Her ne kadar kısa süre sonra yapılan bir ara seçimle milletvekilliğini kazandıysa da AKP’yi iktidara taşıyan siyasi önderin Recep Tayyip Erdoğan olduğu kesindi. Genel seçimden hemen sonra gazeteniz Hürriyet’te AKP’nin en az 10 yıl iktidarda kalacağını yazmıştım. 10 yıl doldu. Acaba AKP daha doğrusu Sayın Erdoğan daha kaç yıl iktidarda kalabilir?
ÇÖZÜLEMEZ AMA YÖNETİLEBİLİR
Erdoğan’ın daha uzun süre iktidarda kalabilmesi, yol üstündeki biri iktisadi, diğeri siyasi iki mayına basmamasına bağlıdır. İktisadi mayının adı “cari açık”tır. Siyasi mayın ise Kürt meselesidir. Bu mayınlara basmadan işleri idare edebilirse, Erdoğan daha uzun süre başta kalabilir. Sayın Erdoğan ve arkadaşları bunun bilincindedir. Siyaset ve iktisatta bazı meseleler “çözülemez ama yönetilebilir”. Siyaset bilimcisi Dr. Mehmet Gök, yıllar önce Kürt meselesi için bana İngilizce olarak, “it cannot be solved, but it can be managed” demişti. Ben aradaki farkı o zaman kavramakta zorlanmıştım. Sonra anladım. Şimdi hem cari açık, hem de Kürt sorununda “çözme-yönet” yönteminin uyguladığını görüyorum.
KÜRT GERÇEĞİ TAMAM, SIRA TÜRK GERÇEĞİNDE
Türk milleti, uzun süre Kürt gerçeğini kabul etmedi. Başta ben olmak üzere, “Kürt-Türk ayırımına ne ihtiyaç var? T.C. sınırları içinde yaşayan kişiler olarak hepimiz Türk’üz; bu kelimenin etnik kökenle ilgisi yok” dedik. Kürtlerin de çoğu böyle düşünüyordu. Ancak Kürtler arasındaki “Ne Mutlu Türküm Diyene” görüşü giderek taraftar kaybetti. Özellikle PKK’nın askeri alanda gösterdiği başarı, Kürtlük gururunun serpilmesine yardım etti. Türkler bu tablo karşısında “Kürt” gerçeğini kabul etmek zorunda kaldı. Ancak bu sefer de Kürtler, Türk gerçeğini küçümser hale geldiler.
YA VER, YA VUR DEĞİL; HEM VER, HEM VUR
AKP, Kürtlere istediklerini vermeyi ta başından aklına koymuştu. Bunu da adım, adım yaptı. Nitekim Öcalan’la görüşme dâhil, Kürtlerin talepleri birer, birer kabul edildi. Erdoğan Kürtlere, “bunları size ben verdim; silahlı bırakarak elimi rahatlatırsanız daha da fazlasını vereceğim” diyor. Ancak Kürtler “silahı bırakmayız, çünkü biz bunları söke, söke aldık; almaya da devam edeceğiz” iddiasındalar. Erdoğan, son günlerde, bir yandan askeri ve inzibati önlemleri arttırırken, diğer yandan Kürt taleplerini karşılamaya devam ediyor. Bu bakımdan durum 1994’ten çok farklı demekte haklıdır. Erdoğan, AKP’lilere “... yoksa bu millet bizi affetmez, yani iktidarı kaybedebiliriz.” diyor. O zaman “çözülemez” Kürt sorunu “yönetilemez” hale de gelir diye de Kürtleri uyarıyor. (Haftaya cari açık nasıl yönetiliyor)
Kaç paraysa alalım birkaç ceset torbası, atalım bagaja dursun diye düşünmeden edemediniz. Çünkü birkaç yıl önce böyle bir zorunluluk gündemdeydi. Basının üstüne gitmesiyle, araç sahipleri “bagajda ceset torbası bulundurma” zorunluluğundan kurtuldu. Ceset torbası zorunlu olsun tantanası çıkaranların ceset torbası pazarlamacıları olduğu kesin. Satışlar çok düşük. Ceset torbaları, sadece polis ve cankurtaran arabalarında bulunuyor. Hâlbuki her araca, yolcu taşıma kapasitesi kadar ceset torbası bulundurma zorunluluğu getirilse, amma çok torba satılır. Pekiyi ne yapmalı öyleyse? Hemen bu konuda bir yönetmelik çıkmasını sağlamak gerek.
