Buna da OGS (Otomatik Geçiş Sistemi) dendi. Ancak OGS cihazı satmak, vadesiz mevduat toplamasına vesile olsun diye, Ziraat Bankası’nın tekeline bırakıldı. Bu “ağır ağbi” bankamız da işlem tasarımını hukukçulara bıraktı. Onlar da abone olmayı ve abonelikten ayrılmayı fevkalade zor hale getirdiler. Zaten, caddede bir devlet dairesi görünce “yine bana olmadık borç çıkartırlar” diye kaldırım değiştiren vatandaş, her geçişte % 20 fazla para öderim, ama OGS abonesi olmam dedi. Herkesin cebinde en az iki tane kredi bulunan bir ülkede, OGS’yi yalnız Ziraat Bankası değil, kredi kartı veren her banka satsın; borç bankalarca Karayollarına doğrudan ödensin diye iki kez yazdım ve kendim okudum.
KGS NEDEN, HGS NEREDEN ÇIKTI?
OGS’ ye rağmen nakit ödeme gişeleri kaldı. Bu yüzden trafikte istenilen akıcılık sağlanamadı. OGS, çoktan işler hale gelmiş ve yaygınlaştırma gerekirken, paralı ödemenin yerine KGS (Kartlı Geçiş Sistemi) diye bir ucube devreye sokuldu. Amaç KGS imal eden firmayı işsiz bırakmamaktı. İsterse trafik tıkansın kimin umurundaydı. Yüzde 20 daha pahalı olmasına ve OGS, yol kenarlarında işportada satılır hale getirilmesine rağmen KGS bitmedi; araç kuyrukları kısalmadı. Yapılması gereken tek bir şey vardı. O da KGS’yi yürürlükten kaldırmak ve OGS alımı kolaylaştırıp, yaygınlaştırmaktı. Gerçi KGS kaldırıldı, ama OGS’den hiç farkı olmayan ikinci bir uzaktan okuma sistemi (HGS) devreye konuldu. İlave iş çıksın diye bu yeni sistemin cama yapışan kimlik bantları, OGS’nin “uzaktan okuma” gözlerinin okuyamayacağı şekilde tasarlandı. Böylece trafik akışını aksatan KGS ucubesi bitti; yerine ayrı kapı isteyen HGS belası geldi.
ÇÖZÜM ÇOK BASİTTİR
aKapılara yaklaşırken bir gözümüz havada gişe arar hale geldik. Sürüş güvenliği bozuldu. Trafik yine yavaşladı. Yanlış kapıdan geçip ceza ödememek için, son anda şerit değiştirme yüzünden kazalar olacak. İki sistem teke indirinceye kadar izlenecek iki yol var. Birincisi her kapının üstüne biri OGS diğeri HGS okuyan iki optik göz konulmasıdır. İkinci ise yanlış geçen araca ceza kesmeden, plakasından, diğer sisteme abone olup olmadığın sorgulanmasıdır. Eğer aboneyse, bedelin oradan düşülmesidir. Ha OGS, ha HGS ne fark eder?
Son Söz: Bir taşla iki kuş vurulmaz.
Bu amaç, 19. Yüzyıldan beri devam eden, Batılı Büyük Devletlerin, Dünya ve özellikle Osmanlı Devleti için öngördükleri siyasi yapılanmayla uyumludur. İsteyen internetten önce Wilson Prensiplerini ve özellikle 12. Maddesini bulup okuyabilir. Daha sonra da 4 Aralık 1918’te İstanbul’da kurulan Wilson Prensipleri Cemiyeti’nin kuruluş gerekçesini öğrenebilir. Wilson Prensipleri her şeyden önce bir siyasi tercih listesidir. Gerisinde Hıristiyan Batı’nın değer yargıları ve inancı vardır. Hiçbir objektif irdeleme, bir değerler manzumesinin yanlış veya doğru olduğunu kanıtlayamaz. Değer yargısı, mantıksal analizden önce gelir.
