliği, ülkedeki servet ile dış alacakları toplamına eşittir. Zaten bu sebeple Almanlar, Avrupa krizinde menfi tutum takınmaktadır. Çünkü dış alacaklarının kısmen de olsa deve olmasından endişeliler. Ancak serveti korurken, yavaşlayan ekonomileri yüzünden gelirden olacaklar. Sonunda serveti “gaptırmama” telaşından, gelir-servet hesabında “net zararlı” çıkacaklar.
Faizlerin tavan yaptığı yıllarda ben de bir kişinin “kaç para ettiğini” hesaplamıştım. Şöyle düşünmüştüm. Bir emekçinin yıllık ücretine eşit tutarda reel faiz getiren anapara o kişinin (sermaye) değerine eşittir. Nasıl hesapladığımı bir örnekle anlatayım. Mesela bir kişinin aylığı 2500 TL yani yıllık ücret geliri 30.000 TL olsun. O yıl da enflasyon % 10, Hazine Bonosu’nun faizi % 15,5 yani reel faiz de % 5’lerde seyretsin. Bu verilere göre yılda 30.000 TL reel faiz getiren anapara 600 000 liradır. Çünkü 600.000 liralık Hazine Bonosu, % 5 reel faizle yolda 30.000 TL faiz getirir. Bu hesapta emekçinin “aşınma/eskime/yaşlanma” payı sıfır kabul edilmiştir. Hesabın mantığından anlaşılacağı üzere, reel faizlerin düşmesi, çalışan insanın sermaye değerini artırma; reel faizlerin yükselmesi insanın “sermaye” değerini düşmektedir.
MİLLİ BORÇ MİLLİ SERVET
Bu köşede, ülkelerin “milli gelir” hesabı yanında bir de “milli servet” hesabının yapılması gerektiğine birkaç kez değindim. Sebebi “Kamu Borcu / Milli Gelir” oranı % 60’ı geçmemeli diye bir AB kriteri var. Bu oranda bir sakatlık mevcuttur. Çünkü milli gelir bir “akım” iken kamu borcu bir “stok”tur. Kamu borcu da bir “stok”dur. Anlamlı bir oran aynı cinsten iki sayıdan oluşmalıdır. Kısaca “Stok/Stok” olmalı yani “Kamu Borcu / Milli Servet” hesaplanmalıdır. Bu oran gibi zaman, zaman basında da yer alan “En Borçlu Ülkeler” listesi yapmak da kafa karıştırır. Nitekim bundan bir süre önce yayınlanan “En Borçlu Ülkeler” listesinde Almanya ilk sıralardaydı. Ben de “bu Almanlar acaba, uzaydaki bazı gezegenlere mi borçlu?” diyerek bu listeyle dalga geçmiştim. Çünkü her yıl 200 milyar dolar “Cari İşlem Fazlası” veren, yani tasarruf ihraç eden Almanya’nın “bu dünyada net borcu” olamazdı.
BM’NİN, ‘ÜLKELERİN MİLLİ SERVET HESABI RAPORU’ YAYIMLANDI
Birleşmiş Milletler (BM) örgütü, Cambridge Üniversitesi hocalarından Sir Partha Dasgupta gözetiminde hazırladığı “Milletlerin Zenginlik Bilançoları” raporunu geçenlerde yayınlamış. Bana göre (ben kim oluyorsam?) bu hesapta ciddi tanım hataları var. Ukâlalığı bir tarafa bırakıp, size bu çok önemli rapordan kısa bilgiler vereyim. Sir Dasgupta, ülkelerin “milli servetinin / zenginliğin” üç bileşenden oluştuğunu söylüyor: 1. Beşeri sermaye, 2. İnsan yapması fizik sermaye, 3. Doğal zenginlikler.
Dikkat edilirse finans kapital zenginlik kabul edilmiyor. BM uzmanları bu bileşenlerin büyüklüklerini hesaplamış. Önce toplamda “milli servet” sonra, bu sayı nüfusa bölünerek ülkelerin kişi başına “milli servet” listeleri oluşturmuşlar. Tahmin edeceğiniz üzere toplamda en zengin ülke ABD. Milli serveti (2008 yılında) 118 trilyon dolar. O yılki milli gelirinin 10 katı. Ancak kişi başına milli servet hesabında Japonya liste başı oluyor. Japonya’da kişi başına milli servet 420.000 dolar. ABD kişi başına servet listesinde 400.000 dolarla hemen ikinci sırada geliyor Dünya petrol rezervlerin % 16’sına sahip Suudi Arabistan’da kişi başına milli servet ise sadece 105.000 dolar. Tuhaf değil mi? Çünkü Sir Dasgupta’nın hesabında beşeri sermaye yani “yetişmiş insan gücü” en büyük zenginlik kaynağı olarak kabul ediliyor. Hesaplar da ona göre yapılıyor.
