Ebru Çapa

Kahramanlar diyarı

4 Şubat 2007
Çok şeker... Büyüyünce mahalle arasında bir Polat Alemdar olsun, bir Çakır olsun, az olsun, fena olsun, iş ki "efsane" olsun ve illá ki "bizim" olsun tadında nam salmaya ahdetmiş kimi arkadaşlar yemeyip içmeyip "zarif eleştirilerini" yönelttiler yine... Yeni bir şey değil. Benim özellikle takıldığım ve harbiden eğlendiğim nokta hep şu oluyor: Elemanlar vatan ve bayrak aşkından ve imandan girip ne hikmetse lafı yüzde 99,9 bel altında bağlıyor.

Adamlar meselá seni sadece ne konularda ve hangi pozisyonlarda "kiralamayı" düşündüğünü sıraladığı fahişelikle (Tahmin edersiniz ki onlar bu kelimeyi kullanmıyor), lezbiyenlikle değil; komik ötesidir; "esasında fotoğrafına benzemeyen bir obez olmak"la veee (şahsi favorimdir:) "evde kalmış"lıkla "itham ediyor." (Ki bunlar yaratıcı olanları...)

Valla kevaşeliğim konusunda bir şey söyleyemeyeceğim. Memleketin namus kıstasları göz önünde bulundurulduğunda yemin etseler, kendi mezheplerinde başları ağrımaz.

HALİMDEN HOŞNUDUM

Lezbiyen değilim ama zannetmiyorum ya, gönüldür bu; yarın bir gün olmayacağımın garantisini veremeyebilirim. Verme ihtiyacı da duymam; ayrı... Biseksüel ve eşcinsellere hürmet duyarım ve insan gibi insan bir eşcinselin saçının tek telini, şu-bu-o-perver "delikanlıların" güruhuna bin kere yeğlerim.

Diğerlerine gelince: Derinliği kendinden menkul satıh su piranhaları zaten yine bildiklerini okuyacaklar ezberden. Fakat yine de anlayanlar anlamayanlara, diyeceklerimi müdafaa bábında dile getirmediğimi mümkünse izah etsin:

Evet abi, bendeniz hálinden hoşnut bir obezim. Demine göre durduğum yerde şişer, demine göre sönerim. Ve yine o arkadaşlar anlamakta zorlanabilirler ama ne doktorlar ne mühendisler, hatta beyaz atlı prensler istemiştir ama Allah ve başbuğ onları inandırsın: Evde kalmak ve evde tek başına kalmak, şahsi tercihim. Büyük konuşmayayım ama Allah mümkünse bir adamı sevdiğim için Belediye’den icazet almayı da göstermesin

Şöyle söyleyeyim: "Ben diyorum hadımım, sen diyorsun kaç çocuğun var" diye giden bir deyiş vardır ya... Ben diyorum insan hakları derdinde bir feministim; siz diyorsunuz evde kalmış lezbiyen fahişe vatanseverlikten ne anlar?!.

E ben de iddia ediyorum: Ben bu ülkeyi sizden çok seviyorum. N’olacak şimdi? Var mı bir diyeceğiniz baylar ve bayık bayık bayanlar?

Tamam yani, meselá Hrant Dink suikastı tetikçisi Ogün Samast’a, Samsun jandarma karakolunda, eline bayrak tutuşturulup Atatürk panosu önünde fotoğrafı çekilmecesine kahraman muamelesi çekildiği iddialarından gaz da almışsınızdır.

Üstelik; bakınız bu ülkenin Başbakan’ı "Gerçi dibine inemediğimiz için çok da iyi göremiyoruz ama derin devletin dibi kara, biliyor muydunuz? Biz bu konuda ne yapabiliriz diye düşündük; son kararımızdır; topu, yani kabahati şık bir geri pasla teee Osmanlı’ya atıyoruz..." minvalinde konuşuyor...

TALİHSİZ BAKANIMIZ!

Bu arada "talihsiz" ve MEVCUT İçişleri Bakanımız Abdülkadir Aksu’nun İçişleri Bakanı olduğu dönemlerde gerçekleşen hadiselerin tümünü sıralamaya yerimiz yetmez. Birkaç çerçöp örnek verecek olursak, aralarında Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Hiram Abas, Bahriye Üçok, Necip Hablemitoğlu, Andrea Santoro, Mustafa Yücel Özbilgin ve Hrant Dink’in hayatlarını kaybettiği suikastlar; Neve Şalom ve Beth İsrael Sinagogları, HSBC Bankası patlamaları bulunuyor. Ki málûmunuz, her biri çözülememiş mevzulardır.

Şimdi iki baldırı çıplak yakalandı diye morali yerine gelmiş olacak; kendileri karakoldaki çekimler için "Kusuru olan gider" diyor. Sorduğunuz kabahat, hayır, tabii ki kendisinde en ufak bir kusur görmüyor. Dört ayrı hükümette görev yapmış bir İçişleri Bakanı ki bulunmaz hint kumaşı olsa gerek, bu değerli başarılarından dolayı, gidiyor gidiyor, geri dönüyor...

E peki ana muhalefet lideri, bu konuda ne diyor?: Bu bakan ve hükümet gitsin; biz gelelim; ha, ve fekat bu arada 301’e de dokunmayalım, hadisenin o kadar da "cılkını çıkartmayalım" makamından çalıyor.

Hayat had safhada ironik. Şimdilerin en "demokrat" çıkışlarını Derin Ağabey Mehmet Ağar çıkıyor.

Polat’çım, Çakır’cım, derim ki kasma sen kendini öyle benim gibi bir kevaşeye küfredip kahraman olacağım diye... Ortamlar kahraman kaynıyor. Sana ekmek koklatmazlar.
Yazının Devamını Oku

Rober Hatemo’nun çok işi var berberinin daha çok...