AKILLI AMA AKİL DEĞİL
Sözlük doğrusu âkıl ve galat söylenişi “akil” olan bir kelime var. Anlamı “akıllı” yani akıllı insan demektir. Bu sıfat, verilmekle kazanılmaz. Buna layık olmak için, dostun/ müttefikin ve bilhassa düşmanın/muhalifin saygı ve güvenini çok önceden kazanmış olmak gerekir. Her toplumun böylesi âkil insanlara özellikle gergin zamanlarda çok ihtiyacı vardır. Akil insanlar, bir ihtilafın çözümünde tarafları “makul”de buluşturabilirler. Üstelik bunu kırıp dökmeden yapabilirler. Yeter ki; akil olsunlar ve bu özellikleri herkes tarafından kabul edilmiş olsun. Akil olmanın en temel özelliği (mutlak anlamda tarafsızlığın mümkün olmadığını biliyoruz) angaje taraf olmamaktır. Akil kişi iğneyi kendine batırabilmiş olmalıdır. Maalesef akil adam diye seçilenlerin hepsi “Kürtler haklı, Türkler haksız” tezi aboneleri arasından seçilmiştir. Akıllı olabilirler ama “akil adam” değiller.
ATLATMA HABER USTASI BENİM
Her ne kadar sarı “Basın Kartım” yoksa da en kral atlatma haber muhabiri benim. PKK elemanlarının, ihtilaflı bölgeden, hiç kimseye görünmeden çekildiğini bir ay boyunca iki kez bu sütunda yazdım. Dediklerim aynen oldu ve oluyor. Şimdi de bir başka atlatma haber vereyim. “Kimseye görünmeden yapılan çekilmenin fotoğraflarına ve video kayıtlarına ulaştım. Resimleri pek yakında birinci sayfalarda görecek ve filmleri ana haber bültenlerinde seyredeceksiniz.”
Son Söz: Bükemediğin bileği öp, bükebildiğini, kır.
Bu oran İngilizcede “Public Debt/Gross Domestic Product” şeklinde ifade edilir. Türkiye’de bu oran, % 40’ın altındadır. Bu düşük seviye ekonomi yönetiminin en büyük başarısı olarak kayda geçmektedir. Avrupa Birliği’ne üye ülkeler için bu oranın % 60’ı geçmemesi öngörülmüştür. Fiiliyatta ise bu oran Almanya’da dahi % 85, Amerika’da ise % 105’tir. Japonya da ise % 200’den çoktur. Yani bu kıstasta göre, Japonya batmıştır, AB ve ABD ekonomileri can çekişmektedir buna mukabil Türkiye uçmaktadır. İşit de inanma.
SİZİN BU HESAPLARA AKLINIZ ERMEZ
Öyle “neden ermeyecekmiş?” diye hemen dayılanmayın. Benim de ermiyor zaten. Hadi sizin ve benim ermiyor orası normal. Koskoca Harvard’lı iktisatçıların da ermiyor. Oran % 90’ı aşarsa büyüme durur hatta ülke ekonomisi yardan (fiscal cliff) uçar dediler. Amerika yardan uçmadı, yoluna devam ediyor. Bir başka iktisatçı ekibi, “Harvard’lılar yanıldı; biz hesapladık % 115’ü geçerse, işte o zaman yanı gülüm keten helva” diye bilimsel makale yazmış bulunuyor. Tam bu sırada borcu % 200’ü geçmiş Japonya büyümeye başlıyor. Şeytan bunun neresinde?
İKTİSATTA Pİ KATSAYISI YOKTUR
İktisatta, geometride olduğu gibi, çapın çevreye oranı (çember ne kadar büyük veya küçük olursa olsun) 3,1416’tür. Bu sabite de pi denir diye bir kuram yoktur. Böylesi sabiteler olamaz; çünkü iktisadi büyüklükler, çap ve çevre gibi birbiriyle mutlak ilintili, tanımı net ve aynı birimle ölçmesi mümkün şeyler değildir. Mesela resmi iktisatçıların pek sevdiği “Kamu Borcu/GSYİH” oranında geçen “kamu” ve “borç” kelimelerinin kapsama sınırı belli değildir. Kamu Borcu’nun kitaplardaki tanımı “borçlusu kamu, alacaklısı özel kişiler olan borç” şeklidedir. Bu son derece yetersiz bir ifadedir. Mesela merkez bankaları bu tanımda özel kişidir. Merkez bankaları özel kişi midir Allah aşkına? Üstelik kamunun borcu (veya yükümlülüğü de) belli değildir. Mesela, sosyal güvenlik kurumlarının ileriye dönük açıkları, bu hesapta “kamu borcu” değildir ama devlet bunları günü geldiğinde tahvil borcu gibi takır, takır ödemekle mükelleftir. Öder de; çünkü devletin halkı vergilendirme yetkisi vardır. Yeter ki dış borç olmasın. Gerisi kolaydır.
