Pek tabii Kürt sorunundan ve onun türevi olan PKK’nın silahlı eylemlerinden bahsediyorum. Adına Kürt sorunu denilen “çözdükçe dolanan” ikilemin ne olduğu herkes bal gibi biliyor, ama açık konuşmuyor. Bunu da en iyi bir cümlede beş defa “demokratik” kelimesi kullananlar biliyor. Hatırlamakta fayda var. 1980’den önce Komünist Doğu Almanya’nın resmi adı “Demokratik Almanya” idi. Ayrıca “Demokratik Yemen” ve “Demokratik Kongo”yu akılda tutun. Sonra varın siz demokratiğin ne anlama geldiğini anlayın.
BANA ÇÖZÜMÜN RESMİNİ YAPABİLİR MİSİN ABİCİM
Türkiye’de, biri çözümden yana, diğeri çözüme karşı diye iki vatandaş kümesi yoktur. Hele, hele silahlar bırakılmasın diyen hiç yok. Buna PKK savaşçıları da dâhildir. Zaten silahları bırakmak isteseler, o saniye mesele biter. Ama bırakmıyorlar. Çünkü çözüm, yani müzakere sonunda orta çıkacak “final resim” konusunda anlaşmazlık var. Hükümetimiz bu resmi yapsa da herkes ona göre pozisyonunu netleştirse daha iyi olmaz mı? Neyse. Ülkemiz, iki üç yıl önce, bir 23 Nisan töreninde kendisi tarafından söylendiği şekliyle “astığı astık, kestiği kestik” bir başkan tarafından yönetiliyor. Arkasında yüzde 60 oy desteği var. Ana muhalefet partisi de istenmeyen bir “kredi açtı”. Hâlâ resim ortada yok, ama niyet var. Haydi hayırlısı.
I HAVE A DREAM
Bu, Nobel Barış ödülü almış zenci rahip King’in ünlü sözüdür. Din Doktoru rahip King, Protestanlığın kurucusu rahip Martin Luter’i kendine örnek aldığı için adını değiştirip, Martin Luter yapmıştır. Dr. King, siyah ve beyazların kardeşçe yaşacağı bir Amerika tahayyül ettiğini terennüm ediyordu. Ben de onun bir toplantısına katılıp, haleluya çekmiştim. Netice de King’in rüyası büyük çapta gerçekleşti. Şimdi bizler de Orta Doğu’daki tüm Kürtlerle Türklerin kardeşçe yaşadığı bir dünya hayal ediyoruz. Nitekim Türk Hükümeti, Barzani’nin başkanı olduğu Kuzey Irak “Bölgesel Kürt Yönetimine” eğer petrol parasının paylaşımı yüzünden papaz olduğunuz Bağdat yönetimindeki Irak ordusu (Yani Araplar) hücum ederse, sizi biz koruruz dedi. E, bedava koruma olmaz.
KÜRT MESELESİNİN ÇÖZÜMÜ, CARİ AÇIK SORUNUNU DA HALLEDER
Irak’ın Kuzey’inde Kürtlerin yönetimindeki bölgede ibadullah petrol; Türkiye’de de tüm Kuzey Irak’ı kalkındıracak kadar sanayi bilgisi, becerisi ve üretimi var. Bu “Bölge Yönetimi” ile Türkiye bir “ekonomik birlik” kurarsa (ki bu konuda epey mesafe alındı) Türk ekonomisinin en yapışkan meselesi olan dış açık da sürdürülebilir düzeye geriler. Bu da benim vizyonum. Barışa bir katkıda bulundu isem ne mutlu bana. Son sözü Rahmi Koç’tan devşirdim.
Bunun için Sosyal Sigorta emekli aylıklarının ve halka bedava (veya zararına) sunulan sağlık hizmeti harcamalarının azaltılması şarttır deniyor. Bu amaçla Amerika’da yapılan çözüm tartışmalarının “sağlık hizmetini kısmayalım, hastanelere (yani doktorlara) yapılan ödemeleri azaltalım” noktasına sürüklenmesi dikkatimi çekti. Bizim Sağlık Bakanlığı’nın uygulamalarına bakınca, Türkiye’nin de benzeri bir yol izlediği kanaatine vardım.
