Hâlbuki 10 yıldır iktidarda bulunan AKP’nin iktisat politikası “cari açığın sürdürülmesi” üzerine kuruludur. Bu dönemde ülkeye 350 milyar dolar yabancı tasarruf ithal edilmiş ve toplumumuzun “harcanabilir milli geliri” bu kadar artmış ve fiilen harcanmıştır. 10 yıllık toplam cari açığın, 10 yıllık toplam milli gelire oranı yaklaşık %5 tir. 2012 yılında milli gelirimizin, (cari açık azalması) sayesinde % 2.2 arttığı pazartesi günü açıklandı. Bu durumda Türkiye’nin 10 yıllık milli gelir artış hızı ortalama yılda % 4.9 oluyor. Bu 1923’ten bu yana oluşan büyüme hızına eşittir. Demek ki; son 10 yılda halkın harcamaları, kendi yarattığı katma değerle eski hızında artarken, başka milletlerin tasarruflarını yiyerek bir o kadar daha artmıştır. Bu kadar yabancı tasarruf yurda girmemiş olsaydı, Türkiye, bugün pek çok alt ve üstyapı yatırımını yapamamış (ve siyaseten daha da önemlisi) halkın refah düzeyini bu kadar arttıramamış olurdu.
ALLAH KİMSEYİ GÖRDÜĞÜNDEN GERİ KOMASIN
Her yıl verilen cari açık, üst üste toplanarak birikimli dış borcu oluşturur. Cari açığın 2012 yılında yaklaşık % 4 düşmesinin ödünü, iç piyasa daralması yüzünden, büyüme hızının %8.8’den, % 2.2’ye düşmesi oldu. Ama kümülâtif cari açık yine arttı. 2012 yılı girerken “Hedefimiz cari açığı düşürmektir, ileri!” denilmişti. Bu yılki hedef ise, daha hızlı büyümek için, “cari açığın bir miktar artması olarak” belirlendi. Çünkü 10 yıldır izlenen “finanse edilebildiği sürece, cari açık sorun değildir” politikası ekonomide yapısal bozukluk yaratmıştır. Tabiri caizse, ekonomimiz “borç kolik” olmuştur. Dış borç alamazsa, krize girecek hale gelmiştir. Bu sarmaldan da çıkmak mümkündür. Ama bunun bir bedeli olacaktır. Hepimiz geçmişe kıyasla daha iyi yaşamaya alıştık. Şurası bilinsin ki; ithalatı azaltarak değil, ihracat artışıyla, cari açık daralsa bile, ülkede harcanabilir milli gelir düşecektir. Es kaza cari açık sıfırlanırsa, AKP’nin iktidarda kalması bile tehlikeye girebilir. Hele, hele cari fazla vermek hedeflenirse, akıbet kaçınılmazdır. Bakan Çağlayan’ı ve İhracatçılar Meclisi yöneticilerini ikaz ediyorum. Cari açığı azaltacak önerilerini biraz törpülesinler.
Son Söz: Kötü dengeden çıkmak da, dengesizlik yaratır.
Güler yüzlü iktisat hocası Erdoğan Alkin
İktisat, hüzünlü bir bilim dalıdır. Kâhinleri de kıyamet tellâlıdır. Kırk yıllık arkadaşım Erdoğan Alkin farklıydı. Neşeliydi, iyimserdi. Onu da ebediyete uğurladık. Erdoğan’ı görüp konuştukça hep içim açılırdı. Hiç kötümserlik yaymadan, fikirlerini ve yorumlarını topluma sundu. Bu kubbede hoş bir seda ve Kerem ile Emre gibi iki güzide evlat bıraktı; uçup gitti. Huzur içinde yatsın.