Son Söz: Halkta para, devlette borç bitmez.
Hâlâ faizler yüksek mi diye bir soru sordu. Cevabı aşağıdadır. İktisat doktoru Mahfi Eğilmez, eski bir Hazine Müsteşarı’dır. Uzun süredir de görsel medyanın ekonomi yorumcularından biridir. Kendisiyle, aynı kanalda bir yıl süreyle “Ege&Mahfi” diye haftalık bir ekonomi programı da yapmıştık. Mahfi Bey, Hazine Müsteşarı olduğu dönemde iddialı bazı açıklamalar yapmış, ben de bu köşede “Mahfi Eğilmez, ekonominin Çar’ı olmak İstiyor; hâlbuki tek yetkili Çar, bürokratlar değil, siyasiler arasından çıkar” diye bir yazı yazmıştım. Tesadüf, bu yazıdan kısa bir süre sonra kendisiyle ilk kez şahsen tanıştım. Bana hemen “Ben Çar-Mar olmak istemiyorum, iyi bir baba olsam yeter” diye gönül alan bir tarizde bulunmuştu.
DÖVİZ FİYATLARI ARTIŞI DURMADAN, ENFLASYON DÜŞMEZ
2002 Kasım’ında iş başına gelen AKP, krizle noktalanan “Kur Çıpası” politikasını, örtülü bir şekilde uzun yıllar sürdürdü. “Kur Çıpası” kaka olunca, buna “dalgalı kur rejimi altında enflasyon hedeflemesi” diye kandırmaca bir ad takıldı. “Yüksek Faiz-Düşük Kur” politikasının amacı enflasyonu düşürmekti. Çünkü Türkiye gibi ülkelerde “devalüasyon-enflasyon” sarmalını kırmak için döviz fiyat artışlarına izin vermemek gerekiyordu. Sabit kur rejimi uygulamadan döviz fiyatını düşük düzeyde tutmanın tek yolu, “döviz arzını, döviz talebinin” üstünde tutmaktan geçer. Bunun için de TL’ye yatırımı cazip kılmak yani TL faizlerini yüksek tutmak şarttır. Yapılan da buydu. Ancak, bu yöntem Türkiye’ye çok pahalıya mal olmuştur. Uygulama “fakirden, zengine; yurt içinden, yurt dışına” büyük bir servet aktarmış, üstelik cari açık yapısallaşmıştır.
FAİZLER DÜŞTÜYSE, DÖVİZ FİYATLARI NEDEN ARTMIYOR
“Yüksek faiz- düşük kur” döneminde, döviz bozdurup, TL’ye yatırım yapan yabancılar o kadar tatlı faiz aldılar ki; hepsi Türkiye müptelası oldu. Şimdilerde Dünya ekonomik iklimine paralel olarak, Türkiye’de de reel mevduat faizi, sıfırın altına düştü. Yani bir bakıma yüksek faiz dönemi bitti. Ama sıcak paracılar için, bugünkü düşük TL faizleri bile yüksektir. Sadece devalüasyon riski vardır. Ancak döviz akımı sürdüğünden, devalüasyon oluşmamakta, TL değer kaybetmediği için de sıcak para akmaktadır. Yani saadet çemberi dönmektedir. Somurtma; sen de Hasan’ın böreğinden ye biraz.
Son Söz: Düşük kuru seven, yüksek cari açığa katlanır.