ÖNCE BİR TANIMLAMA: YAPISAL AÇIK NE DEMEKTİR
İnsanlar, tanımını kendisinin bildiği (bazen da bilmediği) “jargon” tabir edilen mesleki sözcükleri kullanmaya pek meraklıdır. Bunlardan biri de yapısaldır. Yapısal, dalgasal (konjonktürsel) kavramının zıttı dır. Bütçe açığı gibi bazı finansal göstergeler, piyasa dalgası sayesinde, olması gerekenden iyi çıkar. Mesela Türkiye’nin bütçe açığı, çok küçüktür. Buna mukabil sürdürülemez bir oranda “cari açık/dış açık” vardır. Soru: Türkiye’nin yüzde 7 dolayındaki cari işlemler açığı yüzde 3’e inerse, halen yüzde 2 olan bütçe açığı, yüzde kaça çıkar? Çıkan oran “yapısal bütçe açığıdır”.
HİZMETİ AZALTMA MALİYETİ DÜŞÜR
Sağlık hizmeti her zaman, iktisadi olduğu kadar siyasi bir sorun olmuştur. Bir yandan kapitalist sistemin mantığına göre bu sektör de rekabete açık olmalı ve sağlık hizmetlerinin fiyatı piyasada serbestçe oluşmalıdır tezi vardır. Diğer yandan da “sağlık, ticaret mevzuu olamaz”, sağlık sektörü kapitalist sitemin kuralları dışında ele alınmalıdır diye özetlenecek bir fikir her zaman revaçtadır. Siyasi kulislerde “İki Recep (biri Başbakan, diğeri Sağlık Bakanı) arasına kimse giremez” çünkü sağlık politikası AKP’ye oy getiriyor deniyor. Ancak bir mesele var: Bu oy getiren sağlık hizmeti politikası, bütçede yeni bir kara delik oluşturmak üzeredir. Acaba Sağlık Bakanı bu konuda ne yapıyor? Gözlemime göre Sağlık Bakanlığı, özel hastanelerin sigortalılara sunduğu sağlık hizmet fiyatlarını kasten çok düşük tutuyor. Fiyatlar baskısı sürerse, özel hastanelerin çoğu ya zarar edip kapanacak ya da en büyük maliyet kalemi olan doktor ücretlerini düşürerek kâra geçecektir. Kapanacak özel hastanelerin veremeyeceği sağlık hizmetini, yenileri de kurulan devlet hastaneleri verecektir. Ortaya çıkacak hekim açığını, özel sektörde aradığını bulamayan doktorlar, devletin verdiği maaşa razı olarak kapatacaktır. Bu suretle, hem yaygın sağlık hizmeti devam edecek hem de devlet bütçesinde yeni bir kara delik oluşmayacaktır. Benim gördüğüm hesap budur.
Son Söz: Tahterevallinin iki ucu aynı anda kalmaz.
Yazı nevileri dersini o zamanın ünlü köşe yazarı ve spor adamı Burhan Felek (1889-1982) veriyordu. Anlattığına göre, kendisi 1908’de ilan edilen II. Meşrutiyet öncesinde gösteri yapan üniversite öğrencilerinden biriymiş. O sırada Hukuk Fakültesi’nde okuyormuş. Burhan Felek olimpiyat şampiyonu olan amatör sporculara devletin parasal ödül vermesini, amatörlük ilkelerine aykırı bulduğu için olimpiyat komitesinden istifa etmiş ve bunu açıkladığı için de hain ilan edilmişti. Burhan Felek, Şeyh-ül Muharririn (Yazarların Şeyhi) lakabı verilen ilk ve son yazardır. 1980’den sonra, kendinden genç Kenan Evren’in elini öptüğü için çok eleştirilmiştir.