KANUN ZORUYLA SATIŞ ARTTIRMA
Ceset torbası mecburiyeti tutmadı ama “kanun zoruyla pazarlama” fikri çok tuttu. Gün geçmiyor belli bir malın veya hizmetin kanun yoluyla satışlarının arttırılması gündeme gelmesin. Mesela apartmanlarda “ısı pay ölçer” sistemi takma mecburiyeti. Taktırmayanlara ceza. Bu sitemin ne kadar faydalı olduğu kat maliklerine anlatılamaz mı? Satıcılık ikna etme sanatı değil mi? Bir başka örnek: Önceki deprem yönetmeliğine göre yapılmış apartmanların, bir şikâyet üzerine belediyece yıktırılacağı ve yıkım parasının kat maliklerinden alınacağı yalanı ile korkutup, sahiplerini “müteahhide ver kurtul!” kertesine getirme dümeni. Müteahhit, kat maliklerini, iyi teklif vererek ikna etse daha iyi olmaz mı?
KAR LASTİĞİ DEĞİL, KIŞ LASTİĞİ
Türkiye’nin her yerinde, (şimdilik yalnız ticari araçlara) Marmaris’te de, Bodrum’da da kış lastiği takma mecburiyeti gelmiş meğer. Bu durumda her arabanın iki takım lastiği olacak; kışlıklar araç üstüne takılınca, yazlıklar evde saklanacak. Pekiyi; kış lastiği zincir yerine geçiyor mu? Hayır. Bunlar dişli kar lastiği mi? Hayır. Bunlar, soğukta sertleşmeyen yumuşak lastikler. Normal hızlarda yazın kullanılmasında hiç bir sakınca yok. Öyleyse, araçlar fabrika çıkışı kış lastiği ile satılsın. Yazın hızlı gitmek isteyen sert lastik taktırsın. Olmaz mı?
ATIK YEMEKLİK YAĞLARI SÜZME CİHAZI MECBURİYETİ
Bir belediyemiz, evlerin veya apartmanların mutfak giderlerine, kullanılmış yanık yağları atık sudan ayıran cihaz taktırma zorunluluğu getirmiş. Bunları taktırmayanlara iskân müsaadesi verilmeyecekmiş. Pekiyi cihazın ayrıştırdığı yanık yağlar ne olacak? Belediye toplayacak. Toplayacaksa, yanık yağlar önce yalağa dökülüp, sonra ayrıştırılmadan bir kaba konsa olmaz mı? Yoksa amaç cihaz satışlarını belediye zoruyla arttırmak mı?
Bu tespite göre “gelişen” (yani az gelişmiş ama gelişme yoluna girmiş) ülkelerde kişi başına milli geliri, “gelişmiş” ülkelerin kişi başına milli gelirinin yarısına kadar çıkmış ama oralarda duraklamıştır. İkinci tespite göre, son yıllarda gelişen ülkeler öyle bir büyüme rüzgârı yakalamışlardır ki; bir süre sonra, kişi başına milli gelirde gelişmişleri hemen, hemen yakalayacaktır. Fiili sonuçlar son 20 hatta son 10 yılda bu öngörüyü desteklemektedir. Türkiye bunlardan biridir. 1960-2010 arası 50 yıllık döneme ait hesaplar ise, yalnız 12 ülkenin orta gelir tuzağına düşmeden gelişmeye devam ettiği göstermektedir. Türkiye bunlardan biri değildir. Pekiyi, Türkiye nerededir?