Bunun sebebi de bölge içi “Cari İşlemler Denksizlikleri”dir(Current Account Inbalances). AB’nin ağaları bunu bal gibi biliyor. Ama denksizlikleri ortadan kaldıracak yapısal dönüşüm önlemleri almak işlerine gelmiyor. Yapısal dönüşüm için, önce cari açık veren üye ülkelerin “ihracatını arttıracak ve ithalatını düşürecek” gümrük tarife değişiklikleri yapmak gerekir. Ağalar, bunun yerine günü kurtaran “parasal-vergisel” önlemler alıp ödemeler sistemini likit tutuyorlar. Diğer yandan da cari açık veren ülkelerden “ücretleri düşürerek” yurtiçi talebi frenlemelerini ve düşük ücretlerle sanayide “birim emek maliyetini” azaltarak rekabet güçlerini arttırmaları istiyorlar. Bu kemer sıkma önlemleri, ülkelerin milli gelirlerinin azalmasına ve halkın da isyanları oynamasına sebep oluyor. Bu yüzden “Euro’dan çıkalım” gibi, çözdüğünden büyük sorun yaratacak önerilerinin popüler olmasına yol açılıyor.
EURO BÖLGESİ’NİN MALİ YAPISI, ABD’DEN DAHA SAĞLAMDIR
Euro Bölgesi’nin son 12 aylık cari işlem fazlası 153 milyar dolardır. Euro’nun rakibi Doların anavatanı Amerika ise, aynı dönemde 475 milyar dolar “cari işlemler açığı” vermiştir. Yani dünya para piyasalarında, dolarda arz fazlası; Euro’da ise arz açığı vardır. Bu durumda Euro’nun Dolara
karşı değer kazanması gerekir.
Pek tabii, çapraz kurlar, sadece “cari işlemleri dengeleyici” olarak çalışan otomatik mekanizmaya tabi değildir.
Çapraz kurlar, dünyanın en
büyük spekülasyon arenası olan “F/X-Para Piyasası”nda belirlenir. Bu yüzden sürekli dalgalanır.
Hepimiz bu işin milletimiz için hayırlısıyla sonuçlanmasını diliyoruz. Şurası muhakkak ki, bu mücadelede Kürt’lere istediklerini elde etme kapısını açan, Kürt savaşçılarıdır. Bu savaşçıların komutanı da Murat Karayılan’dır. Murat Karayılan, 1954 Birecik doğumlu Türkiyeli bir Kürt’tür. Herhalde ne Karayılan ne de onun savaşçıları bu zor mücadeleyi hayatlarının sonuna kadar Kandil dağlarında oturmak için vermemiştir. Onların nihai amacı, Türkiye’ye geri dönmek ve anayurt belledikleri bu topraklarda gönüllerince yaşamaktır. Dolayısıyla çözüm sürecinin tarihi olayı, Karayılan ve silah arkadaşlarının Türkiye’ye döndükleri gün yaşanacaktır. Bu yurda dönüş, önem itibariyle bin tane Habur’a bedeldir.
YALAN SÖYLEMEMEK ŞARTTIR
Açılım sürecinin kazasız belasız sonuçlanabilmesi için her şeyden önce tarafların birbirlerine karşı dürüst davranması şarttır. En az bunun kadar önemli olan diğer husus da, Kürt ve Türk önderlerin Türklere ve Kürtlere yalan söylememesidir. Yalan söylenir ve halklar bir süre sonra söylenenlerin yalan olduğunu ve siyasi önderlerin kendilerini uyuttuğunu veya aldattığını anlarsa, hiç beklenmedik tepkiler oluşabilir. Hatta bu tepkiler yüzünden süreç sekteye uğrayabilir.