Son Söz: Bitmeyen servet, bilgidir.
“İtibar Derecelendirme” (Credit Rating) kuruluşları, tasarruf sahiplerine veya onların parasını yönetenlere bilgi vermek için faaliyet gösterir. Tasarruf sahipleri, hem yüksek getiri almak, hem de para batırmamak ister. Ama bunun ikisi bir arada olmaz. Yatırımın getirisi ile anaparayı batırma ihtimali (riski) arasında ters yönlü bir ilişki vardır. Derecelendirme şirketleri sözüm ona bu “ödünleşmeyi” ölçerek yatırımcıların karar almasını kolaylaştırır. İtibar derecelendirme kuruluşları son yıllarda itibar kaybettilerse de, yine de onların verdiği notları, yatırımcılar görmezlikten gelmemektedir. Ancak not indiriminin davul zurna ile ilan edilmesi çok ters bir iştir. Faydası kadar belki de ondan fazla zararı vardır. Notun duyurulması, bir yandan riske işaret edip ilgili tarafı önlem almaya davet ederken, diğer yandan notu düşürülen ülkenin kamu borçlanma faizlerinin yükselmesine sebep olarak, finansal istikrarını bozmakta ve onu olduğundan daha riskli hale getirmektedir.
BU YAĞMURDA AKITMAYAN DAM YOK
Almanya’nın notu AAA dır. Alman devlet tahvillerinin geri ödenmeme riski yoktur ve Almanya “sıfır reel faizle” borçlanmaktadır. Ama bu risksiz yatırım, gerçekten risksiz midir? Aynı para birimini kullanan diğer AB ülkelerinin notunun düşmesi Alman kâğıtlarına yatırım yapanları “Euro, Dolar karşısında gerilediği için” zarara uğratmıştır. İtibar Derecelendirme kuruluşları, AB üyesi ülkelerini teker, teker değerlendirmeyi bir yana koyup, AB’nin notunu açıklasalar, yatırımcılara daha faydalı olurlar. Zaten tahvil yatırımlarının riski denince, devalüasyon riski ilk sırada gelir. İnşallah Almanya da uyanacak ve kendini ve AB’yi tahripten vazgeçecektir.
TAHVİL SAHİPLERİ Mİ,YOKSA İŞSİZLER Mİ KURTARILMALI
Bugün karşımızda “İki Tarz-ı İktisat” (patenti Yusuf Akçura’dan esinlenen Asaf Savaş’a aittir) bulunuyor. Richard Layard ve Paul Krugman tarafından kaleme alınan benim de imzacıları arasında bulunduğum “İktisatta Sağduyu Manifestosu” şunu söylüyor. Krizlerde uygulanacak iktisat politikasında öncelik, büyümeyi ve istihdamı arttırmaya verilmelidir. Bizde de taraftarı bulunan, bütçe açıklarını kapatmaya öncelik veren “Alman” tezi geçersizdir. Çünkü büyüme getiren ve işsizliği azaltan “düşük faiz-düşük vergi” politikası, günün sonunda tahvil sahiplerini de kurtarır. Ama “yüksek faiz-yüksek vergi” politikası, bırakalım büyümeyi sağlamasını ve işsizliği azaltmasının imkânsızlığını bir yana “tahvil sahiplerini” de kurtaramaz. İspanya’dan sonra İtalya’da da kamu borcunun çevrilmesi için, devletin ödemesi gereken reel faizler, o ülkelerin milli gelir büyüme oranlarının çok üstüne çıkmıştır. Bu, halen tehlikeli düzeyde yüksek olan “Kamu Borcu/Milli Gelir” oranının her geçen saat daha da yükselmesi demektir. Günün sonunda bu ülkelerin tahvilleri ödenemez hale gelir ve “risk gerçekleşir”. AB Merkez Bankası, derhal İtalya ve İspanya tahvillerini teminata kabul edip, bankalara düşük faizle kredi vereceğini ilan etmelidir. Bunun da sakıncaları vardır. Ama bu sakıncalar, yüksek borçlanma faizinin sakıncalarından çok daha azdır.
