Ege Cansen

Amerika, Avrupa

2 Mayıs 2012
BUNDAN kabaca 4 yıl önce bir küresel ekonomik kriz çıkmıştı. İktisat dünyasının büyük ustaları, “bugünlerde yaşanan kriz 1929 Buhranı kadar ciddidir” şeklinde değerlendirmeler yaptılar. Ne mutlu ki olaylar o istikamette gelişmedi. Küresel kriz, korkulduğu gibi küresel çapta bir tahribat yaratmadan kısa süre sonunda bitti. Burada kullandığım “bitti” fiilinin sayısal göstergeleri “Dünya Milli Geliri’nin artmaya ve işsizlik oranların düşmeye” başlamasıdır. Zaten iktisadi krizlerin şiddet ölçüsü bu iki parametredir. Bilhassa, milli gelir arttığı sürece krizden söz edilemez. Olsa, olsa duraklamadan bahsedilebilir.
KRİZ, AMERİKAN FİNANSAL SEKTÖRÜNDEN ÇIKTI
2008/2009 krizi Amerikan menşelidir. Zaten tüm küresel krizler Amerika’dan çıkar. Çünkü nispeten küçük ülkelerde çıkan krizler, dünya ekonomisini sarsamaz. Hani “ateş olsan, cirmin (hacmin) kadar yer yakarsın” derler ya, aynen öyle. Amerikan ekonomisindeki bir çöküntü dünya ekonomisinde sallanmaya sebep olabilmektedir. Ancak bir süre sonra Amerikan ekonomisinin, küresel kriz çıkarma gücü kalmayacaktır. Diğer bütün krizlerde olduğu gibi bu kriz de “varlık fiyatları balonu” patlaması sonucu ortaya çıkmıştır. Varlık denince gayrimenkul ve menkul kıymetler kastedilir. Kısaca bir “arsa-borsa” hikâyesidir bu. Varlık fiyatları hızla düşünce, bankaların açtığı kredilerin teminatları yetersiz kalır ve bankacılık sistemi kredi geri çağırmaya başlar. Tabii krediler kapatılamaz. Ortaya banka zararı çıkar. Zarar bankaların sermayesini zayıflatır ve finansal kriz oluşur. Finansal kriz de döner, reel ekonomiyi vurur.  
AMERİKA KRİZİ NASIL ATLATTTI
Amerikan Merkez Bankası Başkanı Bernanke, tabiri caizse kriz profesörüdür. Ne yapması gerektiği konusunda derin inanç sahibidir. Finansal krizlerde, ülkede bir “para kuraklığı” oluşur. Çaresi sisteme gökten (merkez bankasından) para yağdırmaktır. O da bunu yapmıştır. Krizlerde, insiyaki olarak harcamalarını yavaşlatan tüketiciler yüzünden paranın devir hızı düşer. Merkez bankası gökten yağmur gibi para yağdırsa da, insanlar hemen cıvımaz ve “talebin çektiği” bir enflasyon oluşmaz. Para çoğalsa da efektif para miktarı artmaz. 
AVRUPA KRİZİ NEDEN AŞAMIYOR
Amerika’nın bu başarılı uygulamasını para birimi Euro olmadığı için İngiltere taklit edebildi ve ekonomisinin durumu pek parlak olmadığı halde krizi atlattı. Euro kullanan AB ülkeleri ise debelenip duruyorlar. Aslında AB ekonomisi, finansal istikrar kıstaslarına göre ABD’den daha iyi durumdadır. Mesela ABD’nin “Cari Açık/ Milli Gelir” oranı % 3,1 iken AB’de (Euro Bölgesi) sadece % 0,2’dir. 2011’de ABD’nin “Bütçe Açığı/ Milli Gelir” oranı % 9,6 iken AB’de bu oran % 4,1’dir. Hakeza ABD’nin “Kamu Borcu/ Milli Gelir” oranı % 100 iken, aynı oran AB için % 87’dir. Buna rağmen AB finansal krizi aşamamaktadır. Daha da kötüsü ABD finansal istikrarı sağlarken, AB’nin finansal istikrarı bozulmaktadır. Bunun tek bir sebebi vardır. ABD “sıfır” reel faizle kamu finansmanı yapabilirken, AB’de bu oran müşkül durumdaki büyük üyeleri için % 4’ün üstündedir. Bu da büyüme hızından yüksektir. En kısa zamanda AB Merkez Bankası, ABD’nin yaptığını yapmaya başlamazsa, EURO Birliği dağılacaktır.
Son Söz: Devlet borçtan batmaz, faizden batar. 
Yazının Devamını Oku