PKK SAVAŞÇILARININ SINIR DIŞINA ÇEKİLMESİ
Açılımın kritik dönemeçlerinden biri olarak, halen Türkiye içinde faaliyet gösteren PKK’lılarının sınır dışına çekilmesi gösterilmektedir. Ben bu “çekilme” harekâtında çok tehlikeli bir kandırmaca olabileceği kanaatindeyim. Gayri nizami bir harpte, isyancılar, halkın içinde erimiş durumdadır. Bunlar, kışlalarda yatıp kalkan ve sabah ve akşam sayımı yapılan üniformalı askerler değildir. Belki çok az bir kısmı dağlarda, mağaralarda yaşıyor olabilir. Ama esas kadrolar “gündüz külahlı-gece silahlı” olmak mecburiyetindedir. Bunların sayısını kimse bilemez. Bu savaşçıların çok büyük bir kısmının, Türkiyeli olduğu kesindir. İçlerinde belli sayıda Suriyeli varsa onlar kendi anayurtlarına çekilebilir. Ama Türkiyeli PKK savaşçılarının, sınır dışına çıkması olsa, olsa taktik olabilir. Sabah çıkanların akşam geri dönmesi işten bile değildir. Sonra niye çıksınlar ki? Burası onların yurdu ve kendileri de T.C. vatandaşı değil mi?
ÇEKİLMESİ GEREKEN DEVLETİN GÜVENLİK GÜÇLERİDİR
Esas kritik dönemeç, Kürt bölgesinde konuşlanmış bulunan, T.C. devletinin güvenlik güçlerinin geri çekilmesidir. Herhalde o bölgede, süreç hayırlısıyla sonuçlanınca, bu kadar çok sayıda asker, jandarma, polis, özel harekâtçı ve köy korucusu bulundurmaya gerek kalmayacaktır. Muhtemelen bu sürecin sonunda T.C. güvenlik güçlerinde ciddi bir azaltma yapılacaktır. Zaten sıkça tekrarlanan “barış olunca askeri harcamalardan yapılacak tasarrufla, iktisadi kalkınma finanse edilebilir” önermesi de ancak bu şekilde kuvveden fiile çıkabilir. Kaldı ki, yeni dönemde iç ve dış tehditler kökten değiştiği için, yeni bir savunma konsepti oluşturulması şarttır.
Son Söz: Amaç ne kadar ulvi olursa olsun, yalan söylemek caiz değildir.
Cari açık krizleri “devalüasyonla” sonuçlanır. Devalüasyon, kötüdür. Ama bu bağlamda bir çözümdür. Euro Bölgesinde üye devletler devalüasyon yapamadığından kriz sürmektedir. Devalüasyon yapılamamasının sebebi de ulusal olmayan Euro diye bir para biriminin krize duçar olmuş ülkelerde aynı zamanda “ulusal para birimi” olmasıdır. Yani kasten ve yanlış olarak “borç krizi” diye adlandırılan bu mali bunalım, aslına bir “Euro Facia”sıdır. Sorumlusu da Euro denilen “anası tek-babası çok” para birimidir. Euro’yu doğurup dolanıma sokan “Avrupa Merkez Bankası” anadır ve tektir. Ama her para biriminin bir babası yani devleti olması gerekirken, Euro’ya “bu benim de ulusal paramdır” diyen başlangıçta 11, şimdi ise 23 devlet, yani baba vardır.
EURO’YU ÖLDÜR HAKKINI YEME
AB’de ortak bir para birimini kullanmanın amacı, AB içinde kur ve faiz risklerini elimine ederek, AB içi ticareti geliştirmekti. Buna “tek para-tek faiz” dendi. Gelişen AB içi ticaret sayesinde nispeten fakir üye devletlerin refahı hızla yükselecekti. Milli geliri artan Güneyli ülkeler de yüksek üretim gücüne sahip Kuzeyli ülkeler için iyi bir pazar olacaktı. Nitekim oldu da. Almanya’nın ihracatının yarsı AB içinedir. AB üyeliği ve Euro sayesinde Güney Kıbrıs’ta, Yunanistan’da, İtalya’da, İspanya’da, Portekiz’de ve İrlanda’da da kişi başına milli gelir füze gibi yükseldi. Ama bu gelişmenin bir bedeli olacağı açıktı. Bu da bazı ülkeler cari fazla verirken, bazılarının cari açık vermesiydi. Cari açık verenler, bu açıkları kapamak için, cari fazla verenlerden borç alacaktı. Bu cebirsel bir muhasebe denkliğidir. Cari açık, başka nasıl finanse edilebilir ki?