CARİ AÇIK VE GELİŞME
Gelişen ülkeler tek tür değildir. Bunlar, “cari açık” verenler ve “cari fazla” verenler diye iki kümede toplanmalıdır. Orta gelir tuzağına düşmeyenler genelde “cari fazla” veren ülkeler olmuştur. Cari açık verdiği halde “orta gelir tuzağına” düşmeyenlerden sayılan İspanya, Yunanistan, Portekiz ve Güney Kıbrıs son iki yılda fena çuvallamıştır. Buna karşılık cari fazlası olan Pasifik ülkeleri zenginleşmeye devam etmektedir.
AZ GELİŞMİŞ ÜLKELER EKONOMİLERİNİ DAHA İYİ YÖNETİYOR
Türkiye’de, özellikle bankacılık kesiminde hâkim olan görüşe göre, gelişmiş ülkelerin ekonomi yönetiminde bir “akıl tutulması” yaşanmakta, bu yüzden gelişmiş ülkeler yerinde saymaktadır. Bunun tam tersi gelişen ülkelerde, mesela Türkiye’de vardır. Türkiye’de ekonomi ve özellikle banka kesimi çok iyi yönetildiği için, onlar dururken biz koşuyoruz. 2001 öncesi Türk bankacılık sektörü tam bir felaketti. Krizden sonra bu sektöre ve kamu maliyesine belli bir ciddiyet geldi. Bunu kabul ediyorum. Ama biz gelişmiş ülkelere ekonomide ders veririz savıyla mutabık değilim. Anlatacağım.
BİRLEŞİK KAPLAR KURAMI
Köyler kasabalarla, kasabalar kentlerle, kentler bölgelerle, bölgeler ülkenin tümüyle “bütünleştikçe” ölçek ekonomisi sayesinde hem, mutlak zenginlik artar, hem de zenginlik farkları azalır. Aynı sebep-sonuç ilişkisi “küreselleşme” sürecinde de devam etmiştir. Birleşik kaplar kuramına göre, yan yana duran düşey borulardaki farklı su yükseklikleri, eğer bu borular dipten birbirine bağlanırsa ortadan kalkar. Küreselleşme, para ve mal akışkanlığını arttırmış “fikri, finansal ve fiziki sermaye” en yüksek kârı (verimi) sağlayacağı coğrafyalara yönelmiştir. Bu sayede, hem zenginlik arttırmış, hem de gelişen ülkelerde “birim emek başına düşen yatırım”
MİLLİ GELİRİN DAĞILIMI
Milli gelir, sermaye ve emek arasında dağılır. İster menkul ister gayrimenkul olsun, servet/sermaye sahibi olanlar, olmayanlara göre milli gelirden “kişi başına” daha yüksek pay alır. Servet veya sermaye, sadece menkul veya gayrimenkul mülkiyeti şeklinde olmaz. Siyasi ve idari yüksek mevkilerde bulunmak, kısaca “devletlû” olmak da bir servettir. Buna “gayri maddi servet” denebilir. Bu servet veya sermayenin de parasal getirisi vardır. Teknoloji geliştikçe, “bilgi ve beceri” de önemli bir gayri maddi sermaye haline gelmiştir. Mesela, mesleklilerin bilgi birikimleri fikri sermayedir. Avukat, doktor, mühendis, mali müşavir veya ünlü gazeteci gibi unvanlar da gayri maddi sermaye kapsamına girer. Unvan sahipleri, milli gelirden, çoğu kez hak etmedikleri kadar, yüksek pay alır.