3 Şubat 2007
Burası, kimi zaman "At bi’ kemik" tadında konu dilendiğimiz, kimi zaman da "isteyin çalalım; pardon yazalım" tadında hizmet veren pek interaktif, bir şey ya... (Pek muhterem okur; okumaya niyetliysen, bu yazı lisandan yana hafif mutant, parantezden yana da tabiri caizse manyak edilmiş bir şekilde seyredecek; uyarmadı deme.) Aslı’yla Dilge geçenlerde Cine 5’te Sevtap Parman tarafından seslendirilen ve anında youtube.com’a "Ajdar bile..." tadında düşen Que Sera Sera’yı istediler. ( Meraklısı youtube’a girer, arar, bulur.)

İlginç bir performans hakikaten... Bayan Popo, kameraya arkasını dönüp poposunu sallayabilmek için sırtı örümcek ağı desenli, pek dekolteli bir "pencere" bulunan bir elbise giymiş; kollarını peeee peeee teeeey şekil and (İşaretle: &) şemalinde sallayarak, vaktiyle Hitchcock’un (The Man Who Knew Too Much / Çok Şey Bilen Adam) isimli filminin katkıları da sağolsun, Doris Day’in meşhur ettiği şarkıyı söylüyor: "Ah anacım, gelecek ne getirecek; kimbülür?"

Biz performansın adını sinema filmi reklamı dışsesi tadında "Featurin g Sevtap" koyduk.

"Fiiiçıring (featuring) Sevtap Parman..." Yani: "And (&) the Oscar (Oskar Amca) goes toooo: Sevtap Parman!!!" (Türkçe kullanıcılarına ö zel not: Yönelim şeysini, yani "Tooo"yu, lütfen ’iki’ (Sayıyla: 2) rakamıyla karıştırmayalım.)

Featuring Sevtap Parman...

Yani: Öne çıkan performansıyla Sevtap Parman.

Sevtap Hanım, İngilizce’de "gelecek" mánásına gelen ve şarkıda bolca geçen "future "ı, tam da öyle telaffuz ediyor: "Fiiiçııırrr’s not our’s to seeeeee..." ("Orkestra Bey, si alayım", demiştir muhtemelen. Diyor onlar öyle...)

Ha, "Ben bu konuda Boston aksanıyla terennüm edeyim; büyük marifet" demesi mi gerekiyordu; elbette gerekmiyordu; o, ayrı. Bu gereği duymuş olması ve bu konuda ağır hava atması, onun ayıbı; günahı bizim boynumuza yazılmasın mümkünse, o daha da ayrı...

Ben bunu bir izledim, iki güldüm, üç höykürdüm, dört zaten bu aralar sinirlerim bozuk, n’aptım bilmiyorum; beşincisinde "Maalesef"lere geldim. Klip mılip değil ki bu; stüdyo performansı?.. E peki başka önerileri var mıydı?

Rober Hatemo’nun Senden Çok Var’ı sunuldu, alternatif kemik, pardon, komik olarak.

MASALI MEKANLARIN POPÜLER İSMİ

Hazır zaten öfkem de bunalımım da şuyum da buyum da tepemde ("Ne zaman değil ki?" diyecekseniz, hiç zahmete girmeyiniz; dediler bile. Banum’un kulakları çınlasın.); saydırasım var. Geçtiğimiz Televizyon Makinası’nda ekibin hazırladığı ve Hatemo’nun şarkısının da dahledildiği "İçinden sayı sayma tribinin geçtiği şarkılar" bölümünden de aldığım ilhamla, direkt fikrin üzerine yattım.

Efendim, masası olan mekánların popüler ismi Rober Hatemo, bültenine bakacak olursanız, "hatta neredeyse kendini unutturacaktı"yken, çıkardığı albümünün (Sihirli Değnek) çıkış şarkısı olarak, üzerine Yıldız Tilbe’nin söz yazdığı bir şarkıyla (Senden Çok Var), bir çıkış çıktı.

"Zıp ki yerin bu yer değildir" diyesimiz var. Nice zıpçıkışlar dileriz. Kendileri (ve kuaförleri) bu konuda hiçbir fedakárlıktan kaçınmadı. İmaj mimaj yenilendi. Meselá kafatasının üzerinde yer alan saçlar, Buckingham Sarayı’nın bahçesinin peyzaj mimarını kıskandıracak şekilde, labirent labirent tıraşlandı edildi. (Bir sonraki tıraş için ziyadesiyle başarılar dileriz kuaför söre...) (Türkçesi: Sir)

Klip şöyle: Hatemo Bey’in klibini, bir magazin programından bilgilendiğimiz üzre, kendi dört katlı yeni evlerinin yatak odasında çekmişler. Kendileri klip ekibini "Belki burdan da faydalanırsınız" diye eve davet etmişler; onlar da a-a bak şu işe, evi stüdyoya çevirmişler... Rober Bey anlatıyordu öyle: "Çıkış şarkısını da Yıldız’la (Tilbe) şu kanepede şey ettirdik, bu çok bi’ mumlu şamdan da Petek’in (Dinçöz) hediyesi" diye diye... Tatlı tatlı...

DUŞTAN SU YERİNE KAN AKIYOR

Klipte, narçiçeği renkli rujlu dudağını büzen, beyazlardan daha beyaz peluş haleli okuma bayramı kostümlü konu meleği mankenler, (Ki bazıları, Havva sizi inandırsın, aralarda derelerde dudağına ruj mudur artık, chap-stick midir, nemlendirici midir, bişiler sürüyorlar.) sanırım bir takım fettanlık figürleri sergiliyorlar. Söylemiştik değil mi: Stüdyo, Rober Hatemo’nun yatak odası. Klibi çeken Ekip Şekip (Eng: Shekip) bakınmışlar bakınmışlar, dört katlı malikanenin yatak odasını görünce apışmışlar.

Klipte, vampir edalı melekler şarap içince o şarap dudak kenarından sızıyor, araya seksi sekanslar eklenmiş, duştan kan efektli bişiler akıyor sanırım ama o bile kırmızıyı geçtim pembe... Hani nerde kaldı Bordeaux... (Mil pardon, bordo...)

Kinayem varsa iki gözüm önüme aksın. Tatlı bir insan Rober Hatemo. Ben öyle algılıyorum en azından.