MAASTRICHT KRİTERLERİ YANLIŞTIR
Euro’ya geçmeden önce ve sonra üye devletlere, uyması zorunlu (ama Almanya’nın bile tam uymadığı) 2 mali şart koşuldu. Maastricht Kriterleri denilen bu şartlar aslında 5 tanedir. Üçü temennidir. Sayısal olanlar, bütçe açığının milli gelire oranının %3’ü, kamu borcunun milli gelire oranının % 60’ı aşmamasıdır. Ama gelmiş geçmiş tüm uluslar arası finansal krizlerin yegâne sebebi olan “cari işlemler açığı” (milli gelire oranı) ile ilgili hiçbir sınır yoktur. Bu, kıstas unutulmuş olamaz. Demek ki, bilerek konmamıştır. Sınırlama olmaması, sınırsız dış borçlanma demektir. Hal böyleyken şimdi kalkıp niye bu kadar dış borç aldın diye Güneyli ülkeleri suçlamanın bir âlemi yoktur.
Son Söz: Daveti veren, hesabı öder.
Şartı da şuymuş: Kıbrıs Rum Devleti, Kıbrıs Rum Bankalarında açılmış mevduat hesaplarından vergi kesintisi yapacaktır. Yani mevduatın bir kısmı “deve” edilecektir. Eğer bu şart kabul edilmezse, AB’den Güney Kıbrıs’a Euro akışı duracak ve ödemeler sistemi çökecektir. Buna “insolvent” olmak deniyor. Bunun üzerine Güney Kıbrıs’ın çiçeği burnunda başkanı düşünmüş: Eğer AB’den Euro akışı durursa, ülke ekonomisinde çarkların döndürecek bir para yaratmak gerekecektir. Bu da eski Kıbrıs Lirası olacaktır. Kıbrıs Lirası tedavüle girince mali varlıklar eski kurdan Kıbrıs Lira’sına döndürülecek ve bol kâğıt para basılacaktır. Net döviz rezervleri sıfırın altında bir Kıbrıs Merkez Bankası’nın basacağı Kıbrıs Lirası’nın bir günde % 40 devalüe olması işten bile değildir. Mevduatın bir kısmının deve olması, ulusal paranın devalüasyonundan ehveni şerdir deyip AB’nin şartını kabul etmiş. Tabii bu kararı, meclis onaylayacak.
HEM ÖKÜZÜN HEM DE DANANIN KUYRUĞU KOPTU
İki yıl önce, uzun zamandır “el parasıyla balayında yaşayan” Yunanistan’da mali kriz patlamış ve Yunan ekonomisi çökmüştü. O zaman da “Yunanistan Euro’dan çıksın, Drahmi’ye dönsün önerisi” yapılmıştı. Bu, hem Yunanistan hem de AB için astarı, yüzünden pahalı bir çözümdü. Buna başvurulmadı. Nitekim AB de bugüne kadar yeterli Euro akışı sağlayarak, Yunanistan’ın “acizlik” (default) ilan etmesine de izin vermedi. Yani, Yunanistan tam olarak kurtarılmasa bile yüzdürüldü. Bu süreçte Yunanistan’da kazançlar düştü, işsizlik arttı, milli gelir geriledi. Yunan Devlet Tahvillerinin bir kısmı tıraşlamaya tabi tutuldu. Sıranın, yavru vatan Güney Kıbrıs’a geleceği açıktı. Anasının olduğu gibi danasının da kuyruğu kopacaktı. Koptu da...