MİLLİ GELİRİN YENİDEN DAĞILIMI
Devletin (onu yöneten hükümetin) üç temel görevinden biri, milli geliri yeniden dağıtmaktır. Menkul ve gayrimenkul kıymet gibi “maddi” veya bilgi ve unvan sahipliği gibi “gayri maddi” sermaye sahipleri sayıca azdır, ama milli gelirden çok pay alır. Dişe dokunur sermaye birikimi olmayan geniş halk kütleleri sayıca çoktur, ama payları aydır. Ancak onların da hükümete baskı gücü vardır. Kitleler “itaatkâr” olmak için hükümdarlarına sürekli “zenginden al, fakire ver” baskısı uygular. Hükümetler de, toplanan vergilerin önemli bir kısmını, erken emeklilik, bedava sağlık ve eğitim hizmeti, yeşil kart, zararına demiryolu veya şehir içi ulaşım sistemi çalıştırma gibi “sosyal harcamalarla” dar gelirlilere transfer eder. Bu aktarma “bütçe açığı” ve hatta “cari açık” yaratır. Açıklar da devletin doğrudan veya dolaylı olarak borçlanmasıyla finanse edilir.
BORÇ AZALTILMASI FAKİRLERİ EZER
Kamu borcu ve/veya cari açık arttıkça, halk mutlu olur. Çünkü açıklar, “yurt dışından-yurt içine” ve “varsıldan-yoksula” gelir transferi sağlar. Kamu borcunun veya cari açığın daralması ise tam tersi bir süreçtir. Yani “fakirden-zengine” ve “yurt içinden-yurt dışına” transfere sebep olur. Bu transferi teninde hisseden halk, hükümete itaati bırakır ve “isyan” eder. Yunanistan’da, İspanya’da veya İtalya’da, Almanların baskısıyla uygulanan “bütçe sıkılama” önlemlerine gösterilen militan tepkinin sebebi budur. Hükümetler bu tepkiyi azaltmak için “servet vergisi”, “borç sildirme” veya iç ve dış borçlara “faiz ödememe” önlemlerine başvurulur.
Son söz: Sebepsiz isyan olmaz; ama her isyan haklı değildir.
Hakeza Museviliğin, İseviliğin (Hıristiyanlık) ve Muhammedîliğin yani İslam’ın doğuşu da birer devrimdir. Eğer hiç devrim olmasaydı, herhalde beşeriyet bu kadar gelişemezdi. Atatürk de bir devrimciydi. Ama onun devrimi, yukarıda saydığım devrimlere göre daha yerel ve daha dar kapsamlıydı. O yüzden Fransız ve Rus devrimlerinin adı Türkçede “ihtilâl” olarak kalırken, Türk devriminin adı, bizzat onu yapanlar tarafından “inkılâp” yani yeniden biçimlenme olarak konmuştur. İhtilâl aslında “bozulma” demektir. Yapanlara göre de “bozulmayı düzeltme”dir. İhtilâl, sıklıkla “hükümet darbesi” anlamında da kullanılmaktadır. Yanlıştır.
ATATÜRK DEVRİMLERİN KARŞITLARI
Atatürk devrimleri üç sütun üzerine oturur. Bunlar: lâiklik, ulusal birlik ve tam bağımsızlıktır. Haliyle, laiklik karşıtı dinciler, ulusal birlik karşıtı bölücüler ve tam bağımsızlık karşıtı mandacılar Atatürk devrimlerine karşıdır. Dinciden kastım “Referansım İslam’dır” diyenler, bölücüden kastım “Bağımsız Kürdistan” davasını güdenlerdir. Mandacılar ise genel anlamda Türk ve laik olup, Türkiye’de yaşayan, ama kendini “Fransız” sanan ve “Ecnebileşmiş Türklerdir”. Bir süredir bu üç kesim, birbirlerinden çok hazzetmeler de “Atatürk karşıtlığı ortak paydasında” buluşarak siyasete ve toplum hayatına tam anlamıyla egemen olmuştur. Bu koalisyon, medyanın yüzde doksanını ele geçirmiştir.
Bu mutat zevatı TV’lerden her akşam izleyebilirsiniz.