HOCA OLARAK BURHAN FELEK
Burhan Felek, bakır bilezik takar sınıfın güzel kızlarına göz süzerdi. Çok şık giyinirdi. Hıyarlaşan öğrencileri, bir yandan bileziği ile oynayarak, çok güzel makaraya sarardı. Burhan Felek’in “hayatta mümkün mertebe namuslu yaşayın” tavsiyesini hiç unutmam. Harf inkılâbı sırasında hazırlanan Alfabe’nin “q” harfini içermemesini eksik bulurdu. Yazım kuralı olarak da “ğ” harfinin kelime içinde uzatma işareti yerine kullanılmasını savunurdu. Mesela “mide” değil “miğde” yazılmalıdır derdi. Bunu yeni Türk Alfabe’sinin emsalsiz üstünlüğü olan “okunduğu gibi yazılır, yazıldığı gibi okunur” ilkesinin gereği sayardı. Bu suretle lehçe farklarının ortadan kalkacağını savunurdu. Burhan Felek, bir köşe yazarının gazete tirajının yüzde 4’ü kadar okuru olmasını başarı olarak nitelerdi. Burhan Hoca, eğer fıkra (köşe yazısı) yazarken konu bulmakta zorlanırsanız “belediye yazısı” yazmamızı önermişti. Ben de bugün, Başbakanın odasında “Sanal Böcek Bulundu” veya “Böceği kendim koydum, kendim buldum” diye baharatlı fıkra yazacağıma onun bu tavsiyesine uyuyorum.
ARNAVUT KALDIRIMDAN GRANİT KALDIRIMA
Eskiden, sokaklarda aylak, aylak dolaşanlara “kaldırım mühendisi” denirdi. Herhalde kaldırım mühendisliği bu şekilde hor görülünce, uzun süre hiçbir inşaat mühendisi kaldırım mühendisi olmak istemedi. Derken kaldırım tasarımı ve inşasında bir patlama yaşandı. Ama yine de “güzel ve kalabalık şehrim İstanbul” çok sık yenilenmesine rağmen, yürünmesi en zor kaldırımlara sahip kentler arasındadır.
İstanbul’da kaldırımcılık ilkeleri şunlardır:
1. Kaldırımlar, asla onarılmaz, sökülür yenisi yapılır.
Amerikan Merkez Bankası FED’in Başkanı Bernanke tarafından yaratılmış “Kamu Maliyesi Uçurumu” (Fiscal Cliff) deyimi, kendisinin izlediği “krizden çıkış” politikasını sürdürmek için icat ettiği bir korkutma ibaresidir. Başkan Obama da Bernanke’yi destekliyor. Cumhuriyetçiler ise korkmamış gibi rol yapıyorlar.
BERNANKE NE DİYOR
Bernanke şunu söylüyor: İç ve dış talebin düştüğü bir ortamda, ekonomide istikrar sağlamak adına “sıkı maliye” politikası uygulanamaz. Eğer ekonomide bir şişme olsaydı, bir yandan “vergiler arttırılırken” diğer yandan “bütçe harcamaları kısılır”, böylece istikrar sağlanırdı. Hâlbuki 2008’de başlayan küçülme krizinden ABD ekonomisi henüz çıktı. Yavaş, yavaş kendine gelirken sakın bu kabil “kemer sıkma” önlemlerine başvurmayın diye siyasetçileri ikaz ediyor. Bir bakıma ülkenin baş iktisatçısı olarak “kabahat benden gitti; gayri siz düşünün, bana da gelmeyin” diyor.
KAMU BORÇLANMA TAVANI YÜKSELSİN
ABD’nin temel kamu finansman sorunu, bütçe yapısal/yapışkan açığının, milli gelirinin yüzde 7’ine ulaşmış olmasıdır. Siyasetçiler bunun çözüm yollarını tartışmaya devam edebilir. Ancak Bernanke’ye göre, Obama ile Meclis’in yılbaşından önce anlaşarak Amerikan Devleti’nin borçlanma limitini arttırması şarttır. Aksi takdirde ortaya çıkacak ödeme zorlukları dolayısıyla ABD’nin milli geliri hızla düşmeye başlayacak, yani ülke “Fiscal Cliff” denilen yardan aşağı uçacaktır. Burada çok ilginç bir durum var. Bilindiği gibi Avrupa Birliği’nde Kamu Borcu’nun Milli Gelire oranı yüzde 60’ı geçmesin diye ( pek de bilimsel bir gerekçesi olmayan) bir kural var. Zaten çoğu ülke de buna uymuyor. ABD’de ise bu oran yüzde 100. Fiiliyatta da aşılmış durumda. İşte arttırılsın denilen borçlanma limiti budur. Bu limit pek tabii attırılacaktır.