Son Söz: Bineceğin atı vurma.
Pekiyi niçin İstanbul’dan Anadolu şehirlerine kalkan otobüslerin çoğu Avrupa yakasındaki Bayrampaşa Otogarından kalkıyor? Bu yüzden köprüden geçmeye mecbur kalıyorlar. Hâlbuki Harem otogarı Haydarpaşa’ya doğru büyütülseydi, köprüde bu kadar çok otobüs geçmeyecekti. Gelelim Çerkezköy ve çevresindeki sanayi tesislerine. Bu fabrikalarda üretilen malların da çok büyük bir kısmı Anadolu’ya gidiyor. Mallar, kamyonlara yükleyip köprüden geçmeden satış yerlerine ulaşamıyor. Niçin bu fabrikalar Afyon’da, Uşak’ta veya Kütahya’da kurulmadı? İthal ham maddeyi taşımak, bitmiş malı taşımaktan ekonomiktir. Üstelik ham maddeler deniz yoluyla taşınabilir. En yakın Anadolu limanından kamyona yüklenir fabrikaya ulaştırılırdı.
TOPLUMSAL FAYDA-TOPLUMSAL MALİYET
1958 yılında ODTÜ İdari İlimler Fakültesi’ne bir grup Hollandalı iktisat ve istatistik hocası gelmişti. Bauma adında hanım bir iktisat hocamız vardı. Bana verdiği dönem ödevinin konusu, sanayi tesislerinin yer seçiminde “Özel Fayda-Özel Maliyet” (Private Benefit-Private Cost) ile “Sosyal Fayda-Sosyal Maliyet” (Social Benefit-Social Cost) karşılaştırmasıydı. Yani güneşin altında yeni bir şey yok. Yer seçiminde firma kârlılığını öne çıkarmak, külfeti kamuya yıkmak olarak bilinen “Organize” işlerdir. İktisat politikasının ana hedefi ise “Milli Geliri” maksimize etmektir. Milli gelir, bireysel gelirler toplamı değildir. Amaç milli geliri bir başka değişle toplumsal faydayı en yüksek seviyeye çıkarmak olduğuna göre, fizibilite hesaplarını, girişimciden başka birinin, toplumsal fayda ve maliyet açısından irdelemesi gerekir.
KENT PLANLAMASI DEĞİL, BÖLGE PLANLAMASI
Kentler tek başına planlanamaz. İstanbul gibi bir dev kent, ancak İzmit Körfezi ile Kocaeli ve Tekirdağ illeri üzerinde yaratacağı etkiler hesaba katılarak planlanabilir. Hakeza İzmit Körfezi ile çevre illerde yapılacak yatırımlar da İstanbul’u etkiler. Tüm etkileşimler, bir “ulaşım-yerleşim” denkleminde toplanır. Zaten kent planlaması, büyük çapta trafik planlamasıdır.
HER YANLIŞ KARAR, KENDİNİ DOĞRULAMAK İÇİN BAŞKA YANLIŞ KARARLAR ALDIRIR
Büyük bir yatırım için alınan “ilk” karar yanlışsa, ona bağlı olarak alınacak her yeni karar yanlış olur. Çünkü yöneticiler, yanlış kararları düzeltmek yerine yeni yanlış kararlar alıp, ilk yanlışı doğrulatmak ister. Bir an gelir o kadar çok yanlış karar artarda alınmış olur ki, gözlemciler “ilk karar doğruydu, ama diğerleri yanlış oldu” demeye başlar.
BÜYÜK ÇAMLICA’YA EN BÜYÜK CAMİ
Bu yöntemin adı “park yasağı başta olmak üzere sürücülerin trafik kurallarına uymasıdır”. Bugün sadece “özel araçlarının park yasağı” üzerinde duracağım. Özel araçlara park yasağı uygar kentlerde “acımasızca” uygulanmaktadır. Park yasağı, trafiği rahatlatmak için inşa edilen yeni yollar, köprülü ve tünelli geçişler alt-üst geçitler, çok katlı kavşakların yerini almaz; ama onların verimini misliyle artırır. Kent içi ulaşım yatırımın verimliliği, araçların değil “yolcuların, ortalama ulaşım hızını” ne kadar arttırdığı ölçülerek bulunur.