Nitekim Japonya’nın milli geliri son 4 yıldır yerinde saymaktadır. Bu dönemde Japon parası değer kazandığı için, Japonların dolar cinsinden milli geliri artmış, halkın refah seviyesi düşmemiştir. Benzeri bir oluşumu, biz de ülkemizde 10 yıldır yaşıyoruz. Bu, anlatması zor, anlaması daha da zor bir oluşumdur. Kafayı fazla takmayın; he deyin geçin. Ancak Japon devlet adamları ve iktisatçıları baş başa vermişler ve şu sonuca varmışlar: Değerli Yen ve deflâsyon (fiyatlar genel seviyesinin düşmesi) Japon ekonomisini sürdürülemez bir yola sokmuştur. Bu yoldan çıkmanın çaresini bulmalıyız.
GEL ENFLASYON, GEL!
Japon iktisatçılar, mademki “Yen’de revalüasyon-fiyatlarda deflâsyon” kötüdür öyleyse “Yen’de devalüasyon-fiyatlarda enflasyon” iyidir demişler. Ben de oturdum bir hesap yaptım. Japon ulusal parası Yen’in Amerikan Dolarına göre en değerli olduğu 28 Ekim 2011 gününe göre Japon Yen’i (yarım dolar artı yarım Euro sepetine göre) % 19 devalüe olmuş. Deflâsyon durmuş ve yıllık % 2 enflasyon hedefine doğru fiyatlar artışa geçmiş. 2013 için % 1 enflasyon bekliyorlar.
REEL FAİZLER DÜŞÜRÜLECEK
Muhasebeyi sevenler yazının bu kısmından çok zevk alacaklar tahmin ediyorum. Geçen yıllarda Japon devlet tahvillerinin yıllık nominal(yazılı) faizi % 1 dolayındaydı. Ancak deflâsyon olduğu için reel faiz % 2’yi buluyordu. Çünkü “Nominal faiz artı deflâsyon = Reel faiz”dir. Enflasyon olsa “Nominal faiz eksi enflasyon = Reel faiz” diyecektik. “Yen’de devalüasyon- fiyatlarda enflasyon” politikasına göre, artık deflâsyon olmayacak tam aksine enflasyon olacaktır. Dolayısıyla reel faizler eksiye düşecektir. Zaten milli gelirin artmadığı bir ülkede reel faiz de olmamalıdır. Reel faiz, hem bütçeye reel yük getirir hem de ülkede gelir ve servet dağılımı bozar.
JAPONYA’NIN BORCU YOK ALACAĞI ÇOKTUR
128 milyonluk Japonya’nın, Dünya’nın diğer ülkelerinden 3.5 trilyon dolar alacağı vardır. Bazen “ülke borcu” ile “devlet borcu” birbirine karıştırır. Bu yüzden sadece bizde değil yabancı yayınlarlarda da “Japonya kişi başına dünyanın en borçlu ülkesidir” gibi bilimsel olmayan yazılar çıkar. Hâlbuki devletin borcu, halkın alacağıdır. Japonya, dünyada kişi başına net alacağı en yüksek ülkelerin başında gelir.
Böyle bir şart koşmak, sürecin mantığına aykırıdır. Haftalardır yazıyorum; PKK elemanları Türkiye’yi terk etmez. Bugün etse, yarın geri gelir. Burası onların da vatanı değil mi? İnsan, anayurdunu terk etmek için savaşır mı? Yasalara göre suçlu iseler, cezalarını çekerler. Çıkmak üzere olan yasalara göre suçlu değilseler, bu ülkede yaşamaya devam ederler. Üstelik mücadeleyi kazandıklarına göre, niçin terk etsinler. Tam aksine Kuzey Irak’ta konuşlanmış PKK elemanlarının anayurda dönüşü Kürt Açılımı sürecinin olmazsa olmaz şartıdır. Propaganda için elzemse, “sanal” bir çıkış ayarlansın. Açılım kervanı da yoluna devam etsin. Hüllede çare tükenmez.