HER İKTİSADİ TARTIŞMA GELİR DAĞILIMIDA ÇIKAR
Bu başlıkla daha önce bir yazı yazmıştım. Amerika’ da yapılan “bütçe açığı kapama” tartışmaları tam da bu noktada toplanmış bulunuyor. Gel de bunu 55 yıl önce bize belleten Sadun Aren’i hocayı saygıyla anma. Cumhuriyetçilere göre, bütçe açığını kapamanın yolu, devletin, dar gelirlilere sağladığı emekli aylığı desteği ile yaşlılara ve fakirlere sağladığı bedava sağlık hizmetlerinin azaltmasından geçer. Demokratlara göre ise zenginlerden daha fazla vergi alınarak bu açık kapatılabilir. Kamu kesiminde verimlilik ve askeri harcamaların, savaş gücü zafiyete uğratılmadan azaltılması gibi “teknik ve kolay” konular şu sıralarda gündemde değil.
YENİ TOPLUMSAL SÖZLEŞME
İhale çok başarılı geçmiş; ne demekse? Başarı, işin ucuza mı gitmesidir, yoksa pahallıya mı? Ucuza gitmişse, devlet kazık yemiştir. Pahalıya gittiyse, ya ihaleyi alanlar, elektrik dağıtım imtiyazlarını alanların yaptığı gibi cıllayacak ve ihale bedelini düşürecektir ya da sıkışınca geçiş ücretlerini arttıracaktır. Bu arada geçiş ücretlerine “enflasyondan fazla zam yapılamayacak” diye bir haber de gözüme çarptı. Dolarla ihale edilen bir işin nakit akışı TL ise, ağzımdan yel alsın, devalüasyon riskini kim nasıl taşıyacaktır?
Köprülerin ve paralı otoyolların işletmesi at-deve bir iş değildir. Zaten bunu Karayolları yıllardır iyi kötü yapıyor. Buna rağmen kabul etmek gerekir ki, özel sektör devletten daha iyi işletmecidir. Daha az adamla çalışır, yatırım kararlarını daha çabuk alır, işi ehline verirken siyasi torpillilere karşı daha dayanıklıdır. Kısaca köprü ve otoyolların bakımı, onarımı, para toplama dâhil işletilmesini özelleştirmek doğru bir karardır. Bunun için ihale açılabilir. En düşük fiyatı verene bu işler ihale edilir. Pek tabii, geçiş ücretlerini Hükümet tespit eder. Yapılacak bakım ve onarımların yerindeliğini ve işlerin kalitesini Karayolları denetler. İşletmeci tarafından toplanan paralar da gecikmeden Maliye’ye yatırılır. İşletme müteahhidi ay sonlarında yaptığı hizmetin ve işlerin bedelini Karayollarından alır. Özelleştirme budur.
BÜTÇE AÇIĞINI KAPATMAK İÇİN DEVLETİN PEŞİN PARAYA İHTİYACI VARSA
Bütçe açıksa ki, bu normaldir, Hazine içeriden veya dışarıdan tahvil ihraç ederek TL veya dövizle borçlanır. Sermaye ve para hareketlerinin tamamen serbest olduğu bugünkü küresel ortamda, Türkiye’nin iç tasarruflarının da yetersiz olduğunu hesaba katarsak, bu borçlanmanın son tahlilde “dışarıdan” yapılacağı kesindir. Zaten bugün özelleşme ihalesini kazanan grup da parayı dışarıdan getirecektir. Kasalarında bu kadar külah yani para olmadığı için “John’un külahını, Mehmet’e giydirecektir.” Bu ihalenin, “esasında” Hazine’nin tahvil çıkarmasından farkı yoktur.
ARADA NE FARK VAR
Esasında yoktur, ama iki yöntem arasında biri iyi, diğeri kötü çok önemli iki fark vardır. Önce kötü farkı söyleyeyim. Devletler, kural olarak özel sektörden daha ucuza borçlanır. Nitekim bugün de Türk Devletinin ihraç ettiği tahvillerin faizi, özel sektör tahvillerinden düşüktür. Demek ki, ihaleyi alan konsorsiyum, Hazine’den daha fazla faiz ödeyecektir. Bu fazla, ülkeden çıkan bir paradır. İyi farka gelince: Hazine borçlanınca, Kamu Borcu/ Milli Gelir oranı artar. Özel sektör borçlanınca, ihale parası Hazineye geleceği için, hem bu oran hem de bütçe açığı düşer. Bu, özünde bir “Bilanço Makyajı”dır. Makyajlı bilanço siyaseten çok iyi propaganda malzemesidir.