TRAFİKTE KIT KAYNAK ARAÇ DEĞİL, YOLDUR
Meramımı anlatmak için önce bir örnek vereyim. Bugün İstanbul’da adına metrobüs denilen uzun otobüsler kendilerine tahsis edilen yollarda vızır, vızır sefer yapmakta ve on binlerce yolcuyu konforlu bir şekilde menziline ulaştırmaktadır. Eğer bu araçlar için “özel yol” inşa edilmeyip, herkesle birlikte mevcut yolları kullanarak sefer yapmaları istenseydi taşıdıkları günlük yolcu sayısı bugünkünün kaçta biri olurdu? Herhalde onda bire falan düşerdi. Toplu taşıma araçlarının kapasitesi, araç sayısından ziyade sefer sayısına bağlıdır. Şehir trafiğine giren normal otobüslerin günde yaptıkları “yolcu-km” toplamlarıyla metrobüslerin performansı kıyaslansın, çözümün yolları tenhalaştırmakta olduğu derhal anlaşılacaktır.
Sözü uzatmadan tekrar edeyim. Trafiği bedelsiz rahatlatmanın ve üstüne para kazanmanın sırrı, yolları ve özellikle caddeleri “otopark olmaktan kurtarmaktır”. Üç şeritli bir caddenin otopark olarak ayrılan bir şeridi, trafiğe iade edilse, yolun taşıma kapasitesi yüzde 50 artar. Bir şeridi belediye tarafından otoparka dönüştürülen diğer şeridi “şimdi geliyorumcular” tarafından işgal edilen üç şeritli bir caddede “park yasağı” uygulansa, yolun kapasitesi yüzde 200 artar. Ortalama seyir hızı da ikiye katlanır. Aynı sayıdaki otobüs, minibüs ve taksi de iki misli yolcuyu yarı zamanda gitmek istediği yere ulaştırır. Tasarruf edilen petrol de “toplumsal kâr” olarak halkın cebinde kalır. Çözüm, bu kadar basittir. Ama çok da güçtür...
İstanbul’un çeşitli kentsel merkezlerinde park yasağı “acımasızca” uygulanınca, sadece yollar genişlemeyecek, yola çıkan ve köprü geçen özel araç sayısı da hızla düşecektir. Bu suretle otobüslerin ve diğer ticari taşıtların ortalama seyir hızları yükselecektir. Şu anda, “otobüse binemezcilerin” önce belediye ucuz ve bol otopark inşa etsin, “vatandaş” da arabasını yola park etmesin, şeklinde dillendirdiği şirret ve şımarık itirazları duyuyorum. Arabasını park edecek yer bulamayan ve bu yüzden yola park edip, trafik akışını yavaşlatan ve hatta durduran bencillere soruyorum: Özel arabaların tıkadığı yollarda ilerleyemeyen otobüslerin içinde sıkıntıdan patlayan ve her halükarda indiği yerden işine veya evine yaya gidenler başka ülkelerin vatandaşları mı? Hadi onlara saygınız yok, kendinize de hiç acımıyor musunuz? Siz de arabanızın için de patlamıyor musunuz? Siz de işinize, evinize gecikmiyor musunuz? Boşu boşuna, 100 kilometrede 20 litre petrol yakmıyor musunuz?
Son Söz: Şehir içinde özel araba kullanmak hak değil, imtiyazdır.
2011 yılının ilk çeyreğinde yüzde 11.9 olan büyüme oranı, takip eden her çeyrekte düşe, düşe yoluna devam etti ve 2012 yılının ilk çeyreğine bu oran yüzde 3.2 oldu. Büyümenin istikrarlı bir şekilde düşmesine rağmen bu sonuç “iyi” bulundu. Çünkü Türk ekonomisi, göz kamaştıran büyümesini, döviz açığını (cari işlemler açığını) büyütme pahasına gerçekleştiriyordu. O kadar ki, 2011 yılında Türkiye “Cari Döviz Açığı/ Milli Gelir” oranında yüzde 10’a ulaşarak dünya birincisi oldu. Bu birincilik çok köyüydü. Sürdürülemez bir “mali istikrarsızlık” göstergesiydi. Çok da uzak olmayan bir tarihte Türkiye, bir “Devalüasyon Girdabı”na düşebilirdi. Çünkü bünye buna müsaittir. Nitekim son 60 yılda 5 defa böylesi girdaplara kapıldık. Hükümet uyandı ve bu tehlikeli gidişe “dur” deme kararı aldı. Bu kararın ödünü ise büyümenin, ama esas olarak “harcamaların” yavaşlamasıydı. Çıkan sonuç, seçilen amaçla uyumlu olduğu için iyidir.