SADECE GAZ PEDALI YETMEZ, ÇÜNKÜ FRENSİZ ARABA KAZA YAPAR
Pennsylvania Üniversitesinde aldığım üretim yönetimi dersinin bir bölümü, sistem tasarımı üzerineydi. Hocamız kapalı sisteme en güzel örnek helâ rezervuardır diye anlatmaya başladı. Helâ rezervuarında su girişini kontrol eden iki mekanizma vardır. Biri suyun rezervuara dolmasını diğeri ise akışın durarak suyun taşmasını önler. Taşıt araçlarında da hareketle ilgili iki istem vardır. Biri aracın yürümesini, diğeri durmasını sağlar. Freni olmayan bir otomobil, faydadan çok zarar yaratır. Bunlara, sosyo-ekonomik sistemlerde “dengele-denetle” mekanizmaları denir. İktisadi sistemin regülatörü olan “fiyat mekanizması” hangi maldan ne kadar üretileceği belirler. Fiyat yükselmesi, aşırı talepleri caydırarak üretimin imkânlar çerçevesinde yani “makul seviye”de yapılmasını sağlar. İsrafı ve sürdürülemez bir halin ortaya çıkmasını ancak “pahalılaşma” önler. Yönetimin düsturu olan iktisat ilkesi, budur işte.
MHP’NİN KÜRT AÇILIMINA KATKISI ÇOK ÖNEMLİDİR
Kürt Açılımının gaz pedalı, AKP’dir. AKP’liler kendilerini de gaza getirip, durmadan gaza basmaktalar. Bu açılımın “makul” yani “akıllı” bir sınırı yok mudur? Açılım ne kadar faraşlaşırsa, o kadar iyi olur denemez. Bu açılımın, Türkleri çıldırtmaması ve dolayısıyla Kürtlere zarar vermemesi için, birlerinin frene basması şarttır. “İsteklerimiz kabul edilmezse, 40-50 bin kişiyle daha büyük bir isyan başlatırız” diyen Öcalan’ı veya diğer PKK aktörlerini makul olmaya hangi akıllı kadın ikna edecektir? AKP’leşmeye pek hevesli yeni CHP, bunu yapamaz. Bu frensiz gidişi yavaşlatacak mekanizma olarak geriye tek MHP kalıyor. Yaptığı çıkışlarda hayır vardır deyin.
Son Söz: Bedava yağ, yanlış yere sürülür.
Bir taraftan cari açık bağımlısı borçlu AB ülkeleri hem borçlarını ödeyemiyor hem de üstüne Almanya’dan para istiyor. Diğer yandan Alman ekonomisinin çarklarının durmaması gerek. Almanya, yılda 1 trilyon Euro’luk ihracatının yüzde 60’nı AB içine yapıyor. Borçlu Avrupa ülkeleri ödeme zafiyetine düşerse, Almanya’nın ihracatı azalacak; Alman ekonomisi yavaşlayacak, halkın geliri düşecek ve işsizlik artacaktır. Yani Almanya, Avrupalı ortaklarına “ne haliniz varsa görün” deme lüksüne sahip değildir. Almanya aslında “kendine yardım etmek” için, zora düşenlere yardıma mahkûmdur. Tamam, da, bir daha aynı şeylerin olmaması için, bugün bir dizi önlem almak da şarttır. Borca batık milletlerin biraz canları acımalı ki; bu krizden “kamu finansmanı dersi” alsınlar. Almanya’nın işi zora koşmasının gerekçesi budur.
VERGİ CENNETİ GÜNEY KIBRIS SKANDALI
Almanya, Yunanistan’a ve en çok onun yavrusu Kıbrıs Rum Devletine kızıyor. Bunun da özel bir sebebi var. Fırsatçı Kıbrıs Rum bankaları “hem yüksek faiz vererek hem de vergi cenneti kolaylığı sağlayarak” kendi devletini soyan Rusların mevduatını toplamışlar. Vaat ettikleri yüksek faizi ödeyebilmek için de paracıkları riskli alanlara yatırmışlar. Sonunda risk gerçekleşmiş ve beyler bir güzel batmış. Kıbrıslı Rumlar “Bankalar, ekonomide kan dolaşım sisteminin kalbidir, durmamalıdır.” diyerek Almanya’dan para istiyor. Merkel de şart koşuyor. Diyor ki; biz “Alman mevduat sahibine hem düşük faiz uyguladık hem de vergi aldık“. Neden “yüksek faiz-sıfır vergi” ile keyif çatan Rusların kârları yanlarına kalsın ki?
