Her savaşta iki taraf vardır. Her iki taraf da farklı gruplardan teşekkül edebilir. Bir savaşa isterse onlarca farklı grup katılsın, bu gruplar mutlaka iki “taraf”ta toplanır. Farklı grupları içeren “savaşan taraflar” kendilerini, cephe, koalisyon, müttefikler veya başka bir kapsayıcı sözcükle adlandırabilir. Ama taraf sayısı daima ikidir. Nitekim işbirliği yapılamayan savaş gibi halleri, işbirliği yapılabilen, yani iki tarafın da, günün sonunda daha az zararlı veya nispeten kazançlı çıkabileceği bir hale koymaya çalışan arabulucular da modellerini “iki taraf” üzerine kurgular. Arabulucular dâhil, bir ihtilafa ilgi duyan ve onun hakkında yazan veya konuşan herkes, kendini bir tarafta daha yakın hisseder. Bunu da belli eder aslında. Taraf olmakta utanılacak bir şey yoktur. Utanılacak şey, taraf olmanın bedelini ödememek için, “ben barıştan yanayım” beleşçiliğine soyunmaktır. Daha da adisi, sanki savaşan tarafların davaları yokmuş da, sırf savaşmak için savaşıyorlarmış gibi onları “barış istemez” ilan etmektir. Bu tam sahtekârlıktır. Çünkü herkes barıştan yanadır.
SAVAŞ, İKTİSADİ OLMAYA MECBURDUR
Savaş, optimum bir şekilde çözülmesi gereken bir iktisadi problemdir. İşletmecilikte olduğu gibi, savaş yönetiminin başarı ölçütü de maksimum hâsılatı değil, maksimum kârı elde etmektir. Akıllı komutan, kazanmakta olduğu savaşı sürdürmenin “marjinal maliyeti”, savaşı sürdürmenin “marjinal getirisine” eşit olduğu noktada harekâtı durdurur. Velev ki bu noktadan sonra da savaşarak elde edilebilecek ilave kazanımlar olsa bile. Bu sebeple başarılı komutanlara “durması gereken yeri bildi” denir. Zafer, hasar ister; ama hasar, zaferden büyük olmamalıdır. Hüner düşük maliyetle, yüksek getiriyi elde etmektir. Yoksa savaşmanın rasyoneli ortadan kalkar.
SAVAŞ NE ZAMAN BİTER
Savaşı, savaş gücü yüksek olan değil, savaş azmi büyük olan kazanır. Davası olmayanların veya davaya inanmayanların kerhen katılımıyla icra edilen savaş kazanılamaz. Savaş, taraflardan birinin kazanma ümidini tükettiği noktada fikren biter. O noktaya gelinmişse, savaşın fiili sonu gözüktü demektir. Savaş bitince, barış gelir. Her barış anlaşması gerçekte yenilenin teslimiyet belgesidir. Savaşın galibi belli olmadan başlatılan silah bırakışma veya barış görüşmeleri bir sonuç vermez. Kazanma ümidini kaybeden taraf davranışlarıyla bunu belli etmişse, silah bırakışma ve barış görüşmeleri başlayabilir. Sahada (sahrada) kaybedilen savaş, masada kazanılmaz. Askeri başarı elde etmeden, iyi müzakerecilikle durumu lehime çevirebilirim diyen halkını aldatır.
Son Söz: HİÇ BİR SAVAŞ, BERABERE BİTMEZ.
İki endeks de fiyat artışlarını ölçtüğüne göre aralarındaki bu farkın bir şekilde kapanması gerekir. Soru şu: Acaba, aradaki fark kapanırken, ÜFE mi TÜFE’yi izleyip artacak, yoksa TÜFE mi, ÜFE’yi izleyip düşecek? Uluslar arası istatistiklerde bir ülkede enflasyon olarak gösterilen oran “Yıldan Yıla Tüketici Fiyat Endeksi” artışıdır. Bunun İngilizcesi “Year to Year Consumer Price Index” tir. Halkı ilgilendiren ve ekonomi yönetimlerinin başarısını değerlendirirken kullanılan metrik TÜFE’dir. Ben de TÜFE’nin geleceğini konuşmak istiyorum.