E peki kalpsiz miyim, taş kalpli miyim? Diyelim ki öyleyim.

Rober Hatemo’nun mümtaz şah ve şahbaz eserinde seslendirdiği üzre: Çok işim var... Hadeeee!..
Yazının Devamını Oku

Zoom zoom inlesin, rektör dinlesin (ki) öğrencileri fişlesin

28 Ocak 2007
İki adım attıktan sonra zihnimde bir ampul çaktı. Eğitim gönüllüsü edasıyla dönüp, çocuğa gidip, okuması için onu kandıracak bir tavsiyede bulunmayı düşündüm. Arkadaşlarla aramızda dalga geçtiğimiz, baba parası paçasından akan bir züppe tanıyoruz. O; "Bi’ arabama binip öbür arabama gidiyorum" benzeri cümleler kurdukça biz de bi’ dumur durağından dolmuşa binip bi’ dumur durağına doğru yol alıyoruz.

Bugün, taşındığım evin kontratını imzalamak üzere kapıdan çıkarken, kendimi; "Bi’ evimden çıkıp, öbür evime gidiyorum" cümlesini kurarken yakaladım ya; ne desem boş...

Hoş, biz bu hayatta kiracıyız, ev benim evim değil, birinden çıkıp diğerine gitmek de hem maddeten hem mánen pek öyle havası atılacak derecede eğlenceli bir iş değil, hem de hiç değil; ayrı...

Neticede aynı sokağın bir ucundan bir diğer ucuna göçüyorum ama hadise o kadar basit olmuyor, olamıyor tabii...

Saray Arkası Sokak’ı bir uçtan bir uca kat ederken, karşıdan taburlar hálinde, ellerinde karneleriyle gelen öğrencilerle karşılaştım.

Gittim, kontrata imzayı attım, çıktım; baktım aralarından ortaokul öğrencisi iki kız, köşedeki alçak duvarın üzerine çökmüş, sigaraları yakmış, kalmış...

Fosur öfür tüterek mel mel karnelerine bakıyorlar; "Altı tane sıfır, altı tane bir..." dedi biri mırıltı gibi bir sesle...

Bu takdire şayan performansı sergileyen kardeşimizi şöyle bir süzebilmek için gayri ihtiyari adımlarımı yavaşlattım. Elindeki belge, keyfini kaçırmış gibi görünmüyordu. Hemen çıktı kokusu: "Aman ben zaten okumayacağım" diye devam etti; "bizimkileri ikna edersem, seneye yarışmalardan birine katılacağım." Sonra bir yandan sigarasından derin dumanlar çekip bir yandan da yanık yanık bilmediğim bir şarkı-türkümsü söylemeye başladı.

Dönüp bir kez daha uzun uzun yüzüne baktım; önümüzdeki yıllarda kanalın birinde karşıma çıkarsa, hoş şimdiye dek böyle bir şey yapmışlığım da yok ama (Yarın n’olacağımız belli olmaz) kime SMS yollamayacağımı hatırımda tutayım diye...

İki adım attıktan sonra zihnimde bir ampul çaktı. Eğitim gönüllüsü edasıyla dönüp, çocuğa gidip, okuması için onu kandıracak bir tavsiyede bulunmayı düşündüm.

"Sen" diyeyim dedim; "iyisi mi bu aralar biraz dişini sıkıp dersini çalışıp üniversiteyi kazan ve mümkünse İstanbul Üniversitesi’nde bir bölüme gir. Sen üniversite yaşına gelene kadar kampüse yerleştirilen kameraların adedi muhtemelen memleketin bütün ulusal kanallarındakilerin toplamından bile çok olacaktır. Şarkılarını onlara doğru terennüm edersin, illá ki birilerinin dikkatini çeker..."

Geçtiğimiz hafta İstanbul Üniversitesi Rektörü Mesut Parlak’ın Sabah’tan Balçiçek Pamir’e verdiği röportajı okuyanlar elini kaldırsın?

Öğrenci olaylarının hortlaması ihtimaline karşı "önceleri çok tecrübesiz", şimdilerdeyse duruma fevkaláde hakim olduklarını söyleyen Parlak şöyle parlak cümleler kuruyor: "Eskiden kameralarda zoom yoktu; şimdi var. Nefes alıp vermenizi bile kaydediyor."

İleride yeni modeller de çıkacaktır inşallah: Ahan da bu kamera röntgen çekiyor; hatta pis bakışlı birinden kıllandı mı düşünce okuyor ki maazallah çocuğun kötü bir niyeti varsa, fiiliyata dökemeden okuldan tepikliyor...

Bununla birlikte Pamir, Parlak’a Orhan Pamuk’a dünyanın dört bir yanındaki üniversitelerden ders vermesi için gelen teklifleri hatırlatıyor ve kendilerinin de teklifte bulunup bulunmadığını soruyor.

El cevap: "Hayır götürmedim. Bir Türk yazarının Nobel alması gerçekten de güzel bir şey ama benim içim buruk. Sanıyorum kendisi de bu durumun sonradan farkında oldu. Bu ulusun, bu birlikteliğin bölünmez bütünlüğünü bozmak adına, bizi birtakım şeyleri yapmış gibi gösterip de dışarıdaki insanlara hoşgörülü, şirin gözükmek adına yapılanlar benim içime sinmiyor. Orhan Pamuk’u üniversitemde bu yüzden istemem, ders veremez."

Pamir bunun üzerine "Peki ya Yaşar Kemal?" diye soruyor.

O da Parlak’ın içine sinmiyor: "Yaşar Kemal de büyük yazar. Gerilla lafını ağzından kaçırdığını düşünüyorum. Ama bu lafa ben alındım doğrusu. Buruldum. Bu ulusun güzelliği Çerkeziyle, Lazıyla, Alevisiyle, Kürdüyle, Sünnisiyle birlikte olmaktır. Çok severim Yaşar Kemal’i ama onun ders vermesi de zor."