“CUMHURİYET” VE “DEMOKRASİ”
DBM (Dinci-Bölücü-Mandacı) Cephenin, Atatürk karşıtlığında kullandığı ana tema demokratikleşmedir. DBM Cephesine göre birinci “Cumhuriyet” yani “laikçi-ulusal birlikçi-tam bağımsızlıkçı” hareket, demokrat değildir. Bu sebeple ortadan kaldırılmalıdır. Yerine “Demokratik İkinci Cumhuriyet” kurulmalıdır. Özetle, “dinci-bölücü-mandacı” siyaset Türkiye’de egemen olmalıdır. Zaten ABD ve Avrupa Birliği de bunu istemektedir. Onlar istediğine göre bu “son tablo” er geç oluşacaktır. Acaba?
DEMOKRASİYİ KİM KURDU
DBM cephesinin sahiplendiği Türk demokrasisi, bir ihtilal ile kurulmamıştır. Tam aksine demokrasiye karşıdır denilen devrimci Cumhuriyet, bunu bir evrimle kurmuştur. Sıkça vurgulandığı gibi Cumhuriyetin vasisi Ordu ise, demokrasiyi de Ordu kurmuştur denebilir. Hal böyleyken 32 yıl önce yapılan bir darbenin liderlerini, onların yolunu döşedikleri demokratik düzen sayesinde yargılamak, sıfır riskli ucuz kahramanlık gibi duruyor.
Toplantıya biri İsviçre’den diğeri Almanya’dan iki para politikaları profesörü katıldı. Yerli kontenjanından İş Bankası’ndan Serhat Gürleyen ve ben vardım. Alman Hoca aynı zamanda Alman Merkez Bankası’nın araştırma bölümünde görevliymiş.
SIKI MALİYE POLİTİKASI CENNETTEN ÇIKMADIR
İki profesör, birlerini dinlerken sürekli kafa sallayıp, meslektaşı ile hemfikir olduğunu salona göstermeyi ihmal etmedi. İkisinin görüşü de tıpatıp aynıydı: Avrupa Birliği, biri Kuzeyliler, diğeri Güneyliler olmak üzere iki kümeden oluşuyordu. Güneyliler yani Akdeniz’e sahili olanlar cırcır böceği, Kuzeyliler (Almanya ve saz arkadaşları) karıncaydı. Cırcır böcekleri “el parasıyla sefa sürmenin sonunu düşünmeden” hareket etmişler ve borca batık hale gelmişlerdi. Şimdi kalkıp “karıncalara” bizi kurtarmaya mecbursun diyorlardı. İşte bu dayanılmazdı. Baş karınca Almanya, cırcır böcekleri, sıkı maliye politikası uygulayıp “karıncalaşmaya” söz vermedikçe onlara yardım edilmemeli diyordu. İspanya ve İtalya belki düzeltilebilirdi. Ama Yunanistan tam sopalıktı. Euro’ya geçerken Avrupa Parasal Birliği’nin kabul ettiği “Kamu Borcu/Milli Gelir” oranı % 60’ı, “Bütçe Açığı/Milli Gelir” oranı % 3’ü geçemez kuralı üye ülkelerin Anayasa’larına yazılmalıydı. Anayasa’sına bunu yazmayan veya yazdığı halde bu kurala uymayan üye devlet, Avrupa Para Birliği’nden kovulmalı yani euro’dan çıkarılmalıydı.