KÂHİN İKTİSATÇILAR İKTİSATÇI KÂHİNLER
Eski çağ kâhinlerinin vazifesi bolluk ama özellikle kıtlık dönemlerini önceden tahmin etmekti. O dönemlerin kâhinlerinin yerini, şimdi iktisatçılar almıştır. İktisatçılık, bir bakıma “geleceği kestirme” sanatıdır. Bir iktisatçının Nobel alması için değil ama 100 bin dolara konuşma yapacak bir üne kavuşması için, herkesin yazıya dökmekten kaçındığı aykırı ve genellikle kötü bir tahminde bulunması ve bunu tutturması gerekir. Mesela son yılların kâhin iktisatçısı Roubini, 2008 krizini öngörerek şöhrete kavuşmuştu. Ancak şöhreti devam ettirmek kolay değildir. Herkes sizden yeni kehanetler bekler, çıkmazsa da yuhalayabilir. Yaptıkları tahminler tutmayan iktisatçılar da “tahminlerinin neden tutmadığını çok iyi açıklayıp” kendileriyle dalga geçerek sempati toplarlar.
KEDİ KUYRUĞUNU KOVALAR, KUYRUK KEDİYİ KOVALAMAZ
Türkiye uzun yıllar yapışkan bir enflasyondan kurtulmak için debelendi durdu. Cari açık bağımlısı Türkiye benzeri ülkelerde enflasyonun temel sebebi, devalüasyondu. Batı ülkelerinde ise enflasyon “bütçe açıklarından” ve/veya “sendikaların aşırı ücret taleplerinden” çıkmaktaydı. İngiliz başbakanı Thatcher, sendikacılığın ağzını burnunu kırdıktan sonra Batı’da “ücret-fiyat” sarmalı yani enflasyon durdu. Özelleştirme uygulamaları da “bütçe açıklarını” kapattı. O sebep de ortadan kalktı. Geriye cari açığın sebep olduğu devalüasyondan kaldı. Buna karşı da “kur çıpası” geliştirildi. Döviz fiyat hareketleri “dar alana” sıkıştırılınca cari açık bağımlısı ülkelerde de enflasyon çok yavaşladı. Bakınız: Türkiye de devalüasyon enflasyon ilişkileri. Yani kedi durunca, kuyruğu olan enflasyon da durdu.
TÜFE’DEKİ DÜŞME DÖVİZ FİYATLARININ DÜŞMESİNDENDİR
Sözün nereye geldiğini anlaşıldı. TÜFE; ÜFE’yi izleyecek, yani düşecektir. ÜFE, döviz fiyatları da, sıcak parayla girişleriyle düşmektedir. Bundan sonra cari açığın büyüdüğünü görececeğiz. Ondan sonrası Allah Kerim!
Hepimiz, birbirimize rasyonel davranmanın faziletini anlatırdık. Harekete geçmeden önce iyice düşünülerek alınan kararların, rasyonel olacağı varsayılırdı. İyice düşünmeden, daha çok önyargılarla ve duygusal etkilerle alınan kararlara da “irrasyonel” denirdi. Hatırlamakta fayda var. İşletmelerde verimlilik arttırma çalışmalarına da “rasyonalizasyon” tabir edilirdi. ODTÜ’de hocam Fuat Çobanoğlu’na göre rasyonel kelimesinin Türkçe karşılığı, akıllı değil iktisadi idi. Ben de buradan, akıllı davranmakla, iktisadi davranmak aynı şeydir diye bir sonuç çıkarmıştım. Memduh Yaşa Hocamızdan iktisat(d) kelimesinin, “kast(d)” kökünden geldiğini öğrenince zihnimde ikinci bir pencere açılmıştı. İktisadi davranmak, maksada uygun hareket etmekti. Bu da rasyonellik ve dolayısıyla akıllılıktı.