Kurban olduğumun ilim irfan yuvaları; böyle de rektörüne demokrat bir sistemde çalışıyor.

24 Ocak...

Üzülmekten helák olmuş, üzülmenin sınırlarını aşmış, ötesine geçmiş ve nihayetinde işi deliliğe vurmuş bir arkadaşımız bu haftayı "İyi adamlara kıran girdi haftası" ilán etti.

Hoş, bu pek hoş bir tabir değil tabii de; yine de ne demek istediğini anlayabiliyor insan.

Bu aralar internette İngiliz psikolog Cliff Arnall’ın ortaya attığı bir iddia, şehir efsanesi olmuş dolanıyor.

Kaçırmış olanlar için hadise şudur ki: Arnall Cardiff Üniversitesi’nde mevsimsel ruh háli değişiklikleri üzerine bir araştırma yapmış. Soğuk ve yağışlardan etkilenen insan psikolojisinin çeşitli dalgalanmalarını matematiksel açıdan yorumlamış. Ve kendi geliştirdiği bir formülle 24 Ocak tarininin yılın en depresif günü olduğu sonucuna varmış.

Denklem yedi ayrı değişkenden oluşuyormuş: (H) Hava, (B) borç, (m) aylık maaş, (Z) yeni yıldan bu yana geçen zaman, (V) her şeyden vazgeçme girişiminden bu yana geçen zaman, (M) düşük motivasyon seviyeleri, (HG) harekete geçme ihtiyacı..

[H + (B-m)] x ZQ

M x HG

Çıkıyor mu sana -rivayet odur ki- 24 Ocak lánetinin sırrı...

Hoş, bu sonuca, Britanya’daki iklimden yola çıkılarak varıldı. Kaldı ki bilim çevreleri bunu biraz geyik olarak addedip, pek prim de vermiyor.

Fakat yine de insan ürpermeden edemiyor. "24 Ocak’ta hayatını yitirenler" listesine buyrun: 1958 - Ord. Prof. Dr. Cemil Topuzlu, Türkiye’de modern cerrahinin kurucusu, İstanbul’un eski belediye başkanı ve tıp fakültesi dekanı; 1962 - Ahmet Hamdi Tanpınar, yazar ve şair; 1965 - Winston Churchill, Eski İngiltere başbakanlarından;1986 - Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Edebiyat tarihçisi; 1993 - Uğur Mumcu, Gazeteci ve yazar (suikast); 2001 - Ali Gaffar Okkan, Diyarbakır Emniyet Müdürü (suikast); 2003 - Umberto Agnelli, Fiat’ın başkanı; 2006 - Mümtaz Sevinç, Tiyatro ve seslendirme sanatçısı; 2007 - İsmail Cem, Eski Dışişleri Bakanı, gazeteci, fotoğrafçı...

Demem odur ki, benim gibi dönem dönem batıl itikatlara sardıran bir insansanız, şimdiden 2008 takviminizde 24 Ocak tarihinin kenarına şöyle bir çentik atınız... Belki bir ikinci kere düşünür, o gün ne olur ne olmaz hesabına battaniyenin altından çıkmazsınız...
Yazının Devamını Oku

Hale, Jale, Lale ve Ebru için istek

27 Ocak 2007
Dokunmayın Bana! Bu günlerde hál hatır yoklamacasına "N’apıyo’sun?" diye soran herkese; "Yuları da yok gerçi ama aklımı tutmaya çalışıyorum," diyorum; "ki kaçmasın..."

İş yerinde şantiye hálindeyiz. Ofiste inşaat var. Mütemadi bir matkap voaaarrr’tısı eşliğinde ne okuduğumuzu-yazdığımızı bırakın; ne düşündüğümüzü anlamak adına bağırarak düşünme ihtiyacında, çalışmaya çalışıyoruz.

Gündemin yoğunluğunu ziyadesiyle takdirlerinize bırakıyorum. Son bir haftadır olanların bitenlerin; Hrant Dink’in ardından İsmail Cem’in de terk-i álem eylemesinin yüreğe yüklediği yükü bir yana koyun; bir de hamallık tarafında emekçisi olunca, işin öyle bir sıkıntısı da var. Yani siz görmezden gelebilirsiniz belki de, biz maalesef gelemiyoruz. Aralarda derelerde Davos zirveleri filan da vuku buluyor meselá. Haberle teberle, yani kütükle ve baltayla, yani edisyonla medisyonla uğraşıyoruz. Edisyon medisyon şöyle dursun, meditasyon topuna mı girsem diye düşünüyorum.

Geçtiğimiz yıl Tibet’te transa geçip kaybolan bir çocuk vardı hani. Bir ağacın altında bağdaş kurmuş otururken sırra kadem basmıştı da "Bu çocuk Buda’nın revize edilmiş sıfır motor reenkarne modeli" gibilerinden geyiği çevrilmişti. Sonra n’oldu o çocuğa, ucunu kaçırdım. Bulundu mu, ortalara çıktı mı, hálá firarda mı...

Neyse ne; herife karşı haset duygularıyla doluyum. (Evet, haset diyorum; bilgeliğin mahallesinden yolumuz geçmemiş. Biliyorum, söylemenize gerek yok; benim yapacağım meditasyondan kifayet gelmez.)

Ha, bu arada zırt fırt dillendiriyorum ama zehir akıtırcasına tekrar etmek isterim; bu süreçte bir de ev taşıyorum. (Tövbe. Allah razı olsun, valideyle pederden. Benim o konuda pek bir şey yaptığım yok. O işin tüm cefasını onlar çekiyor. Yine de işte; fikriyatı ve kendi payıma düşen fiiliyat faslının tüy dikmesi bile yeten yetmiş tadında; artıyor.)

Bir de küçük tefek adli dava mevzularım var; onlar ayrı... Kafamı kaldırıp bir avukat vekáletnamesi çıkaracağım; böyle bir şey olabilir mi; vakit yok; çıkartamıyorum.

Hayata, kadere, burcumun yıldız haritasına, boka püsüre, Nuri Alço’ya, n’isyankár bir şekilde "Dokunma benüüüü!" diye höykürmek istiyorum.