Kehanet tellallığı

28 Nisan 2012
PAZARLAMA, insan ihtiyaçlarını ürüne tercüme etme sanatıdır. İnsan ihtiyaçları denince, benim aklıma hemen Maslow’un “İhtiyaçlar Hiyerarşisi” tasnifi gelir. Maslow (Abraham H. Maslow 1908-1970, Amerikalı psikoloji profesörü) insan ihtiyaçlarını 5 kademede toplamıştır. Birinci kademede temel ihtiyaçlar vardır. Bunlar tahmin edeceğiniz gibi yaşamla ilgili fizyolojik olanlardır. Bundan sonra sırasıyla “güvenlik”, “sevgi, aidiyet ve sosyalleşme”, “itibar” ve “kendini ispatlama” gelir. Bunlara pazarlama dilinde kök (generic) ihtiyaçlar denir. Her kademedeki kök ihtiyaçtan, tatmin edilmesi gereken onlarca “türev” ihtiyaç çıkar. Pazarlamacılar, insanın kendi kendine tanımlayamadığı bu türev ihtiyaçları tanımlayıp, buna göre ürün tasarlarlar. Teknolojik keşif ve icatlardan yararlanarak yapılan ürün değişikliklerine “inovasyon” denir. İnovatif tasarımın, daha önce tam olarak tatmin edilmeyen bir ihtiyacı gidermesi esastır. Ürünlerde yapılan her değişiklik, inovasyon değildir.  
FALCILIK VE KEHANET
Maslow’un ikinci kademeye yerleştirdiği “kendini güvende hissetme” ihtiyacının türevlerinden biri “geleceği öğrenme” arzusudur. İnsanlar, eğer istikbalde ne olabileceğini öğrenebilirlerse, başlarına gelebilecek tehlikeleri savuşturabilir veya fırsatları yakalayabilir. Dolayısıyla gelecek hakkında öngörüsü olanların söz ve yazıları her zaman müşteri bulur. Geleceği okuyanların en garipleri falcılardır. Bu sektörün en babaları ise iktisatçılar arasından çıkar. Tüketici, iktisatçıdan kâhinlik bekler. Söyle bakalım dolar yıl sonunda kaç olur sorusu sıkça talep edilen bir bilgi ürünüdür. Ancak İktisat, hüzünlü bir bilimdir. İktisatçının makbulü de endişeli gözlerle ufka bakandır. Bunlar arasında sivrilen kâhinlerin hepsi “kıyamet tellalı”dır. Her şey eskisinden iyi olacak, merak etmeyin diyen iktisatçıyı kimse ciddiye almaz.
AL SANA KEHANET: NÜFUS YAŞLANIYOR, ÇALIŞACAK ADAM BULUNAMAYACAK
Bir süredir çok revaçta olan kehanet şudur: Azizim “nüfus yaşlanıyor, ileride iş yapacak ve ihtiyarlara bakacak adam bulunamayacak, bu yüzden sosyal güvenlik sistemleri çökecek, hatta çöktü bile”. Ben bu kehanetin geçerliliğini irdelemeye çalışırken karşıma Alzheimer hastalığının ilaçla tedavisi daha doğrusu
kötü sonuçlarının ertelenmesi hakkında bir makale çıktı. Hastalığa adını veren
Dr. Alios Alzheimer 1906 yılında bir hastasını incelerken beyinde bazı hücre kümelerinin öldüğünü keşfetmiş. O tarihlerde Amerika’da ortalama ömür beklentisi 48 seneymiş. Yani Amerikan nüfusu çok gençmiş. Anlaşılan nüfus yaşlanması denilen süreç çok eski tarihlerde başlamış. Ama Amerika ekonomisi bu yüzden çökmemiş. 
AL SANA GERÇEK: EN BÜYÜK SORUN GENÇLER ARASINDAKİ İŞSİZLİK ORANININ YÜKSEKLİĞİ
Şimdilerde gelişmiş ülkelerde ortalama ömür 85 yıl dolayında. 100 yıl öncesine göre çok yaşlı bir Dünya nüfusu var. Aktif çalışma hayatı eskisi gibi 15’te değil 23’te başlıyor. İnsanlar 40’larına kadar değil, 70’lere kadar çalışılıyor. İşin en ilginç yanı çalışacak genç insan bulunamayacak diye üzüm, üzüm üzülürken Avrupa’da en büyük sorun gençler arasında işsizlik oranının genel işsizlik oranından daha yüksek olması. Buyurun! Bir tane de buradan yakın.   
Son Söz: Sonunda kıyamet kopmayacaksa, hiçbir öngörü kehanet sayılmaz.
Yazının Devamını Oku