OYUN KURAMI (GAME THEORY)
Bu yılın iktisat Nobel ödülleri, oyun kuramı üzerine çalışan iki bilim adamına verildi. Bu bilim adamlarının iddiasına göre “kıt kaynakları, sayısız ihtiyaç sahipleri arasında en rasyonel şekilde fiyat mekanizması tevzi eder” diyen serbest piyasa iktisat kuramı belli hallerde işe yaramaz. Bunun yerine, matematiksel modeller (algoritmalar) kullanarak, devlet eliyle kaynak tahsis etmek (eşleştirme yapmak) daha fazla toplumsal fayda sağlar. Nobel iktisat ödülünü, oyun kuramcısı matematikçilerin alması ilk kez olmuyor. Demek ki iktisat, gitgide daha fazla bir “davranış bilimi” olmaya başladı. İktisat, klasik “para-milli gelir-istihdam” çemberinden çıktı. İktisatçılar da “böbrek bekleyen hastaların sıraya konması” dâhil, toplumun her sorununa çözüm
geliştirir oldular. Oyun Kuramı’nın ileri sürdüğü temel hipotezi, haddim olmayarak, özetleyeyim. İktisadi kıstaslara göre alınan kararlar, her zaman iktisadi olmaz. Yani ince hesapla karar alma sevdası yüzünden, akılsız hatta çok akılsız hareket etmiş olabiliriz. Pekiyi neden?
KOMŞUMA ON TANE VERECEKSEN BANA BİR EŞEK İHSAN ETME TANRIM
İki veya daha fazla kişinin dâhil olduğu her olayda insanlar insiyaki olarak “biz” ve “onlar” diye iki kümede toplanır. Kümeleşme hasım olmaktır. Hasımlık ise, husumet yaratır. Husumet de “işbirliği” yapmayı zorlaştırır. Aynı kümede yer alanların ortak paydası, kümedaşlarıyla hemfikir olmak değil, diğer kümedekilerin karşısında olmaktır. ABD Başkanı George Bush’un dediği gibi “ya benden yanasın, ya da bana karşısın”. Küme adına karar alanlar, kendi kümeleri için “maksimum faydayı” temin edecek yolu değil, karşı tarafın yapacağı hamlenin kendilerine vereceği “zararı minimize” edecek hareket tarzını seçer. Böylece iktisadın, halkın refahını maksimize edecek kararlar alınmasına yardım eden analizleri devre dışı kalır ve kümelerin zararlarını minimize edecek davranış biçimi yaygınlık kazanır.
Son Söz: Bireysel zararları azaltmak, toplumsal faydayı çoğaltmaz.
Bunu gözlemlerime dayanan bir tespit olarak yazıyorum. Bir “iyi-kötü” değerlemesi yapmıyorum. Pek tabii bu ülkede yaşayan herkesin aynı şekilde düşünmesi ve aynı şeye taraftar olması gibi bir zorunluluk yoktur. 1923’te kurulmaya başlanan ve 15-20 yıllık bir şekillenme sürecinden geçen bu cumhuriyet, üç sütun üstüne oturur. Bunlar “ulusal birlik”, “laiklik” ve “tam bağımsızlık”tır. Bugün hiç kimse cins isim olarak cumhuriyete karşı değildir. Karşı olanlar cumhuriyetin niteliklerine karşıdır. Onların tasarımladıkları cumhuriyetin de üç temel “karşı niteliği” vardır: Bunlar “çift ulusluluk”, “İslâmi bir toplum düzeni” ve “para gelen ülkelere bağımlılıktır”. Yukarıda yazdıklarım fazla keskin bulunabilir. Doğrudur. Ama bir meseleyi omurgasından yakalayabilmek için bu tarz asit-testler gereklidir. Kendinizi köşeye sıkıştırılmış hissetmeyin. Zaten “cumhuriyet” yandaşları da, karşıtları gibi her konuda anlaşmış değildir. Grinin bin tonu vardır.