Tahmin etmekte zorlanmamışsınızdır: Şarkılardan fal tutmaya takatim yok; bu hafta kendime taammüden fal seçiyorum: Absürdistan’ın Matkap Mahallesi’nden N’ebru N’apa için istekte bulunuyorum: Zeynep Casalini’nin Dokunma Bana’sı: Ay, çalar mısınız lütfen?..

İLK HEDEFİMİZ UZAY!

Her şey bir yana dursun; insan kendiyle meşgul bir yaratık malumunuz: Şarkının gördüğü talep, klibinin TV kanallarında ve radyo frekanslarında aldığı istek; tabiri caizse, kaderin "trendy" seyrettiğine delalet.

Empatisine kurban olduğumun hayatı: Herkes mi taşınıyor be nedir? Her Otostopçu’nun Galaksi Rehberi’ni anasım var bu konuda; Dünya istimlak mı ediliyor? NEDİR?

Dünyada Bush ve Topbush yaşadığınca sükûnet söz konusu olabilecek gibi görünmüyor. E peki nedir? Selámet nerededir?

İlk hedefimiz Uzay’dır derim.

Aldığımız duyumlara göre ilkbaharın ilk diliminde (ikinci) albümü huzura gelecek. Zeynep Casalini’nin henüz stüdyo rahmindeki albümünün çıkış şarkısı Dokunma Bana, muhtelif sanatçıların şarkılarından oluşan ve DMC’den çıkan dört CD’lik 64’ün bünyesinde bir ’teaser’ babında huzura geldi:

Klibi Dijital Sanatlar / Gürcan Keltek yönetmenliğinde, Beykoz Sümerbank Ayakkabı Fabrikası’nda çekildi; görüntüler(in bir kısmısı) Nasa’nın fotoğraf bankasından temin edildi. Klipteki kurumuş çiçeklerden oluşan sera, mekán içersinde tamamen kendiliğinden oluşmuş doğal bir kuru çiçek serasıyla yansıtıldı. (Siz tüm bunları ’mış’ bábında okuyunuz. Biz aldığımız duyum ve bültenlerin dekoderi, yerine göre de yalancısıyız.)

Klipteki kurumuş çiçeklerden oluşan sera, mekán içersinde kendiliğinden oluşmuş doğal bir kuru çiçek serası(ymış).

UFO’YA OTOSTOP ÇEKECEĞİM

Şarkının sözleri ne kadar aşk teması çağrıştırıyor gibi gözükse de terk ediliş, izolasyon, kaçış, yok olma, temalarını da işlemekte(ymiş). Şu anda küresel ısınma, terör, savaş, vb. nedenler dolayısıyla Dünya’nın içinde bulunduğu durum vahim(miş). İnsanın bir yere ait olamaması, aidiyet duygusunun yok olması gibi meselelere değinilmiş. Bir an önce çareler aranmazsa ve insanlık bu konulara çözüm bulmak adına birleşmezse sonu da fena gelecek(miş).

Şarkının orijinal versiyonu Agmal Ahsas’ı Lübnanlı Elissa söylemiş. Beste Muhammed Rifai’ye, Türkçe sözler ve düzenleme Sinan Akçıl’a ait.

Böyleyken böyle: Bir UFO geçerse otostop çekmeyi düşünüyorum. Uzay boşluğunda bir yerden bir yere taşınmak daha kolaydır diye umuyorum.
Yazının Devamını Oku

Hey bebek...

26 Ocak 2007
Dönem dönem oluyor böyle... Ecnebi tabiriyle Baby Boom (Bebek Patlaması deyince kulağa bir acayip geliyor) demleri... Kafayı çevirdiğim her yerde leblebi yutmuş sinek modeli hamile kadınlar görüyorum.

Haber merkezindeki ablaların neredeyse üçte birinin karnı burnunda; öyle söyleyeyim...

En canımın içisi, ruhumun bir yarısı yakınım da beş aylığa doğru ilerliyor; binbir türlü ıvır kıvır mevzuun yanı sıra, güzel bir şey düşünüyor olmanın mutluluğuyla, bu aralar oğlan ismi düşünüyorum. (Aklınıza bir şey gelirse, dimağınıza ve elinize üşenmeyip iletirseniz, sevinirim. Kafadan şürkan, minnet ve her şey...)

Gelin görün ki düşününce gelmez ya şu fikir denen adi şey...

Zihnime habire kız isimleri düşüyor. Gönlüme göre bir erkek ismi beğenemiyorum. Beğendiklerimi de hevesle beklediğimiz tosuncuğun 12’lik müşkülpesent ablasına beğendiremiyorum.

En fenası da şu ki, bu düşünce mesaisi esnasında aklıma gelen her ismin kıçına, kedi kuyruğuna eklenmiş teneke kutusu gibi, gaipten bir "bebek" takısı gelip yapışıyor.

Bir isim mi düşünüyorum; yüksek sesle alternatif hitap şekilleriyle telaffuz mu ediyorum...

Zihnimde çınlayan o melun şeyi bir türlü susturamıyorum: Bilmem ne Bebek...

Hep aşırı doz magazin yüklemesinden bunlar biliyorum.

Zehra Bebek’le birlikte bir giriş girdi ki şu geyik hayatımıza; çıkartabilene aşkolsun.

Şöhretler ürediğinde, nedense sanki Toyz R Us piyasaya yeni bir ürün sürmüşçesine bir yaklaşım oluyor. Ne bileyim; Barbie bebek gibi, Fatoş bebek gibi, Troll bebek gibi...

Zehra’nın neredeyse gelinlik çağı geldi; hálá kimi programlarda Zehra Bebek diye anılıyor. Allah’tan Kaya Bebek doğdu da bayrağı devraldı.

Şimdilerde de Atlas Bebek aşağı, Atlas Bebek yukarı...

Her çocuk kendi kısmetiyle gelir derler; bu sabiler şöhretleriyle geliyor tabii...

Mübarek, sahne ismi gibi...