Son Söz: Herkese anlatılabilir, ama anlamak istemeyene, hiçbir şey anlatılamaz.
Bu konuda yazı kaleme alanlar adeta Taraf bilinen gazetelerden değildi; onun (kutsal) bir misyonu ve misyoner yazarları vardı deyip sözü, “onların misyonları yani görevleri tamamlanınca işlerine son verildi” demeğe getirdiler. Ama hiçbiri gazetecilik misyonu ile misyon gazeteciliğin çelişkisine işaret etmedi.
STRATEJİK YÖNETİM
İş idaresini bilimsel bir temele oturtmak için kafa yoranlar, “stratejik yönetim” diye bir şablonda mutabık kalmıştır. Stratejik yönetim, “amaca giden anayoldan uzaklaşmamak” demektir. İster küçük bir esnaf, ister koskoca bir holding, isterse bir gazete olsun, her bir “iktisadi birim”, stratejik yönetim ilkelerine göre hareket ederse, uzun ve başarılı bir hayata kavuşur. Stratejik yönetim, iki kavramsal sözcükle başlar. Birincisi “misyon”dur. Misyon, stratejik plan yapan iktisadi birimin “ben, müşterilerime ne vereceğim ki onlar benim ürünümü gönüllü olarak satın alsınlar” sorusuna verilen cevaptır. İkincisi, vizyondur. Anlamı, ben görevimi layıkıyla yaparsam “müşterilerim bana gösterecekleri teveccüh, beni nereye ulaştıracaktır?” sorusuna verilen yanıttır.
KİŞİSEL VE KURUMSAL KİMLİK
Birden fazla kişinin çalıştığı her birimin bir kurumsal kimliği, orada çalışan insanların da birer kişisel kimliği vardır. Temel yönetim sorunlarından başında, kişisel kimliklerle, kurumsal kimlik arasındaki uyumsuzluk gelir. Buna misyon ve vizyon farklılığı denebilir. Bir kişi, bir kurumda çalışmayı kabul ettiğinde, kendi kişisel misyonunun önüne, ait olduğu kurumun misyonu koymayı kabul etmiş olur. Bu kabule rağmen, kişilerin çalıştıkları kurumun misyonu etkilemeleri ve hatta değiştirmeleri mümkündür. Ama bu netleşinceye kadar kurum kimliği önde gelir.
KAPİTALİST AHLAK
Kapitalist sistemin iyi işlemesi “iş bölümü”ne bağlıdır. Toplum bir vücut ise, her iktisadi birim, toplum denilen bu sosyo-ekonomik sistemin bir uzvu/organıdır. Her organın, misyonu/görevi ayrıdır. Gazetelerin ve gazetecinin misyonu, halka gerçekleri anlatmaktır. Bundan başka misyonu olamaz. Olması, kapitalist ahlaka aykırıdır. Kısaca, etik değildir.
HABER, KAYNAĞINDA KİRLENİR
İşin komik tarafı, Hristofyas halen AB’nin dönem başkanıdır. Haksızlık etmeyelim; bu iflas, Hristofyas’a fatura edilemez. Hem ondan önceki Kıbrıs liderleri, hem de Kıbrıslı Rumları “el parasıyla lüks yaşamaya teşvik eden” Avrupa Birliği yöneticileri bu çöküntüden sorumludur. Neticede sorumlular devreye girdi ve AB’nin bir üyesi olan Güney Kıbrıs iflastan kurtarıldı. Birkaç yıldır çan çalarak gelmekte olan bu acı sonu, IMF ve AB önleyebilirdi. Ama önlemedi. Rumların ölümü (iflası) görmesini beklediler. Şimdi ölümü gören Rumlar, sıtmaya yani “kemer sıkmaya” razı oldular. IMF ve AB bu şartla 11.5 milyar Euro’luk bir kurtarma paketi açtı.