ALMANYA EURO’DAN ÇIKSIN
Ben de şunları söyledim: “Kamu Borcu/ Milli Gelir” oranı yüksek olan İtalya ve İspanya, Avrupa Merkez Bankasının manevra alanı, Almanya tarafından daraltıldığı için, yüksek faizle kamu borçlarını döndürmektedir. Yüzde sıfır hatta eksi büyüyen bir ülkenin, hiç bütçe açığı olmasa bile, yüksek reel faizle borç döndürmeye çalışması “sürdürülemez” bir süreçtir. Yapılması gereken ilk iş İtalya ve İspanya’nın kamu borçlanma faizleri Avrupa Merkez Bankası marifetiyle reel olarak sıfıra indirmektir. Eğer Almanya buna izin vermeyecekse kendisi euro’dan çıkmalıdır. Almanya’nın euro’dan çıkmasıyla euro devalüe olacaktır. Bu sayede 1) Güneylilerin rekabet güçleri artacak, 2) Sıfır reel faizle borçlanabilecekler, 3) Değerli euro ile aldıkları borçları, değersiz euro ile ödeyerek borç stoklarını reel olarak azaltabileceklerdir. Alman Hoca cevaben: “Doğru, ama Almanya euro’dan çıkmayacaktır” dedi. Herhalde, ortaya çıkacak “değerli” Alman Markı”nın ihracata dayalı Alman ekonomisine yapacağı trilyon euro’luk olumsuz etkiyi hatırladı.
Son Söz: Ayrılmak, birleşmekten zordur.
Gün geçmiyor, bir veya birkaç şirkete ciddi miktarda ceza verilmiş olmasın. Şimdi de falaka sırasında bankalar var. 1994 yılında yürürlüğe giren Rekabetin Korunması Hakkında Kanunun amacı “mal ve hizmet piyasalarında rekabeti engelleyici, bozucu veya kısıtlayıcı anlaşma, karar ve uygulamaları ve piyasaya hâkim olan teşebbüslerin bu hâkimiyetlerini kötüye kullanmalarını önlemek” olarak tanımlanıyor. Bunun için iş dünyası denetleniyor ve kurallara aykırı davranan firmalara, cirosuyla orantılı ciddi para cezaları veriliyor. Rekabet hukuku, rekabetin, rekabet ortamını yok etmemesi, teknolojik gelişmelerin piyasada yer bulması ve genel olarak halk yararının söz konusu olduğu durumlarda, rekabet yasaklarını belli bir süre askıya alabiliyor. Buna da muafiyet deniyor.
AKREP ETMEZ AKREBE RAKİBİN RAKİBE ETTİĞİNİ
İş adamlarının rakiplerini yenme güdüsü o kadar güçlüdür ki; çoğu kez “düşmanca rekabeti ortadan kaldırmak” için yapılan anlaşmalar (şikeler) havada kalır. Bunu, elli yıldır iş âlemi içinde bulunan bir kişi olarak söylüyorum. Kurumun titizlikle üzerinde durduğu, “pazar bölüşümü” veya “anlaşmalı fiyatlandırma” gibi eski moda rekabet ihlalleri içeren gizli anlaşmalar, iş hayatının doğasına ve iş adamının kimyasına aykırıdır. Herhangi bir sektörde yeteri kadar sayıda firma varsa, bu kabil rekabet ihlalleri kısa sürede kendiliğinden ortadan kalkar. Markalı malı olan üretici firmanın, bayilerine “asgari satış fiyatı” uygulama zorunluluğu getirmesi, ise hiçbir şekilde rekabeti zedelemez. Tam aksine hem üreticiler arası rekabeti canlı tutar hem de “bayiler arası rekabeti” korur. Üstelik yaygın dağıtımda etkinliği arttırır.
BÜYÜK PERAKENDECİLER VE REKABET İHLALİ
Bana göre, günümüzün en yakıcı rekabet ihlalleri büyük perakendecilerle, üretici firmalar arasında yaşanmaktadır. Büyük perakendeciler, tabiri caizse üreticileri “müşteriye ulaşım hâkimiyetleriyle” ezmektedir. Burada kullanılan “kanırtma küsküsü” büyük perakendecilerin “kendi markaları” ile fason üretim yaptırmalarıdır. Eğer büyük perakendeciler aynı zamanda üretici de olmak istiyorlarsa, mallarını tüm dağıtım kanalına eşit şartlarla vermelidir. Ayrıca, diğer zincir perakendeci rakiplerinin fason yaptırdığı malları da eşit şartlarla kendi mağazalarında satmalıdır. Aksi takdirde; a) Pazara yeni üreticilerin girişini kolaylaştırmak, b) Mevcut üreticiler arası rekabeti güçlendirmek, c) Perakende sektöründe rekabeti korumak için, büyük perakendecilerin, kendi markalarıyla mal yaptırıp, sadece kendi zincir mağazalarında satması “rekabet ihlali” sayılmalıdır.