Bir zamanlar bir cikcik modası vardı; Sezercik, Ayşecik, Ömercik... Hadi onlar çocuk sanatçılardı, yanisi harbi artizdi, bir yere kadar anlaşılırdı.

Bu bebeklere doğuştan BBG evi azası muamelesi çekildiği için, bu da böyle bir trend olsa gerek...

Kaya Bebek, Atlas Bebek...

Allah onlara analı babalı, mutlu mesut, kısmetli büyümeyi, bizlere de kendilerini sadece isimleriyle anacağımız yaşlarını görmeyi nasip etsin inşallah...

Ve yine samimi temennimdir; Allah hiçbirine Sezercik’in sonunu göstermesin. Geçenlerde evine baskın düzenlendi biliyorsunuz; yok yoktu: Kalaşnikoflar, uyuşturucular, mermiler...

Ki İlkercik’in akibetine hiç değinmiyorum: Bir Yeşim Salkım, tüm vadiye yeter...
Yazının Devamını Oku

İmaj mimaj

25 Ocak 2007
Hrant Dink’in cenazesinin kaldırılacağı gün. İşe doğru yola koyulmuşuz. Taksi bulabilene aşkolsun... Allah acıdı; işten bir yáren, kimi yollar kapalı olduğu için güzergáhını değiştirmiş; geçerken kaldırımda beni fark etmiş; yanaştı.

Konuşa konuşa yola koyulduk. Mesleki deformasyon demeyelim; gün o gün; kim olsa konusu tek: Hrant Dink.

"İnanamıyorum" dedi; "aklına fikrine güvendiğim insanlardan bile aynı şeyi duydum."

Şu "İyi bir insan gitti; çok yazık oldu tabii de en kötüsü Türkiye’nin imajı zedelendi" meselesi...

Sormayın; hakikaten n’olucak bu murdar olan imajımızın háli?

Pardon da... Hangi imaj be abi?

Tartışılabilir hiçbir yanı olmayan 301. maddeden yargılanan yazar ve gazetecilere, yaşadıkları psikolojik baskı yetmezmiş gibi dava arefesinde bir de linç girişiminde bulunulurken; yurdum "milliyetçi"si akar kokar coşar, polis eli eli üstünde bakarken; adliyelerin önü vulgar muz cumhuriyeti manzarası arz ederken; imaj kaygısı "hava değişikliği" tatilinde miydi?

Demokrasi dediğiniz, hukuk dediğiniz, adalet dediğiniz, "salon"daki koltuk takımı kirlenmesin, biz oturma odasında yaşarız; ele güne karşı, iki oda bir göz evimizin baş köşesinin kapısını senede birkaç özel günde açarız tadında bir şey midir?

Ve kafasını iki satır yormaya üşenen, bununla birlikte bin yıllık salakça bir ezber tutturup, en Doğrucu Davut’un kendisi ve saz arkadaşları olduğunu savunup herkesi "öteki" addeden, bu konuda álemi yola getirmek ayağına kaba kuvvete başvurup cana kasteden insanla empati kurmak da "Buyur bir de öbür yanağıma çak!" mánásına geliyorsa, kusura kalınmasın, ben biraz empati özürlüyüm demektir.

Hrant Dink cinayetinin azmettiricisi olarak tutuklanan Yasin Hayal’in futbol oynadığı Yeni Pelitlispor’un internet sitesinde "Dünyada infial uyandıran Hayal’i transfer ettik!" diye duyuruluyor hadise.

Kendileri Trabzon’da McDonald’s bombalamaktan hüküm giymiş bir şahsiyet bildiğiniz üzre. Yerel şöhret... Sitenin forum bölümünde yere göğe sığdırılamıyor.

Şimdi burada adres vermeyelim ama okurlardan gelen e-postalar sağolsun, şahane "milliyetçi" sitelerinin varlığına vakıf olduk. Hrant Dink’in katlini coşkuyla karşılamış olmaları sürpriz değil tabii de... Herifler, sitede resmen "Şimdi kim gitsin" anketleri düzenliyor.

E şimdi ne olacak? Devletin istihbarat birimleri zaten uçan kuşu takip edip fişliyor; şimdi de internet sitelerini takibe alacak; hayat bayram olacak. İnterneti sustur, iş bitti öyle mi?

Değil maalesef... Değil, hatta olmamalı...

Yasin Hayal Ağır Ceza Mahkemesi’ne getirilişinde adliye önünde "Orhan Pamuk akıllı ol!" diye bağırdı en son. Şöhretimizin son vukuatı bu. İnsanlıktan nasibini almış sessiz çoğunluk, kapıda linç girişiminde bulunmadı.

Ve bir avuç hırt istedi diye bir ülke pısıp susmaz; susmamalıdır; empatinin adı ürküntü olmamalıdır. İnsan gibi insanlar, aklından geçeni dile getirdiği için devleti tarafından, yurttaşları tarafından manevi işkenceye tabi tutulmamalıdır.

Bu ülkede insan gibi yaşamanın bir oluru mutlaka vardır; olmalıdır.

Haricinde; yemişim imajını....
Yazının Devamını Oku

Düşün taşın, taşın düşün

21 Ocak 2007
Bu aralar hayat bana aile saadetinden yana görünmüş olsa gerek. Yakın tarihte İstanbul’a gelmiş olan, hemen akabinde bayram ve yeni yıl tatilinden istifade edip İzmir’e gittiğimde arayı açmadan gördüğüm valideyle peder, yine İstanbul’a geldiler.

Allah eksikliklerini göstermesin, bir S.O.S çakışında, hızır gibi yetiştiler...

Kişisel mevzularımla seni meşgûl etmekten dolayı utanmıyor da değilim ama n’olur kusura bakma, şu anda memleket ve dünya mevzularıyla daha fazla alákam varmış gibi yapmanın fikriyatından bile uzağım; adım Ebur, elimden gelen budur, ey okur...