Geleceğin tarihi geçmişten başlar

25 Nisan 2012
DİYARBAKIR’da 22 Nisan Pazar günü İstasyon Meydanında bir Arabize “Kutlu Doğum Haftası” şenliği gerçekleşti. Yüz binler katıldı. Ertesi gün yine Diyarbakır’da, Atatürk Stadyumunda “23 Nisan” kutlamaları yapıldı. Yüzlerce kişi öğrencilerin gösterilerini izledi. MECLİS-İ MEBUSANIN MİLLET MECLİSİ’NE DÖNÜŞMESİ
Avrupa’nın Hasta Adamı (Sick man of Europe) denen Osmanlı Devleti’nin “Büyük Devletler” tarafından tasfiyesi 1. Dünya Harbi sonunda bitti. Atatürk ve arkadaşları, çok milletli Osmanlı toplumun esas unsuru “Müslüman” milletinin içinde hâlâ bir “bağımsızlık iradesi” olduğuna inanıyordu. Buna dayanarak “tek milletli” yeni bir devlet kurmak amacıyla bir istiklâl harbi başlatma kararı aldılar. İstanbul’da faaliyetini sürdüren Meclis-i Mebusan içinde kendine bağlı “Felah-ı Vatan” isimli bir hizip oluşturdular. Bu hizip vasıtasıyla 28 Ocak 1920’de bu meclisin “Misak-ı Milli”yi yani “Bağımsızlık Bildirgesi”ni kabul etmesini sağladılar. Olayları izleyen galip devletler, İstanbul’u işgal ettikten 2 gün sonra 18 Mart 1920’de meclisi kapattılar. Atatürk, derhal bu mebusları Ankara’ya çağırdı. 23 Nisan 1920’de Ankara’da toplanan Millet Meclisi esas olarak budur. Bu meclisin birinci vazifesi, Atatürk’ün başkumandanlık yetkisini, işgal altında yaşayan Padişah’tan değil, milletten aldığını ilan etmekti. Onun için “Hâkimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir” dendi. 
T.C., HERHANGİ BİR CUMHURİYET DEĞİLDİR
İstiklal Harbini kazanan Atatürk, İstanbul işgalden kurtulmuş olsa bile hâkimiyeti Padişah’a devretmek istemiyordu. Bunun için yeni bir rejime ihtiyaç vardı. Bu da, kuşku yok ki, yetkisini, millettin seçtiği meclisten alacak “Cumhuriyet” olacaktı. Ancak Atatürk bu Cumhuriyeti, sadece bir yönetim şekli olarak görmüyordu. Bu cumhuriyetin kendi değerleri ve üç taşıyıcı kolonu olacaktı: 1. “Hayatta en hakili mürşit ilimdir” özdeyişinde somutlaşan lâiklik, 2. “Ne mutlu Türküm diyene” ibaresinde tanımlanan tek ulusluluk ve 3. “Ya istiklal, ya ölüm” ifadesiyle ete kemiğe bürünen bağımsızlık umdesiydi.
CUMHURİYET KİME EMANETTİR
Atatürk, kurduğu “cumhuriyetin” demokrasi ile yönetilmesini istiyordu. Siyasete karışmasının orduyu böleceğini görüyordu. Ordunun bölünmesi ise bir kâbustu. Lâkin demokrasinin, onun kurduğu “cumhuriyeti” yaşatacağından da kuşkuluydu. Bir açmaz içindeydi. Çözüm olarak cumhuriyet değerlerinin “ordu ve gençlik” tarafından korunmasını, ama ülke yönetiminin seçilmişler bırakılmasını uygun görüldü. Adeta bir “Uçan Fil Dumbo” tasarlamıştı. Hem “Cumhuriyet” yaşayacak hem de demokrasi işleyecekti. Ancak fil bir türlü uçamadı.
MİLLİ GÜVENLİK KURULU
Türkiye’de darbe gerekçelerinin ortak paydası budur. 12 Eylül darbesinin özel gerekçesi ise komünizmi ve onun karşına toplumsal bir refleksle çıkan milis güçlerini tasfiye etmekti. 12 Eylül “darbeleri bitiren son darbe”
olma iddiasıyla, Milli Güvenlik Kurulu adında bir anayasal kurum yarattı. Bu kurulun amacı, Ordu’nun, emir konuta zinciri içinde kalıp, cumhuriyet değerlerini koruma görevini “cuntasız-darbesiz” yerine getirmesini sağlamaktı. Darbe olmaması amacı gerçekleşti. Ancak “Uçan Fil Dumbo” bu arada maalesef vefat etti.
Son Söz: Siyasi mukavele, toplumsal sözleşmeye aykırı olamaz.
Yazının Devamını Oku