Son Söz: Aynı davada, aynı kişi, hem savcı
hem de yargıç olamaz.
Rant gelirinin üstünde de “rant” yazmaz ama rant vardır. Rant, genellikle “kâr” adı altında elde edilir. Herhangi bir iş dalında rant oluşması için, kamunun getirdiği bir “yasaklama-kısıtlama” olması şarttır. Bu kısıtlamayı kullanan girişimciler, genellikle kamu erkini kullananlarla işbirliği yaparak, fahiş kârlar elde ederler. İşte bu kâr, ranttır. Türkün daha bebekken öğrendiği ilk “kâr görünümlü rant”, imar durumu değişikliği ile yaratılan servetlerdir.
DEPREM RANTI
Birkaç aydan beri, İstanbul’un Anadolu yakasının, Bağdat Caddesi ile Sahil Yolu arasında kalan makbul semtlerine, rant avcısı müteahhitlerin tebelleş olduğunu duyuyordum. Bu rant avcıları, kapı kapı dolaşıp, “yeni deprem yönetmeliğe göre binanız çürük, bir kişi şikâyet etse onu belediye yıkacak, yıkım parasını da sizden alacak” diyerek kat maliklerini korkutuyorlar. Geçen hafta bunların tek-tekçiliği bırakıp, Bağdat Caddesinde “sürek avına” çıktıklarına şahit olduk. Gazetelerimiz de eksik olmasın derhal, Bağdat Caddesindeki binaların yüzde 80’i yıkılacak diye başlık attı. Allahtan Bakan Erdoğan Bayraktar “nereden çıktı bu laf, bir bina maili inhidam (yıkılmaya yüz tutmuş)değilse, belediye bunu yıkamaz” diyerek paniği durdurdu. Nedense bu rant avcıları, Anadolu yakasının gariban semtlerinin ara sokaklarında, dar bütçeyle inşa edilmiş, arsası küçük, çarpık-çurpuk, çürük-çarık binalarla hiç meşgul olmuyor. Dertleri Bağdat Caddesi!
DEPREMDE HANGİ BİNA YIKILIR
Mühendisler, bir binanın depreme dayanıklılığı, temelinden anlaşılır diyor. Anladığıma göre, zeminle uyumlu temeli sağlam ve üst yapısı projesine göre inşa edilmiş binalar depremde yıkılmıyor. Yönetmeliğin değişmesi, depremde yıkılma riskini arttırmış değildir. Eğer binalar eski yönetmeliğe uygun inşa edilmişse, bunların yıkılıp yeniden yapılması söz konusu olmamalıdır. Bu israftan başka bir şey değildir.
ÖNCE AYASOFYA YIKILMALIDIR
İstanbul’un en eski büyük binası Ayasofya’dır. Herhalde yeni yönetmeliğe göre inşa edilmemiştir. Rant avcılarının aklına göre, Ayasofya’dan ve Sultan Ahmet Camiinden başlayıp, Dolmabahçe sarayı dâhil tüm eski binalar yıkılmalıdır. Mimar Sinan, yıkılmak üzere olan Ayasofya’yı güçlendirmiştir. Bağdat caddesindeki binalar, özenle inşa edilmiştir. Gerekiyorsa, temel ve taşıyıcı sistemleri güçlendirilebilir. Bu çözüm ortada dururken semtteki “imar yoğunluluğunu” arttırarak yıkımı kârlı hale getirmek kesinlikle iktisadi değildir.
SON SÖZ: MÜTEAHHİT İÇİN İYİ OLAN, MEMLEKET İÇİN İYİ OLMAYABİLİR.