KÜRT MESELESİNİ CUMHURİYET YARATTI
Cumhuriyet karşıtlarına göre bugün ülkemizin en yakıcı sorunu olan Kürt isyanını da cumhuriyetin “ulusal birlik” politikasının sonucu ortaya çıkmıştır. Ulusal birliği sağlayacağız diye, cumhuriyet hükümetleri küçük büyük her Kürt ayaklanmasını kanla bastırmış, Kürtlere, ilkokuldan üniversiteye kadar kendi dillerinde öğrenim hakkı vermemiş ve Türkiye’de yerel yönetimleri özerkleştirmemiş, öz-güvenlik örgütleri kurdurmamış; polis, jandarma ve orduyu merkezi hükümetin tekelinde tutmuştur. Bu baskılara tepki olarak Kürtler, ortamı uygun bulunca ayaklanmış ve özerklik talep eder hale gelmiştir.
DAYATMALARI BIRAKIN MESELE ÇÖZÜLSÜN
Cumhuriyet karşıtı cephenin Türk fikir önderleri ve Kürt siyasi liderleri, cumhuriyetin “ulusal birlik dayatması” sona ererse, Kürt meselesinin de “demokratik” olarak çözüleceğini ileri sürmekteler. Kısaca, 1. Türkiye’nin her yerinde yaşayan Kürtler, ilkokuldan üniversiteye kadar kendi dillerinde öğrenim hakkına kavuşmalıdır. 2. Merkezi yönetim gevşemeli ve bölgesel-yerel yönetimler kamu finansman imkânlarına kavuşturularak güçlendirilmelidir. 3. Özerk Kürk Bölgesinde “öz güvenlik” güçleri asayiş ve kamu düzeni sağlama görevini, merkezi kolluk kuvvetlerinden devralmalıdır. Bu şartlar “anaların ağlamaması” için olmazsa olmazdır. Diğer maddeler sonra görüşülebilir.
CUMHURİYET ÖYLE DAVRANSAYDI BUGÜNKÜ KÜRT SORUNU OLMAZDI
Cumhuriyet karşıtlarının Kürt meselesinin esas sebebi olarak gösterdikleri “ulusal birlik dayatması” politikası uygulanmayıp, şimdi sorunun çözümü diye sunulan yukarıdaki şartlar geçerli olsaydı, bugün yaşanan Kürt meselesi ortaya çıkmazdı. Bu mantıksal çıkarıma ben de katılıyorum. Ama şu soruyu da sormak gerekir. O zaman T.C., bugün hangi büyüklükte ve ne güçte bir ülke olurdu? Bu yapılanma Türkiye halklarına ve özellikle Kürtlerine ne gibi yararlar sağlardı?
Ancak hem ekonomide hem siyasette geldiğimiz nokta, temel ve çok sayıda eksikler bulunduğunu, daha çok şeyin değişmesi gerektiğini gösteriyor. Tabi ki tüm bu eksiklikleri, Cumhuriyet’in kuruluşunda saptanan “çağdaş medeniyetler seviyesi” hedefine göre söylüyorum. Çağdaş medeniyetler seviyesinden de; farklılıklarını zenginlik olarak görüp barış içinde yaşayan, insanlarının refah ve özgürlük içinde yaşadıkları bir toplum anlıyorum.
Özetle; Cumhuriyet’in çağdaş batı toplumlarını hedef koyduğunu düşünüyorum. Bu hedefin hala uzağında olduğumuz kesin. En azından Cumhuriyet’i kurduktan 90 yıl sonra hala yeniden muhafazakarlaşmanın arttığını konuşuyorsak, bu işte yanlış var demektir. Hem sağ hem sol muhafazakarlıktan söz ediyorum...