Tutun beni, büyümek istemiyorum

21 Nisan 2012
HATIRLAYACAKSINIZ 2008’de Amerika’da bir finansal kriz ortaya çıkmış ve oradan özellikle Avrupa’ya ve de bize bulaşmıştı. Bu, kapitalizmin “sistemik” arızalarından biriydi. Sistemik, sistemin işleyiş mantığı gereği “kendiliğinden olan bir şey” demektir. Yaşanan bu kabil finansal krizler “saadet zinciri” kopmalarıdır. Saadet zinciri “herkesin, birbirinin yaptığını yaparak, havadan para kazanması” demektir. Mesela herkes, bankadan faizle 150 bin lira borç alıp, gayrimenkule yatırıyor ve iki yıl sonra satın aldığı gayrimenkulü 300 bin liraya, elini öpene satıp, banka borcunu faizi ile birlikte ödedikten sonra 120 bin kâr edebiliyorsa bu bir saadet zinciridir. Saadet zincirleri eşyanın tabiatı icabı kopmaya mahkûmdur. İktisatçılar bunlara “varlık fiyatları balonu oluşması ve balonun patlaması” derler.
AMERİKADA BALON PATLADI, TÜRK EKONOMİSİ KÜÇÜLDÜ
Küreselleşme, esasen her şeyin her şeyi etkilediği ekonomide “hastalık bulaşması” süresini kısaltmıştır. Kriz bize bulaşınca, hızla artmakta olan milli gelirimiz, 2008’de % 0,7 artarak adeta duraklamıştı. 2009 yılında ise % 4,8 küçüldü. Bu olay üzerine hükümet “bundan sonra yavaş ama emin büyüme” dönemine girilmesine karar verdi. Lakin ekonomik büyüme dizginlenemedi ve milli gelir 2010’da % 9,2 büyüdü. Hükümet tekrar dizginlere asıldı ve büyümenin 2011’de % 4,5’ta tutulmasını planladı. Yine istenilen olmadı ve geçen yıl büyüme % 8,5 oldu. Ancak bu arada en önemli “Mali istikrarsızlık” göstergesi olan “Cari Açık/GSYH” oranı % 10’a çıktı. Türkiye, bu metrikte dünya birinci oldu. Bunu gören hükümet “bu işin tadı kaçtı, başımıza bela gelmeden, biz bu büyüme hızını zorla düşürelim” kararı aldı.
DÜŞÜŞ SERT DEĞİL YUMUŞAK OLSUN
Bu amaçla milli gelirin 2012 yılında % 4 artması ve cari açık oranının % 7 ile sınırlanması kararı alındı. Türk ekonomisin işleyiş prensibi “para içeri-ekonomi yukarı” veya “para dışarı-ekonomi aşağı”dır. Yani dışarıdan para gelmezse, TL değer kaybetmekte, ihracat artarken ithalat azalmakta ve büyüme yavaşlamakta, cari açık azalmakta ama “enflasyon” yükselmektedir. Hükümet, hem siyasi hem de iktisadi gerekçelerle böyle bir tablo istememektedir. Bu kısıtlarla dizayn edilen para politikası “devalüasyon-enflasyon” sarmalına paçayı kaptırmadan cari açığı düşürmeyi hedeflemektedir. Bu amaçla, kredi genişlemesini durdurup iç talebi kısmaya çalışılmaktadır. Ancak “sıcak para” geldikçe iç talep daralmaz.
FAİZ, ŞU MEÇHUL
Merkez Bankası bir süredir “faiz koridoru” diye bir teknik kullanıyor. Maksadı, mevduat faizini arttırmadan kredi faizini yükselterek kredi genişlemesini durdurmaktır. Ekonomiye “bankacılık” penceresinden bakanlar bundan mutlu değiller. Çok önemliymiş gibi sürekli faiz konuşuyorlar. Hâlbuki faiz, o kadar da önemli değildir. Daha doğrusu faiz, ekonomiye kötülük etmek isteniyorsa son derece etkilidir. Ancak ekonominin hastalıklarını iyileştirme bakımından ele alınıyorsa etkisi çok kısıtlı bir ilaçtır. Üstelik üzerinde bu kadar dil dökülen faiz “nominal/görünen” faizdir. Hâlbuki reel ekonomiye yön vermesi ve bütçe açıklarının “doğru” olarak hesaplanması bakımından kullanılması gereken reel faizdir. Reel faiz ise ancak enflasyon belli olunca “vade sonunda” hesaplanabilir. Boşu boşuna yorulmayalım. 
Son Söz: TL’nin faizini bırak, sıcak dövizin faizini hesapla.
Yazının Devamını Oku