BANKA BATAR MEVDUAT UÇAR
Mademki, Rusların para yatırdıkları bankalar batmıştır öyleyse paraları da batmıştır. Yok, bizden sistemi işler tutmak için bunlara nakit şırınga etmemiz isteniyorsa, Avrupa’nın yüksek çıkarları için bunu yapalım, ama onlar da hem aldıkları yüksek faizi iade etsin hem de ödemediği vergiyi şimdi ödesin. Böylece anaparalarını kurtarırlar ve hak yerini bulur.
BİZ DE AYNI ŞEYİ YAPTIK
Kurtarma sırasında, 2001’de batan 16 bankanın, Ortak Yönetim Kurulu Başkanı Tevfik Altınok da “tahakkuk etmiş” fahiş faizleri indirmişti. Bunun üstüne merhum Kastelli “yasalara aykırı olarak parama el koydular” diye yaygara yapmıştı.
Son Söz: Risk çarpı getiri, daima sabittir.
Açılım, “PKK’lı teröristler, silahlı mı, yoksa silahsız mı yurdu terk etsinler” gibi tamamen anlamsız ve içeriksiz bir konuda tıkanmış duruyor. Bu çekilme(me)nin, hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. PKK yetkilileri mesela “15 Nisan Pazartesi günü saat 00.00 itibariyle PKK’lıların silahsız bir şekilde sınır dışına çekilmeleri tamamlanmıştır” diye bir bildiri yayınlasın. Devlet de bunu teşekkürle kabul etsin. İkinci aşama başlasın. “Mevzubahis olan açılımsa, gerisi teferruattır”.
Gelelim esas konuya. Milli gelir, milli gelir muhasebesi ilke ve kurallarına göre yapılan bir ölçümdür. Yani, Ölçülmesi gerekeni değil kendi tanımladığı şeyi ölçer. Milli gelir, iki kişi arasında cereyan eden parasal veya parayla ifade edilebilecek mübadele işlemlerinin (transactions) piyasa değerini kayda geçer. Hâlbuki amaç, insanların refahını ölçmek olmalıdır. Refah, tatmindir. Tatmin de fayda tüketiminden doğar. Uçağın motorları daha durmadan, cep telefonuyla dostunu arayıp, uçak indi diye haber veren yolcunun duyduğu tatmin yani bu konuşmanın yarattığı fayda “milli gelir” hesabına girmez. Bunun yerine milli gelir muhasebesi, telefon şirketinin abonelerine kestiği faturayı hesaba alır. İnternet’te yapılan gezintilerin, twitt-leşmelerin, facebook-laşmaların, link-leşmelerin, sohbetlerin, oynanan oyunların, porno seyretmelerin kişilere sağladığı tatmin için servis sağlayıcılara ödenen bedel, geçmişte aynı tatmini sağlayan ürünlere yapılan ödemelerle kıyaslandığında çok düşük kalmıştır. Milli gelir, ölçüldüğünden daha fazla artmaktadır.
GÖRÜŞMEK BİR DAKİKA KONUŞMAK BİR ÖMÜR SÜRER
Maslow’un beş kademeli ihtiyaçlar hiyerarşisi cetvelinin dördüncü basamağı “bilinmek, tanınmak, başkalarının saygı ve sevgisini kazanmak, kendine güven duymak” şeklinde tanımlanan “sosyal” gereksinimlerdir. Bilişim ürünleri, sanal bir “sosyal ortam” yaratarak milyonlarca insana bu hazzı tattırmaktadır. Ancak unutmayın, bu süreç de azalan verim kanuna tabidir. Zevk alabiliyorsanız, alın. Alamayacağınız günler de gelecektir. Yaşlananların tatminsizliği ortada değil mi?
Son Söz: Buluşmak konuşmaksa, konuşmak buluşmaktır.