Şöyle ki: Annemle babamın burda olduğu süreçte bizi maaile inim inim inleten, sabahtan geliyorum deyip, hafta içi haftasonu demeden habire habire birimizden birini eve hapsedip akşamın kel saatlerinde buyurup gelen, geldiğinde de meselá kombiyi açıp, bağırsaklarını mutfağa saçıp, "Ay gerekli parçayı getirmeyi unutmuşuz, e bari yarın sabah görüşelim" deyip, basıp gidip, iki gün sonra yine bir akşam saati gelip, onda da bilmem ne aksını yanlış takıp, eve su bastırıp, yine defolup giden, evde temizliğin olduğu gün, yine kombiyi açıp, elektriği sigortadan kapatıp, Leyla’nın ne çamaşır yıkayabilerek ne elektrik süpürgesi çalıştırabilerek bütün gün mal gibi durmasına neden filan olan, sonra lütfedip geldiğinde yine bambaşka bir maraz çıkaran, bütün bunlar olur biterken açtığımız her telefonda mazeret beyan etme gereği şöyle dursun, terbiyesiz ötesi cevaplar yapıştıran ve tüm bu işkence için de fatura matura kesmeden kaba etimize 400 YTL’ye yakın günah sıkıştıran Baymak bayiinin ayağıyla yaptığı iş sağolsun, geçen akşam evi yine kombiden fışkıran su bastı.

Üstelik o sırada ne göreyim; halojenin ampulünden etkilenen perdenin ucu da inceden inceye yanmaktaydı.

Aynı anda hem su bassın hem yangın çıksın; evet efendim, karikatürlerden tanıdığınız o tepesinde yağmur bulutuyla dolanan tip bendenizim...

Yaşadığım evin bitmek bilmez elektrik-su tesisat dertlerinden bezmişim zaten, o şahane (!) akşamı da yaşayınca, hafif tertip bir kopmuşum.

En son, telefonda hezeyan geçirmekteyken; "Tamam bebeğim, biz yarın sabah geliyoruz bak; yalnız bir şey rica edeceğim, biz gelene kadar kendine zarar vermemeye gayret et" diyen babamın sesini hatırlıyorum. Yanılmıyorsam, o sırada kombiciyi mi öldürsem, öldürmeyip işkence edip sabaha mı bıraksam, intihar mı etsem; şıklardan D, yani hepsi, tadında böğürüyordum...

Netice?: 16 yıl içinde, 11. eve taşınıyorum...

Reenkarnasyon diye bir şey varsa, bir sonraki hayatımda yunus balığı olmak istediğimi söyler dururum çocukluğumdan beri; bu gibi durumlarda arada bir fikrime düştüğünce, "Olmadı, kaplumbağalık da şık bir durum; iş ki üreme döneminde belediyenin üzerinden vinç minç geçirdiği Caretta Caretta olmayayım" şeklinde düşünüyorum.

Garibin ekmeği umut; "Tebdil-i mekánda ferahlık yokmuş aslıda" şeklinde sözler ihtiva eden pek sevdiğim Sezen eserine rağmen, tebdil-i mekánda ferahlık vardır sözüne inanmaya şiddetle ihtiyaç duyarak; hayırlara vesile olmasını umuyorum.

Televizyon yarışçısı edasıyla, "Merıbaaa, ay ben 013 Ebru; beni seviyosanız dualarınız için zort-vırt-bilmemkaça bi’ dua yollayın" şeklinde; bu seferki nakliyatın uzuuun bir molaya, hatta paydosa vesile olması yolunda hayırlı dualarınızı dileniyorum.

Hey ya Rab; düşün taşın-taşın düşün nereye kadar...

Güvercini öldürmek

İşe gelmiş, hem ofisin hem evin nakliyat meseleleriyle haşır neşir, kendi derdime düşmüş, bu kendiyle meşgûl mü meşgûl geyiği çevirmişim.

Cuma, öğleden sonra sıraları... Bir sefil, bir aşağılık saldırı; "Baskıyı durdurun!" diye haykırdı. Yıllardır psikolojik işkenceye tabi tutulan Hrant Dink’e düzenlenen suikast, suratımızda tokat gibi patladı.

"Tıpkı bir güvercin gibiyim...

Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım.

Başım onunki kadar hareketli... Ve anında dönecek denli de süratli.

İşte size bedel.

Ne diyordu Dışişleri Bakanı Abdullah Gül? Ne diyordu Adalet Bakanı Cemil Çiçek?

’Canım, 301’in bu kadar da abartılacak bir yanı yok. Mahkum olmuş, hapse girmiş biri var mı?’

Sanki bedel ödemek sadece hapse girmekmiş gibi.

İşte size bedel... İşte size bedel...

İnsanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz siz ey Bakanlar? Bilir misiniz?

Siz hiç mi güvercin izlemezsiniz?"

Agos Gazetesi’nde yayımlanan bu son yazısının mürekkebi daha kurumamıştı; bir güvercin kadar hareketli ve süratli başına ve boynuna dört kurşun sıkıldı.

"Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.

Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.

Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce."

ADAM GİBİ ADAM

Keşke... Ah keşke...

Onun yerine ne oldu? Dışişleri Bakanlığı, "abartılmayacak hadiselerin" akabinde gelen saldırıyı nefretle kınadı.

Utanç içinde bir önceki yazıyı bilgisayarın çöpüne yollamayı düşündüm önce. Sonra içimdeki kezzap gibi öfkeyle bir şeyler yazmayı denedim. Yazdım. Bozdum. Bir daha yazdım. Bir daha bozdum.

Omuzlar şöyle dursun, süngümüz düşmüş. Zorlamanın faydası yok. Çetin Altan’ın vaktiyle 12 Mayıs darbesi öncesinde, 28 Nisan olayları üzerine köşesinde yer verdiği o tek cümleyi tekrar etmek geliyor içimizden sadece: Bugün canım yazı yazmak istemiyor.