Bu kavram önemli; çünkü bazıları değişik soslarla yenilir hale getirmeye çalışsalar da, muhafazakarlık temelde değişime karşı olmaktır. Bir başka deyişle, hem ekonomi hem özgürlükler açısından insanları ve toplumları geride tutacak bir refleksi temsil eder. Muhafazakarlığı Batı örneğiyle çağdaş kılıfa sokmaya çalışan aydınlarımız ve Avrupalılar, bizdekinin etnik ve dini milliyetçiliği barındırdığını, herhalde son dönemde anlamışlardır...
Kendine sol diyenlerin muhafazakarlığı ise başka bir garabet. Muhafazakarlığı inkar edip, Cumhuriyet’in 90 yıl öncesindeki değerlerine tutucu biçimde sarılanlar, değişimlere ayak sürüyenler de muhafazakarlığın koyusunu yaşıyor.
Gelelim 2023 yılı hedeflerine...
2023 yılında Türkiye’nin dünyanın ilk 10 ekonomisi içinde yer alması hedeflendi. Mevcut 17.sıradan 11 yılda, 8 sıra birden üste çıkabilmemiz için önümüzdeki ülkelerin durması, ya da onlardan çok daha hızlı büyümemiz gerekiyor. Ama biz 3 yıl üst üste yüksek büyüyünce dengelerimizi bozuyoruz...
Bu kadar yüksek büyüme için gereken ekonomik şartlar belli; tasarruflar oranlarını çok artıracaksınız, cari açık gibi kırılganlıkları gidereceksiniz, bunun için üretim altyapısını değiştireceksiniz, enflasyonu yüzde 2-3 gibi sürdürülebilir yüksek büyümeye engel olamayacak seviyeye indireceksiniz, ihracatı ve yaratacağı katma değeri artırmak için teknoloji yoğun üretim yapacaksınız, v.s
İÇBARIŞ VE EKONOMİ
Yine biliyoruz ki, dolar bazında 10 ayda yüzde 50 kazanç sağlayanların bu kesimin çoğu Türk değil, yabancıdır. Kendi ülkelerinde pozitif getiri sağlayamayan Avrupalılar, ne kadar riskli olursa olsun, Türk borsasına oluk, oluk para akıttılar. Önceleri tereddüt geçiren portföy yöneticileri, atak meslektaşlarının kazançları gördükçe “ne kadar geç, o kadar erken” deyip balıklama İMKB’ye daldılar. Yetmedi şimdi de Türk Tahvillerine yumuluyorlar. Sonunda bizim borsa uçuk da, uçtu. Bu durum bana eski bir şiiri, borsalaştırma ilhamı verdi:
Ey borsa endeksi!
Yüksel ki, yerin bu yer değildir,
Düşüşe geçmeden portföy boşaltamayanın,
Bugüne kadar kâr etmiş olması hüner değildir.
FAİZ AŞAĞI BORSA YUKARI
Borsa endeksinin inip çıkmasını açıklayan temel ilişki “faiz aşağı –borsa yukarı” kuralıdır. Ancak borsa hareketlerini etkileyen başka hususlar da vardır. Bu yüzden bazen, faiz ve borsa birbirine terse değil aynı yönde hareket eder. Borsa, biri “temel” diğeri “teknik” olmak üzere iki yöntemle analiz edilir. Temel analiz, daha çok hisse bazında yapılır. Hangi şirket hem büyüyor, hem de kârını arttırıyorsa, o şirketin değeri artacak demektir. Çünkü son tahlilde önemli olan “fiyat-kazanç” oranıdır. Teknik analizin esası ise davranış bilimidir. Üzüm üzüme baka, baka kararır misali, borsacı da borsacıya baka, baka alım veya satım yapar. Teknik analiz endeks grafiğine bakarak yapılır. Doktorların, kardiyografiye bakarak kalp krizi ihtimalini öngörmeleri gibi borsa esnafı da iniş ve çıkışları önceden kestirir. Teknik analiz, temel analizle birlikte yorumlanarak hangi hisselere yatırım yapılacağına karar verilir. En emini, bir de “içeriden bilgi” almaktır ama o yöntem de ahlaka ve yasalara aykırıdır.