BANKA MEVDUATININ BİR KISMINI DEVE YAPMAK YETMEZ
Sürdürülemez büyüklükteki cari açıklar ve/veya bütçe açıkları, mutlaka sonunda patlar. Bu patlamada iki eksende burkulma ortaya çıkar. Birincisi “milli gelir dağılımı” diğeri “milli servet dağılımı” dır. Krizden sonra ekonomiyi düzeltmek için yürürlüğe konan istikrar paketleri, “geliri arttır-gideri ve borcu azalt” mantığı ile hazırlanır. Devletin, özelleştirmelerle borç-varlık takası yapması da borç stokunu azaltır. Bu önlem de yetmezse, tahviller tıraşlanabilir. Ancak bu “güven sarsan” çok kötü bir uygulamadır. Ama mevduatın bir kısmını vergi adı altında deve etmek bundan da kötüdür. Doğrusu, devletin kendi halkına “net varlık vergisi” salmasıdır.
Son Söz: Batık devletin, bankası da batık olur.
1930’da Arjantin’de doğmuştu. Ailesi, Suriye’den göç etmişti. Hıristiyan Arap kültürden geliyordu. Ailesinin Arjantin’e göç ettiği yıllarda Suriye’den gelenlere “El Turko” denirdi. Çünkü onlar Türkiye’den gelmiştiler. Çoğu İtalyan asıllı olan Arjantinliler, Suriye göçmeni Hıristiyan Araplara, siz nesiniz, hangi millettensiniz diye sorunca onlar “biz Türk’üz” demişlerdi. Kendileri Türk’üz dedikleri için onlara “El Turco” denmişti. Pek tabii sohbet koyulaştıkça Suriyeli ve Arap olduklarını da ilave etmişlerdi Ama onlar kendi tanımlarına göre öncelikle Türk’tüler. Türklük işte böyle bir şeydi. Hem de 100 yıl önce bile. Bölücüler, gericiler ve mandacı ecnebileşmiş-Türkler için, bunu anlamak bu kadar zor mu?
TÜRKİYE TÜRKLERİN OTURDUĞU YERDİR
Bir yurt, ismini genellikle orada oturanlardan alır. Mesela Fransa, Fransızların; Almanya, Almanların; İtalya; İtalyanların yurdudur. Eğer bir yurt, coğrafi bir isimse, mesela Anadolu (Yunanca günesin doğduğu yer) o topraklarda oturanlara, oralı anlamında “Anadolulu” denir. Türkiye kelimesi, Türklerin oturduğu yer demek olduğuna göre, orada oturanlara Türkiyeli demek dilin mantığına aykırıdır. İnsan İstanbullu, Ankaralı, Londralı, Parisli olabilir. Çünkü oturulan yerin adı, oturanlardan türememiştir. Türkiye’ye “Türkiye” adını Türkler değil, başkaları vermiştir. İlber Hoca’ya göre, ilk olarak İtalyanlar bu topraklara Turchia demiştir.
ÜÇ TARZ-I SİYASET
Asrın başında dağılmakta olan Avrupa’nın hasta adamı Osmanlı Devletinin toparlanabilmesi için model geliştiren fikir adamı Yusuf Akçura, Türkçülük, Osmanlıcılık, İslamcılık diye “Üç Tarz-ı Siyaset” vardır demiş ve Türkçülüğü önermiştir. Cumhuriyetin “ulus devlet” teorisinin başlangıcı budur. Anlaşılan bu teori, bugün tasfiyeye tabi tutulmaktadır. Bunun yerine Osmanlıcılık veya daha çok İslamcılık konmaya karar verilmiştir.
TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ BİTMEYECEKTİR
Çünkü bağımsız bir devlette yaşayanların oluşturduğu bir ulusun, birlik ve bütünlüğünü koruma demek olan çağdaş milliyetçilik hiçbir ülkede bitmeyecektir. Bunların başında da bağrında 50 milyon Alman asıllı insan barındıran ve Almanya’ya karşı savaşmış olan ABD gelir. Bu milliyetçiliğin ruhu, Hz. Muhammed’in Veda Hutbesi’ndeki birlik öğüdünün ta kendisidir. Amacı, kavimciliği, aşiretçiliği, bölgeciliği, mezhepçiliği, cemaatçiliği, tarikatçığı, etnik milliyetçiliği ortadan kaldırıp “barışı” sağlamaktır. Bunu İslamcılık sağlayamaz. Müslüman Arap ülkelere bakın yeter.