MİLLİ GELİR VE MİLLİ HARCAMA ARASINDAKİ İLİŞKİ
Nasıl bir ailenin geliri harcamalarına eşit değilse, ülkelerin milli geliri de milli harcamalarına eşit değildir. Tutumlu aileler gelirlerinden az harcar kalanını tasarruf edip başkalarına borç verir. Müsrif aileler ise başkalarından borç alarak veya hazırdan yiyerek, gelirlerinden çok harcar. Ülkeler için de durum aynıdır. “Milli Harcama Büyümesi” diğer adıyla “iç talep” değişiminden kalkarak “milli gelir” oranına ulaşmak için iki düzetme yapmak gerekir. Birinci düzeltme “cari açık değişimini” milli harcama oranına eklemek veya çıkarmaktır. İkincisi de “stok değişimini” milli harcama oranına eklemek veya çıkartmaktır.
Türkiye İstatistik Kurumu’nun açıkladığı rakamlara göre, ailelerin, şirketlerin ve kamunun tüketim ve yatırım harcamaları toplamı (ki buna ben “milli harcama” diyorum) 2012 yılının ilk çeyreğinde, 2011’in ilk çeyreğine kıyasla sadece binde 9 arttı. Cari açık daralması, artan milli gelirden yüzde 4.6 daha az, stokların azalması ise, artan milli gelirden yüzde 2.3 daha fazla harcama yapıldığına işarettir. Toplayınca büyüme yüzde 3.2 çıkıyor (0.9 + 4.6 - 2.3= 3.2). Böylece cari açığı kapamak için yarattığımız milli gelirden daha az harcama yaptığımız anlaşılıyor. Lakin gidecek çok yolumuz var. Ülkemizin “Cari Döviz Açığı / Milli Gelir” oranı hâlâ çok yüksek. Bundan sonra da (ilk çeyrekteki gibi) “milli gelir” artışından daha düşük “milli harcama” yapmayı sürdürmeliyiz. Geçmişte olduğu gibi “milli gelirden çok milli harcama” yapmaya başlarsak cari açık küçülmez, büyür.
ELVEDA TATLI HAYAT
Uzunca bir süre daha ücret, kira ve reel faiz gelirleri düşük olmaya devam edecektir. Ancak kârların azalması şart değildir.
Son Söz: Üzülme sevinecek haline.
1. Milli gelirin azalması (eksi büyüme) ve
2. İşsizliğin artmasıdır.
Yunanistan ve Portekiz’den sonra İspanya ve İtalya’da da bu kötüleşmeler kendini gösterdi. Malî kiriz ise, bir devletin borç geri ödemelerinin aksaması ve hatta o devletin yani ülkenin ödemede “acze düşmesi” (default) halidir. Her mali kriz, kısa bir süre de olsa büyümede ve işsizlikte sorun yaratabilir. Ama mutlaka iktisadi krize dönüşmez. Zaten “derin iktisat politikası” bu gibi durumlarda gereklidir. Hüner, kapitalist sistemin sistemik yol kazaları olan mali krizleri, iktisadi krize dönüşmeden çözmektedir.
ZORA DÜŞENLER EURO’DAN ÇIKARSA
İspanya ve İtalya gibi iki modern ve büyük ekonomi, kamu borçlanmasında büyüme oranından büyük “reel faiz” ödemek zorunda kalıyorsa (ki bugün kalıyorlar) bu çıkmaz bir yoldur. Eyvah çıkmaz yola girdik deyip, telaşla Euro’dan çıkalım, ulusal para birimine geçelim; hiç olmazsa yurt içinden borçlanmayı sürdürebilir hale gelelim derlerse daha da beter olurlar. Çünkü Euro’dan çıkarlarsa, vadesi gelmemiş ulusal parayla (Euro ile) alınmış kamu borçlarının tümü, anında “dövizli borca” dönüşür. Bu, tam felakettir. Çünkü bu ülkeler, zaten “cari açık” müptelasıdır. Yani dövizle borç ödeyecek “cari fazla” yaratamıyorlar. Üstelik yeni geçecekleri ulusal paraları hızla devalüe olacağı için “Kamu Borcu / Milli Gelir” oranları yükselecektir. Bu da onların kredi notunu “hurda” seviyesine düşürecek, sermaye yurt dışına kaçacak ve içeriden borç bulmak zorlaşacaktır. Bu durumda o ülkeler derhal “acze düştük” bayrağını çekecek ve alacaklılarından, alacaklarının yarısını silmesini ve başka tavizler isteyecektir.