KENDİ MUHTACI HİMMET BİR DEDE
AB’nin süt kuzusu Güney Kıbrıs bu hale düşünce, kuruluşundan beri müflis daha doğrusu anavatan T.C.’nin desteğiyle yaşayan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Dışişleri Bakanı Özgörgün, “geçmişte elektrik vererek destek olmuştuk; şimdi de destek olmayı düşünürüz” demiş. Ama bize “Kıbrıslı Türkler azınlıktır, Türkiye’de işgalcidir” demekten vazgeçsinler diye ilave etmiş. Herhalde Kıbrıslı Rumlar “iflas değil, ama bu söz bizi öldürür” demişlerdir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin, Güney Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’ne yardım etmesi, Medine’de dilenip, Mekke’de sadaka vermeye benzer. Kıbrıslı Türkler, Türkiye Cumhuriyetine nasıl daha az yük oluruz diye düşünüp Kıbrıslı Rumlar gibi “kemer sıkma” önlemleri alsalar, kendilerine, Güney Kıbrıs’a ve özellikle anavatana çok yararlı olurlar. Gereksiz şişinmelerin sırası değil.
ADA DEVLET EKONOMİSİ
Güneyi ve Kuzeyi ile Kıbrıs bir adadır. Hemen, hemen hiçbir ada ekonomisi, ana-kıta ekonomisinden bağımsız varlığını sürdüremez. Bu Sicilya için de Korsika için de böyledir. Hatta İrlanda için de İngiltere’den ekonomik anlamda bağımsızlık mümkün değildir. Kaldı ki, bir ada-devlet olan İngiltere’nin kendisi de Kıta Avrupa’nın bir parçası olmaya mecburdur. Bu sebeple Avrupa Birliği’ne katılmıştır. The Economist dergisi son sayısında bu ihtimali değerlendirmiş ve “Goobye Avrupa” demek İngiltere için, “fütursuz bir kumar olur” hükmüne varmış. Kıbrıslı Türkler, Türkiye’nin, Kıbrıslı Rumlar, Yunanistan’ın ayrılmaz parçalarıdır. Hâl, böyle olmakla birlikte, iki bölgenin ekonomileri ne kadar “bütünleşebilirse” herkes o kadar kazançlı çıkar. Buna Türkiye ve Yunanistan dâhildir.
Son Söz: İki müflis bir adaya yakışır.
Siyasi mayın, Kürt meselesiydi. AKP’nin bunu “hem ver-hem vur” yöntemiyle ele aldığını anlattım. Bugün sıra “cari açık” adlı iktisadi mayına basmadan AKP’nin nasıl bugüne kadar geldiğini ve bundan sonra da nasıl yola devam edebileceğini anlatmaya çalışacağım. Çünkü cari açık, yani döviz açığı, geçmişte bu ülkede yaşanan tüm iktisadi krizlerin tek ortak sebebidir.
DERVİŞ BİTTİ BABACAN VERELİM
Erdoğan önderliğindeki AKP, 2001 krizi atladıktan sonra iktidara geldi. Hatırlamakta fayda var. Ecevit’in Başbakan, Kemal Derviş’in ekonomi bakanı olduğu 2002 yılında milli gelir % 6,2, yatırımlar % 29 büyümüştü. Enflasyon bir yılda % 68’den, % 30’düşmüştü. Cari açığının milli gelire oranı sadece %0,6 (binde altı) idi. Pek tabii bu sonuçlar yapısal değil, konjonktürsel bir iyileşmeye işaret ediyordu. AKP, IMF’nin onayını taşıyan Derviş programını, gittiği kadar sürdürdü. Daha sonra, küresel rüzgârları kullanarak, “dış kaynağa dayalı” bir büyüme politikasını izledi. Eleştiriler, “finanse edilebildiği sürece cari açık sorun değildir” diye yanıtlandı. Tüm gayretler sıcak-soğuk demeden “yurda döviz getirmeye” odaklandı.
DÜNYA NEREYE SEN ORAYA
2001-2008 arasında Dünya ekonomi sahnesinde bir “ABD & ÇİN” ortak yapımı olan “Bol Dolar, Ucuz Mal” oyunu gösterime girmişti. Batakçı Arjantin’den, eski komünist fakir Bulgaristan’a kadar
her ülkede, hem
enflasyon düştü, hem de milli gelir arttı. Bu bir mucizeydi. Ancak Einstein’ın dediği gibi Tanrı yalnız zar atmıyor değil, mucizeye de izin vermiyordu. Bu işin bir bedeli vardı. Kuru bastırarak sağlanan düşük enflasyon ve iç taleple artan milli gelir, ülkemizi “cari açık” bağımlısı