DÜŞMEZ KALKMAZ BORSA YOKTUR
Ahalide bir sevinç, bir sevinç gören de Trakya’da yılda 100 milyon ton petrol çıkacak yataklar keşfedildi sanır. Genelde borçlanabilmek ve özelde düşük maliyetle borçlanmak, firmalar için sevinilecek bir şeydir. Ama milli ekonomi için, aynı şey söylenemez. Geçen yılın sonunda ekonomiyi yönetenler, ciddi bir mali istikrarsızlık kaynağı olarak gördükleri “cari açığı” daraltmak için milli gelir artışını yavaşlatan “yumuşak iniş” önlemleri aldılar. Niçin yavaşlayacakmışız diyenlere “eğer milli gelir artış hızı düşürme pahasına cari açığı küçültemezsek, maazallah bir anda krize gireriz” diye cevap verdiler. Kriz çıkınca da milli gelir artış hızı düşmekle kalmaz, milli gelir azalır dediler. 2001 ve 2009 yıllarını hatırlattılar.
YABANCILARIN TAHVİL KAPIŞMASI, YUMUŞAK İNİŞLE ÇELİŞİKTİR
Merkez Bankası, ekonomiyi soğutmak için “kredi maliyetini yüksek, mevduat getirisini düşük” tutmaya yönelik parasal ve vergisel önlemler alıyor. Doğal olarak piyasadaki para miktarını da sınırlamaya çalışıyor. Tam bu sırada bankalarımızın yurt dışından düşük faizle milyarlarca dolar borçlanması doğru mudur? Tahvil ihracı yoluyla dış borçlar artınca, zil takıp oynamak bilinçli bir tepki midir? Yoksa bu ihraçlar, para arzını arttırıp, maliyetini düşürerek ekonominin üstüne bindiği “yumuşak iniş dalını” mı kesmektir? Bankalar, borç almıyor, vadesi gelenlere takla attırıyor dense de sonuç değişmez. Zaten bu yıl da 60 milyar dolar cari açık verilecektir. Bu açığın önemli bir kısmı bankalar tarafından kapatılacaktır. Yani her halükârda para arzı artmaktadır.
TAHVİLİN MALİYETİ ARTIRLMALIDIR
Yurt dışından dolaylı veya dolaysız borçlanan sanayiciler, yerli bankaların yabancı rekabeti karşısında kârları düşmesin diye KKDF (Kaynak Kullanımı Destekleme Fonu) diye bir vergi öder. Çocuksu bir gerekçeyle bir yıldan uzun vadeli borçlanmada bu vergi alınmaz. Bankalar ise bu vergiyi hiç ödemez. Eğer “yumuşak iniş” için para arzı ve kredi maliyeti denetlenmek isteniyorsa, vadesi ne olursa olsun bankaların aldığı her tür dış borç (tahvil ihracı yoluyla alınanlar dâhil) KKDF’ ye tabi olmalıdır. Bu vergi hem bütçeye yarar hem de düşük olduğundan şikâyet edilen ulusal tasarruf oranının artması için gerekli faiz haddinin oluşmasına yardımcı olur.
HEDEFSİZ STRATEJİ, STRATEJİSİZ KURAL OLMAZ
Türkiye’nin uzun vadeli ekonomik hedefi, “dış ticaret fazlası vererek, milli gelirini yılda ortalama yüzde 7 büyütmek” olmalıdır. Çünkü ancak cari fazlaya dayanan hızlı büyüme sürdürülebilir. Bu noktaya ulaşmak çok sancılı bir yapısal dönüşüm gerektirir. Ama çekilecek sıkıntılara değer. Çünkü bu politika, Türkiye’ye küme atlatır. Yarı sömürge durumundan kurtarır. Siyasi bağımsızlık sağlar. Yukarıda okuduklarınız bu amaçla tutarlı ve dolayısıyla doğru önerilerdir. Amaç bu değilse, üzerinde durmaya değmez.