ZORA DÜŞENLERİN EURO’DA KALMASI ALMANYA İÇİN DE DAHA İYİDİR
“Eurobond” (Avrupa Birliği Ortak Tahvili) çıkartılması, İrlanda, Yunanistan, Portekiz, İspanya ve İtalya’nın içinden çıkmak için debelenip durduğu “Devlet Borcu Krizin”in çözümü için çok etkin bir ilaçtır. Almanya’nın “önce bütçe açıklarını düşürün” dayatması yorgunu yokuşa koşmaktır. Devletin “fahiş” faizle borçlandığı bir ülkede, bütçe açığı zor düşer. Fahiş faiz, devlet tahvili reel faizinin, milli gelir büyümesinden yüksek olması halidir. Kısaca çok etkin bir ilacı reddettiğine göre Merkel’in aklında, krizi çözecek başka bir plan vardır herhalde. Ancak bu planın ne olduğunu Merkel açıklamış değildir. “Bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin” misali bu seçenek olsa, olsa Almanya’nın Euro’dan çıkmasıdır diye düşünüyorum. Almanya ile birlikte diğer “cari işlem fazlası” veren AB üyesi devletler Euro’dan çıkarsa, Euro hızla değer kaybeder. Euro’da kalan ülkelerde enflasyon yükselir, kamu borçları artsa bile, enflasyonla şişen cari fiyatlarla ölçülen milli gelire oranı düşer. En önemlisi halen sürdürülemez mertebede yüksek olan Devlet Tahvili faizleri reel olarak sürdürülebilir düzeye geriler. Ama Avrupa’da kıyamet kopar.
ALMANLAR HATA EDİYOR OLABİLİR
Alman Başbakanı Merkel, fizik doktorası olan bir bilim insanıdır. Herhalde çevresinde birinci sınıf iktisatçılar vardır. Onlara danışmadan ve sergileyeceği tutumun muhtemel sonuçlarını hesaplamadan bu açıklamayı yapmamıştır. Ancak bu tahminim gerçek olsa bile, Merkel’in daha doğrusu Almanların doğru karar aldığı varsayılamaz. Tarih, Almanlar gibi yüksek eğitimli rasyonel bir toplumun çok sayıda yanlış karar aldığını gösteren örneklerle doludur. Ben, yine de Merkel’in tutumunu “bilardo” mantığı ile çözümlemekten yanayım. Bilindiği gibi bilardoda önemli olan, topun çıkışta hangi yöne gittiği değil, kısa kenar-uzun kenar çarptırmaları ile sonunda nereye varacağıdır. Merkel, herhalde AB’nin savruk üyelerinin bu krizden yeterince ders almadıklarını düşünmektedir. Hâlbuki son bir buçuk yılda sorunlu üye devletlerin, bütçelerini denkleştirmek için çok radikal önlemler aldıklarına şahidiz. Mesela Yunanistan’da memur ve emekli maaşları % 30 düşürüldü. Bu kolay bir iş değildir. Anlaşılan Merkel, bunların ümüklerini biraz daha sıkarsam derslerini tam alırlar demektedir.
Nasrettin Hoca’nın işleri iyi gitmiyormuş. Bari ben de Alman Başbakanı Merkel’in sözünü dinleyip tasarruf tedbirleri alayım demiş. Tasarrufa, eşeğinin yemini azaltmakla başlamış. Her gün, bir gün öncesine göre daha az yem vermiş; buna rağmen eşek de yük taşımaya devam etmiş. Bir sabah ahıra girdiğinde eşeğin nalları diktiğini görünce “tam yem yemeden çalışmayı öğrenmişti, bu sefer de ömrü vefa etmedi” demiş.
EY KEYNES! GELDİYSEN MASAYA ÜÇ KEZ VUR
İktisatçıların şahı Keynes’dir. 1929 Büyük Buhran’ında ABD’de uygulanan istikrar (sıkı para) politikasını eleştirirken “ekonomi şişerken kemer sıkma, büzülürken kemer gevşetme politikası izlenmelidir” demiştir. Merkel, Keynes’in ruhunu çağırıp bir danışsa iyi olacak. Bu gidişle günün sonunda Almanya da “Kriz Kurbanı Kezban” olabilir.
Son Söz: EURO çökerse, Almanya yatar.