Biz de baraj isterük

18 Nisan 2012
HİDROELEKTRİK SantralLarına kısaca HES’lere niçin karşı çıkılıyor anlamıyorum.

Ben ise, HES inşa edilmesine uygun akarsuları ve vadileri olan yörelerde yaşayanlar ve onları örgütlemeyi vazife bilenlerin “Biz de HES isterük” diye gösteriler tertip etmesini bekliyorum. Hâlbuki tam tersi oluyor. HES inşası söz konusu olan her yerde “HES istemezük” toplantı ve yürüyüşleri yapılıyor. İşin daha ilginç yanı yazılı ve görsel basının yüzde doksanı da bu gösteri ve yürüyüşleri “çok olumlu ve sorumlu” eylemler olarak kamuoyuna yansıtıyor. Köşe yazarlarımızın bilhassa hanım olanlarının neredeyse tamamı her tür baraja karşı.

HES SU TÜKETMEZ

HES’lere karşı olanların en sık dile getirdikleri iddia HES’in kendini besleyen ırmağın suyunu tüketeceğidir. hidroelektrik santralların arkasında bir baraj gölü oluşur. Bu gölde biriken sular, yüksekten düşürülerek elektrik üreten türbinleri çevirir. Üzerindeki enerjiyi boşaltan su kısa bir mesafe sonra doğal yatağından akmaya devam ederek denizine kavuşur. Su değirmeni ne kadar su tüketirse, HES de o kadar su tüketir. İkinci iddia HES’in doğal güzellikleri yok ettiği, etrafındaki bitki ve hayvan türlerini ve bilhassa akarsularda yaşayan balıkların neslini kuruttuğudur. HES daha doğrusu onu besleyen baraj gölü, netice de yapay da olsa bir “göl”dür. Göllerin etrafı esasen yeşil değilse, bir süre sonra insan eliyle veya doğal olarak yeşillenir. Akarsuda yaşayan balıklar, göllerde daha kolay yaşar. Zaten inşaat sırasında yolu saptırılan akarsuyun eski yatağına ve baraj su tutmaya başladıktan sonra da yine aynı akarsu yatağına, geçici olarak bile bir kuruma olmaması için su verilir. Bu baraj inşa etmenin ahlakı icabıdır. Üçüncü iddia HES’in doğal çevreyi çirkinleştirdiğidir. Bunun için inşaat sahasından fotoğraflar çekilerek basına dağıtılır. Baraj inşası “doğaya yapılan bir estettik ameliyat”tır. Ameliyat sırasında veya ameliyattan hemen sonra Filiz Akın’ın resmini çeksen o bile çirkin çıkar. Bir baraj gölünün çevreyi güzelleştirmesi için asgari bir süre geçmelidir.

HES’LER NASIL SEVDİRİLİR

HES’lere karşı çıkmak ne kadar gayri iktisadi olursa olsun, netice itibariyle böyle bir beşeri tepki vardır. Bu tepkiyi gösterenlere “haksızsınız” diyerek sonuç almaya çalışmak, kalp kırmaktan ve öfke yaratmaktan başka bir işe yaramaz. Benim aklına iki çare geliyor. Birincisi, HES bittikten sonra çevrenin ne şekil alacağı bir maketle tespit edilmelidir. Bu maket sanal ortamda da yaratılabilir ve internetten yayımlanabilir. Ama üç boyutlu büyükçe bir maket mutlaka yapılmalı ve HES inşaatının proje müdürlüğünün salonuna konulmalıdır. Çevre halkı da gelip gidip bu maketi seyretmelidir. Bu maket inşaatı yaptıran devletin ve/veya özel şirketin halka verdiği üç boyutlu bir “namus sözü” olarak resmi kayıtlara geçirilmelidir.