Fitch bu not indirmeyi, İtalyan seçimlerimden işe yaramaz bir sonuç çıktığı için yaptı. Bir bakıma İtalyanlara “ayağınızı denk atın, bir süredir başbakanlık yapan Monti’nin çizgisinden sapmayın” mesajı verdi. Yaklaşık 3 yıldır Avrupa’da, adına galat olarak “borç krizi” denen sürdürülemez bir iktisadi açmaz dönemi yaşanıyor. En vahimi Yunanistan (ve yavrusu Güney Kıbrıs’ta) olmak üzere İtalya, Portekiz ve İspanya “sürdürülemez“ bir kamu finansmanı girdabına kapılmış haldedir. Sürdürülemez demek, kelimenin anlamı gereği, bu halin bir sonu var demektir. Öyleyse, Avrupa ekonomileri er veya geç “sürdürülebilir” bir duruma dönüşecektir. İsterseniz buna “dananın kuyruğu mutlaka kopacak” diyelim. Koptuğu zaman dana acıdan delirecek ne yaptığını bilmez hale gelip kendine ve çevresine zarar verecektir. İktisatçılara düşen görev, “dananın kuyruğu kopmadan” bu girdaptan en az hasarla nasıl çıkılabileceğini göstermek, siyasetçilere düşen görev de bunu uygulamaktır. Ben de durumdan vazife çıkardım, kuyruk koparmadan danayı ahıra sokmanın yolu “reel faizleri sıfıra” indirmektir. Bunun için her şeyden önce Avrupa Merkez Bankası para basıp tahvil almalıdır diyorum. Kendim için bir şey istiyorsam namerdim. Ay! ben insanları çok severim.
AVRUPA’DA DURUM NİÇİN SÜRDÜRÜLEMEZ
Lafı uzatmadan, bir bakıma ekonominin termodinamik kanunlarından olan iki temel ilişkilerden bahsedeyim.
1.Devlet tahvilinin reel faizi, o ülkenin milli gelir büyüme hızından yüksek olamaz. Olursa, bu sürdürülemez.
2.Bankaların mevduata verdiği faiz, devlet tahvili faizinden düşük olamaz. Olursa, bu sürdürülemez.
Şimdi örnek olsun diye İtalya’daki duruma bakalım. Milli Gelir artıştı yok, tersine % 2 milli gelir azalması var. Devlet tahvillerinin reel faizi % 3. Bankaların mevduata verdiği reel faiz sıfır dolayında. Yani özel bankalar devletten daha güvenilir. Bunlar son yıllarda oluşan en iyi değerler, genelde rakamlar bundan kötüdür. İtalya’nın bütçe açığının milli gelire oranı % 3, Kamu Borcu’nun milli gelire oranı % 130. Bu durum değişmezse, her yıl İtalya’nın kamu borcu % 2 (bütçe açığı kadar) artarken, milli geliri % 2 azalacak; Borç/Milli Gelir oranı % 4 yükselecek. Devlet tahvili sahipleri, milli geliri % 2 azalan, yani emek gelirlerinin düştüğü bir ülkede, reel olarak % 3 faiz geliri elde edecektir. Bu da gelir dağılımını, fakirler aleyhine bozacaktır. Kısaca “biri yerken-diğerleri bakacak” ve kıyamet olmasa bile dananın kuyruğu buradan kopacaktır.
Son Söz: Devleti batan ülke, ayakta duramaz.