İnşallah olmaz, ben de bu yazıyı boşa yazmış olurum. Herhalde otobüsler bayramda da mazot yakar, tramvaylar elektrik kullanır. Şoförler ve vatmanlar ücret (hem de zamlı) alır. Köprüler ve yollar bayramda da aşınır. Kısaca bayram sürecince ulaştırma maliyetlerinde bir düşme olmaz. Ama ne hikmetse devlet babamız bizlere bayramda “bedava yolculuk” hediyesi verir. Yani bu günlerde oluşan maliyetleri “bütçeden” karşılar. Bizler de bayram ederiz. Atalarımız ne demiş, “bedava otobüs, taksiden rahattır”.
DEVLETİN MALI DENİZ DEĞİLDİR
Bayram hediyesi olarak halkına bedava yolculuk sunan “devlet baba” acaba bu hediyenin parasını nereden bulur. Tabii ki halktan alır. Her ne
kadar “devletin malı deniz, yemeyen domuz” denirse de, devletin parası, deniz meniz değildir. Hatta devlet, züğürdün tekidir. O yüzden hem vatandaşına vergi salar, o da yetmez sürekli borçlanır. Petrol zengini ülkelerde olduğu gibi devlet kendini, ülkedeki petrol yataklarının sahibi ilan etmemişse, her devlet, bütçesini halkın cebinden aldığı parayla denkleştirir. Bunda bir yanlışlık veya ahlaksızlık yoktur. Ancak yukarıdaki atasözünü iktisaden doğru hale getirmek gerekirse “halkın parası deniz, yemeyen domuz” diye değiştirmek gerekir. Ne var ki halkın parası da deniz değildir. Olsa, olsa su birikintisidir. Ama milyonlarca birikinti toplanınca, bir deniz kadar büyük olabilir. Üstelik halk çalışmaya ve üretmeye devam ettikçe, bu su birikintileri hiç kurumaz. O yüzden “devletin (halkın) malı deniz; yemeyen domuz” denmiştir.
DEVLET MİLLİ GELİRİ YENİDEN DAĞITIMA TABİ TUTAR
Devletin halktan vergi toplamasının üç gerekçesi vardır. Birincisi, devletin, halka bedava sağlayacağı, mesela güvenlik gibi hizmetleri üretebilecek parasal imkâna kavuşmasıdır. İkincisi vergi faklılaştırma veya destelemelerle (özellikle tarıma verilenler) önlemleriyle ekonomiyi yönlendirmektir. Üçüncüsü ise serbest piyasa şartları altında pek de eşitlikçi dağılamayan milli geliri daha eşitlikçi dağıtmaktır. Bu maksatla, sağlık, eğitim ve ulaşım gibi hizmetlerin görev zararlarını karşılar. Kimsesizlere aylık bağlar.
YENİDEN DAĞILIM ZENGİNDEN FAKİRE DOĞRU OLMALIDIR
Kamu taşıt araçlarının bayramlarda bedava yolcu taşıması veya paralı yol ve köprülerin parasız olması, devletin “milli geliri yeniden dağıtıma tabi tutmasına” çok güzel bir örnektir. Devlet, son tahlilde bu ikramın parasını bütçeden karşılar. Yani faturayı yapılan zamlarla halk öder. Pekiyi, hediyeyi kim alır? Özellikle büyük şehirlerde oturan ve kamunun işlettiği toplu taşıma araçlarını kullananlar ile özel araba sahibi olanlar. Bu vatandaşlar, herhalde, “dolaylı vergi ödeyen” halkın en yoksul kesimi değildir. Bu durumda bedava köprü geçişi “fakirden alıp, zengine vermek” olmaktadır.