“GÖZ HAKKI”

HES ve gerisindeki baraj gölünden etkilenen ve bir şekilde alıştıkları yaşam tarzından uzaklaşan çevre halkına bir “göz hakkı” verilmelidir. Bu göz hakkı, mesela barajın yarattığı katma değerin % 1’inin veya bir başka oranın 20 yıl süreyle yöre halkının bağlı bulunduğu belediyelere hibe edilmesi olabilir. Ya da yöre halkının kullandığı elektrik fiyatlarında vergi indirimi şeklinde olur. Belki o zaman “Biz de HES isterük” mitingleri yapılmaya başlar.

Yazının Devamını Oku

En etkili propanga: Mağduriyet

14 Nisan 2012
POLONYA’yı işgal etmeye karar veren Hitler, bu saldırıyı kendi halkının gözünde haklı göstermek için şeytanca bir propagandayı sahneye koymuştur.

Senaryoya göre önce Polonya üniforması giydirilmiş bir bölük Alman askeri, sınırın diğer tarafına geçirilmiştir. Sonra Polonya üniforması giymiş bu Alman askerleri etrafa ateş ederek Almanya’ya girerken fotoğraflanmıştır. Ertesinde Hitler halka hitaben yaptığı konuşmada “Polonyalıların sınırlarımızı ihlaline göz yumamayız, işte olayın resimleri” diye konuşup, güdümlü basında çıkarttığı fotoğraflarla milleti kandırarak Polonya’yı işgal etmiştir. 
KAFKASLAR RUSLARIN, ORTADOĞU BATILILARIN ARKA BAHÇESİDİR
Amerika ve müttefikleri, onlardan izin almadan Kuveyt’i işgal ve ilhak etme cüretini gösteren Saddam’ı devirip Irak’ı bölmek için 1991 yılında “Çöl Fırtınası” harekâtını icra etmişti. Fırtına sonrasında Irak, Kuzey’de Kürt bölgesi ve Güneyde Şii Bölgesi olmak üzere üçe bölündü. Ancak Saddam devrilmedi. Yani görev yarım kaldı. Görevi tamamlamak için fırsat kollayan ABD, 11 Eylül 2003’te cereyan eden olayı vesile ederek, “Irak’ın kitle imha silahları var” yalanıyla hem kendi halkını hem de dünyayı kandırıp, Irak’a karşı topyekûn bir savaş başlattı ve Saddam dahil 100 bin Iraklı’yı öldürerek işi bitirdi. Son iki yıldır Arap Baharı kampanyasıyla Orta Doğu ve Kuzey Afrika’nın yeniden organize edildiğini görüyoruz. Aslında NATO bombardımanlarıyla perişan edilen Libya hariç, ne Mısır’da ne de Tunus’ta “egemen sınıf” değişmedi. Son aylarda ise “Suriye’deki Baas rejiminin devrilmesi” kampanyası yürütülüyor. Tahmin ediyorum Suriye’deki “devrim”, Tunus ve Mısır’daki değişime değil, Libya’ya benzetilecek.
Yani NATO bu dönüşüme silahla müdahil olacaktır.   
YETİŞ EY NATO İMDADE
Dili ne söylerse söylesin, ben herkesin az veya çok izan ve vicdan sahibi olduğuna inanırım. Mesele oraya dokunabilmektedir. Ancak iz’an ve vicdan sahibi olmak yetmez. Çünkü kişilerin birbirinden farklı “fayda maksimizasyon” denklemleri vardır. Bu, siyasiler için de böyledir. Bugün iş başında olanlar “Aslında biz de Suriye’ye karşı takındığımız tavırdan mutlu değiliz. Ama ülkemizin yüksek çıkarları böyle davranılmasını gerektiriyor” diyebilir. Hatta savaşmak için değil, savaşı sonlandırmak için bu kadar yüksek perdeden Esad’ı tehdit ediyoruz; amacımız Baas rejiminin, daha fazla kan akıtmadan devrilmesidir, diyebilirler. Ben bu muhakemeyle mutabık değilim. Suriye’den kurşun atıldı, Türkiye mağdur oldu bahanesiyle NATO uçakları, Suriye’yi, bombalamaya başlayabilir. Bu da Türkiye için çok kötü olur.
BİR OLAYDAN SONRA OLANLAR O OLAYIN SEBEBİ OLAMAZ