Bu hızlı büyüme süreci, kabaca 20 bin dolar kişi başına milli gelire kadar sürer. Sonra yavaşlama başlar. Pennsylvania Üniversitesi tarafından hazırlanan ve 1950-2010 yılları arasında 160 ülkeyi kapsayan “Penn World Tables” adlı bir tablo var. Bu tabloda, Satınalma Gücü Paritesi’ne göre, kişi başına yıllık milli geliri 13-14 bin dolar düzeyindeki ülkelerde, gelir artışının yılda yüzde 2.9 olduğunu gösteriyor. Buna karşın kişi başına milli geliri 30-40 dolar olan ülkelerde, gelir artışı yüzde 1.5’u geçmiyor. Şunu hemen belirteyim, AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılı sonlarından 2012 yılı sonuna kadar geçen 10 yıllık dönemde Türkiye’de kişi başına milli gelir yılda ortalama yüzde 3.9 artmıştır. Toplam milli gelir artış hızı ise yılda yüzde 4.9’dur. Bu oran Cumhuriyet döneminin ortalama büyüme hızına eşittir. Yani büyüme trendi aşağı veya yukarı doğru değişmemiştir. Nüfus artış oranı düştükçe, kişi başına milli gelir artış oranı yükselmiştir.
GERİDEN GELMENİN AVANTAJI
Fakirlikten kurtulup kalkınmaya başlayan ülkelerin bir sürü dezavantajı vardır. Bunların başında da “yükte ağır-pahada hafif” mallar ihraç edip, “yükte hafif-pahada ağır” mallar ithal etmek zorunda olmaları gelir. Bu, eski komünistlerin değişiyle az gelişmiş ülkelerin “dış ticaret” aracılığıyla sömürüldüğünü gösterir. Bu gerekçeyle az gelişmiş ülkelerde “kendine yeterli hale gelip, sömürüden kurtulma” fikrinin abonesi çok olur (du). Bu, “faydası az, zararı çok” bir ekonomi politikasıdır. Tüm bunlara rağmen, gerek sanayide, gerek tarımda ve gerekse hizmetler sektöründe “sonradan kalkınmanın” en son teknoloji kullanarak işe başlayabilmek gibi müthiş bir avantajı vardır. Hele, hele “yeni teknoloji-ucuz emekle” birleştirilirse, ihracat patlar ve milli gelir artış hızı, kısa zamanda 2-3 katına çıkar. Ülke zenginleştikçe bir süre sonra işçi ücretleri artar, ucuz emek avantajı yok olur. Yeni teknoloji, eski teknoloji haline dönüşür. İki avantaj da bitince milli gelir artış oranı düşmeye başlar. Bu süreç “orta gelir tuzağına” takılmak denilen duraklamanın ana sebebidir. Çaresi, yeni makine teçhizat yatırımıyla gelen teknoloji transferiyle yetinmeyip, yeni teknolojileri ve yeni teknoloji yaratan “bilimsel bilgiyi” (scientific knowledge) bizzat üretmektir.
AZ GELİŞMİŞLİK SANILDIĞINDAN DAHA DERİN BİR ÇUKURDUR
182 ülkenin yer aldığı “Beşeri Gelişmişlik Listesi”nde Türkiye 92inci sıradadır. Bizim altımızda yer alan ülkelerin bir kısmına, tarihi açıdan ülke bile denemez. Kişi başına milli geliri düşük olmak, beşeri gelişmişlik denilen karmaşık bir olgunun sadece tek bir bileşenidir. Ancak milli gelir artışı da esasında beşeri gelişmenin bir parçasıdır. Yani fizik yatırımlara dayanan iktisadi kalkınma süreci, beşeri gelişme ile birlikte yürütülmezse, milli gelir artışı yavaşlar. Beşeri gelişme çok derin bir konudur. İçinde din, kültür, hukuk, gelenekler ve özellikle ahlak vardır. Az gelişmiş ülkelerde iktisadi kararlar, ulusal değil yerel çıkarlara ağırlık veren bir ahlak anlayışıyla alınmaktadır. İktidara gelenlerin, kısa yoldan, aileye, akrabaya, partiliye veya tarikat üyelerine menfaat sağlanması ancak “rant yaratılması” ile mümkün olur. Bu da kaynak tahsisini çarpıtır. Büyümeyi frenler.
Son Söz: Her kişisel gelir artışı, milli gelir artışı değildir.