Yazının Devamını Oku

Hoşgeldin ithal ikamesi

11 Nisan 2012
TÜRK ekonomisinin zayıf yönü cari açıktır.

Bunu bankacılar bile anladı nihayet. Hükümet de 2011 seçimlerinden sonra, cari açığı kapamak üzere önlemler alacağını söyledi durdu. Nitekim ortada koskoca Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcılığı dururken bir de Ekonomi Bakanlığı ihdas edildi. Yapılan açıklamalardan anladık ki, bu bakanlığın özel misyonu vardır. Bu da cari açığı düşürmektir. Ekonomi Bakanı Çağlayan uçağa atladı “dünya kazan, ben kepçe” misali dolanıp, ihracatı artırmaya çalıştı. Neticede cari açık, bırakın daralmayı, tam tersine genişledi. 2010 yılında milli gelirin yüzde 6.4’üne tekabül eden 47 milyar dolarlık cari açık, 2011’de milli gelirin yüzde 10’una karşı gelen 77 milyar dolara çıktı. Buradan kalkarak “demek ki, cari açıktan sorumlu Ekonomi Bakanı başarısız olmuştur” demek haksızlık olur. Çünkü aşırı değerli TL ile ihracatı, ithalattan hızlı arttırmak imkânsızdır. Bu aynen suyu yokuş yukarı akıtmaya çalışmak gibidir. Yani mümkün değildir. Önce ekonomik topografyada eğim tesviyesi yapılmalı yani ucuz döviz dönemi bitmelidir. Ancak bu tesviye yapıldıktan sonra mikro teşviklerle cari açık kapatılabilir.

İHRACATI YETERİNCE ARTIRAMADIK BARİ İTHALATI AZALTALIM

Geçen hafta genel hatlarıyla açıklanan “teşvik paketi” iki amaca hizmet edecek şekilde tasarlanmış. Birinci ve temel hedef cari açığı daraltmaktır. İkinci hedef de bölgeler arasındaki gelişmişlik düzeyi farklarını azaltmaktır. Temel hedef açısından meseleye yaklaşılırsa, bunun iki yöntemi olduğunu anlaşılır. Birinci yöntem, ithalat düşük hızda artarken, ihracatın yüksek hızda artmasını sağlamak için TL’nin değerini düşürmektir. Bu, 2011 yılının ikinci yarısında kısmen yapılmış ve ilk sonuçlar alınmıştır. Ancak bu arada istenmeyen bir şey olmuş, enflasyon yükselmiştir. Öyleyse, bu yönteme devam etmek sakıncalıdır. O zaman ikinci yönteme geçilmeye karar verilmiştir. İkinci yöntem şudur: İhracat normal artış hızını sürdürürken, ithalatın artış hızı düşürülecektir. Bunun adı ithal ikamesidir. Kısaca yürürlüğe konacak teşviklerle, ithal edilen malların aynısını yerli olarak üreteceklere, maliyet avantajı sağlanacaktır. Hedef değerli TL’ye rağmen, yerli üreticilerin rekabet gücünü arttırmaktır.

CARİ AÇIK HESAPLAMA YÖNTEMİ DEĞİŞİYOR MU?

Cari açığın nasıl kapatılabileceği irdelenirken ortaya çok ciddi bir “tanım ve ölçme” sorunu çıkmış bulunuyor.  Bir süredir müteahhit dünyasının önde gelenleri, gazetelerin kendilerine tahsis ettiği sayfalarda, yabancılara villa, apartman dairesi veya arsa satarak cari açığın kapatılabileceğini söylüyordu. Ben de taşınmaz malların yabancılara satışından doğan döviz gelirlerinin cari açık hesabına girmediğini, dolayısıyla bu yolla cari açığın kapanamayacağını yazdım. Şimdi de Türkiye’ye ithal edilen otomobillerin bedelinin Almanya’ya TL ile ödeneceğini, böylece cari açığın azalacağı tezleri gazetelerde yer almaya başladı.

MERKEZ BANKASINDAN AÇIKLAMA BEKLİYORUM

Merkez Bankası’ndan istirham ediyorum. Lütfen bana mektup yazarak değil yapacakları ilk basın toplantısında tüm gazetecilere ve kamuoyuna açıklasınlar.

Yazının Devamını Oku

O binalar yıkılmalıdır

7 Nisan 2012
BAŞBAKAN haklıdır. O binalar yıkılmalıdır. Açıkçası hangi binalardan bahsedildiğini bilmiyorum. Söylediğim şudur: Kentsel dönüşüm projeleri çerçevesinde yıkılması kararlaştırılan binalar yıkılmalıdır. Bina yıkılması gündeme gelince, “zavallı insanlar evsiz barksız, açıkta kalacak” şeklinde duygu sömürüsü içeren ifadelerin doğru olduğuna inanmıyorum. Bu duygu sömürüsünün gerisinde “rant avcılığı” ve “garibanizim” olduğunu seziyorum. Ne kadar çok acındırma tiyatrosu oynanırsa, o kadar yüksek istimlâk bedeli alınır mantığı ile hareket edildiği kanaatindeyim. Kentsel dönüşüm, Türkiye’nin medeniyet projesidir. Bu dönüşümü gerçekleştirip, kentlerimizi “köylülükten” kurtarmalıyız. Bu söylediklerim ilkeseldir. Kategorik olarak, kentsel dönüşüm projelerinin hepsini beğendiğimi söylemiyorum. Ayrıca bu konuda bir otorite de değilim.  Ama Türkiye’nin her yerinde ve özellikle İstanbul’da o kadar çok yıkılması gereken tek-tük ev değil, topyekûn mahalle hatta semt var ki, herhalde yıkılması gündeme gelen yer de onlardan biridir diye düşünüyorum.
MÜLKİYETSİZ KALKINMA OLMAZ
İktisadi ve sosyal hayatın en yaşamsal kavramı “mülkiyet”tir. Nitekim kapitalist sisteme alternatif olacağı düşünülen sosyalist/komünist sistem özünde mülkiyetin ortadan kaldırılabileceği tezinden ibarettir. Mülkiyet olmasaydı, halkın refahı bu günkü düzeyine gelemezdi. 12 Eylül 1980’den önce, halkı ürkütmemek için şifreli konuşan  “devrimciler yani komünistler” yeni düzende “üretim ilişkilerinin değişeceğini” zikrederdi. Ben de anlaşılsın diye “Nedir bu değişecek olan üretim ilişkileri ve bu nasıl olacak” diye sorardım. Cevap “üretim araçları mülkiyeti, işçi sınıfının önderlinde kurulacak bir diktatörlük tarafından söke, söke ortadan kaldırılacak” olurdu.
MÜLKİYET NEDİR
Mülkiyet denince akla ilk gelen şey gayrimenkul ve onun simgesi olan “tapu”dur. Yani taşınmaz mal mülkiyetidir. Tapu deyip geçmeyin. Ticari, sınaî veya turistik işletmelerin de değeri, sahip oldukları tapulara veya diğer mülkiyet belgelerine bağlıdır. Tapu veya en genel tanımıyla “sahiplik ispatına yarayan herhangi bir belge” alın ve akıl teriyle elde edilen gelirden, tüketilmeyip tasarruf edilmiş kısmının yatırıma dönüşmüş halini gösterir. Yatırım, iktisadi kalkınmanın olmazsa olmaz şartı olan “sermaye birikimi” demektir. Bunun için devlet, yatırımların yani mülkiyetin bekçisidir. Bu yüzden tapu müdürüne “muhafız” denmiştir.
MÜLKİYET HAKKI KÖTÜYE KULLANILAMAZ
Devletin koruması altında olan mülkiyet hakkı, sahibine mülkü üzerinde istediği şekilde tasarrufta bulunma hakkı verir. Ancak bu hak, sınırsız değildir. Diğer yurttaşlık hakları gibi bu hak da toplum aleyhine kullanılamaz. Kullanılmaya kalkılırsa, bizzat o mülkiyetin muhafızı olan devlet, toplum adına hareketle, hakkın suiistimaline engel olur. Kamulaştırma bu demektir.  Eğer kentsel dönüşüm, toplum için yararlı olacaksa, mülk sahiplerinin geçmişten gelen hakları, yani mülklerinin “dönüşüm projesi öncesindeki değeri” kendilerine ödenerek, tapuları iptal edilir. Tapu sahibi olmak, kentsel dönüşümün yaratacağı mekân rantlarından adil olmayan miktarlarda pay talep edilmesini haklı kılmaz.
Son Söz: Tapu, rant kanırtma küsküsü değildir.
Yazının Devamını Oku