Düşünce özgürlüğü denen şeyi tırpanlamak ve toplumların, cemaatlerinin kardeşliğini savunan herkesi hırpalamak yolunda aydınlara mahkeme üzerine mahkeme açan, adliye kapılarında düzenlenen faşizan linç girişimlerinde başrol oynayan Kemal Kerinçsiz’in dalga geçercesine verdiği beyanatla bağlayalım bari:

"Melun ve menfur bir saldırı, son derece üzüntü verici" demiş muhterem (!): "Ne olursa olsun, uç fikirler olsa bile, kabul edilebilir olmasa dahi, fikirler tamamen o fikir mücadelesi ve hukuk mücadelesi içinde geçmelidir. Çünkü insan hayatı her şeyin ötesindedir. Fikrin konuşulabileceği, ifade özgürlüklerin olabileceği bir ortamda şiddetin barındırılmaması gerekir. İnşallah fikirleri sebebiyle böyle bir olay olmamış olsun."

Tabii... Alacak verecek meselesinden filan katledilmiştir, değil mi...

Ne denir; bu nasıl bir ülkedir? Dink gibi adam gibi adamların iyi niyeti yüzünden katli vaciptir; mezara girer. Böyle yatacak yeri olmayan, pek komikçi, hukuk diyemeyeceğim, guguk kuşları, toplumun suratına baka baka dalgasını geçer.
Yazının Devamını Oku

Asuman Hanım, yapmayın lütfen! Bakın çocuk üzülüyor...

20 Ocak 2007
Mirkelam’ı nasıl bilirsiniz? 10 yıl önce Her Gece’nin klibiyle o büyük çıkışını yaptığında, bir günde tüm Türkiye’de tanınmacasına "patlayan", ilerleyen yıllarda unutturmak için canının çıktığı o tabirle "koşan çocuk" olarak?

Yine o günlerde yarattığı infial sağolsun; gazetecilerle konuşurken kapıdan girer girmez kameraların onu orda mum gibi bırakıp direkt Mirkelam’a yönelmesiyle, kendi deyişiyle "laf ağzında, yetim çocuk gibi kalakalan" ve "Bir günlük şöhret yüzünden şahsıma reva görülen muamele buysa, e bana müsaade" tavrı sergilemeye karar veren Faruk Tınaz’ı müzikten uzaklaştıran adam olarak?

Şahsen, o ilk çıkışın vebalini lánet gibi üzerinde taşıdığı için son derece yetenekli, kalifiye bir müzisyen olduğu biraz görmezden gelinmiş, haksızlığa uğramış, hak ettiği hálde bir türlü starlık mertebesine ulaşamamış, kadri kıymeti umulan odur ki ilerde daha iyi anlaşılacak bir sahne adamı olarak algılıyorum bendeniz kendilerini naçizane... (Süper dans ettiğini düşünüyorum ayrıca. Hastasıyım figürlerinin...)

Bir de niyeyse bilmiyorum; çok iyi bir insan olarak... Tamam yani, tanıdığımız günden beri gayet efendi tavırlar sergiliyor da, sırf efendi değil, aynı zamanda hiper iyi bir insan olduğuna dair de teyidi kendinden menkul taş gibi bir iman var içimde...

Buna rağmen, Mirkelam’ın 10. yılı şerefine, iki yılda hazırlanan Mutlu Olmak İstiyorum adlı albümünün çıkış şarkısının adının Asuman Pansuman olduğunu ve şarkının sözlerinin doğal olarak "Asuman, yap bana bir pansuman" "esprisi" içerdiğini ilk okuduğumda, niyeyse fena hálde gıcık kaptı meymenetsiz bünye...

"Buna da tamah edilir mi be Brutus; durum buysa biz Sezarlar bari bir düşüp gelelim" şeklinde söylenir gibi oldum.

Gelin görün ki geçtiğimiz hafta, Mirkelam’ın eski parçalarıyla birlikte albüm şarkılarını seslendirdiği, Rumelihisarı’ndaki Muamma’da düzenlenen, lansman gecesinde elleri kaldırıp teslimi çektim.

10 gün oldu, hálá "a auv a auv"luyorum; mümkün değil şarkı beynimden çıkmıyor; delirmek üzereyim. En son Of Of’ta böyle bir şey gelmişti başıma ki o zaman hadiseyi işkence gibi yaşamıştım. Şimdiyse gayet memnunum hayatımdan ve iptilamdan valla; günde bilmem kaç defa Asuman Pansuman’ı dinlemeden rahat edemiyorum. Şarkı değil; lokum, lokum...

Klibi de keza, ilk kez o gece izledik. Birkaç defa; alkışlar eşliğinde...

Leziz albüm olmuş; hararetle tavsiye ederim. Kaç günlerdir mütemadiyen bilgisayarda dönüyor; bir gram sıkılmış değilim...

BEYONCE YERİNE ŞEVKET

Bununla birlikte, yine albümün geldiğini duyuran öncü haberlerden birinde -ki kimileri öncü deprem lezzetindedir malumunuz- Mirkelam’ın klibinde Beyonce Knowles’ı oynatmak istediğini, bunun için menajeriyle yazıştığını mazıştığını okumuş, "Oldu annem, hatta Marilyn Monroe’nun ruhunu da çağıralım, Happy Tenth Anniversary diye şarkı söylesin; Mirkelam’ın Kennedy’den nesi eksik?" diye düşünmüştük. Madem büyük düşünülüyor, ekstra large da düşünülebilir, değil mi ama... Hakikaten o yazışmalar yapılmış mıdır bilemiyorum; öyle bir şey yoksa, günahı aspici meslektaşımızın boynuna...

Asuman Pansuman’ın klibinde, tahmin edeceğiniz üzre, Beyonce’u görmek mümkün olmuyor.

Onun yerine, Gürcan Keltek’in yönettiği, görüntü yönetmenliğini Murat Tuncel’in, prodüksiyonu Dijital Sanatçılar’ın üstlendiği, 16 mm. film olarak, Dolapdere, Tünel, Kağıthane, Dolmabahçe, Kumkapı, Kadırga, Zeytinburnu, Taksim ve Balat’ta iki günde çekilen ve montajı 10 günde tamamlanan klipte, 40 kişilik kast ekibi, Kanal D’de yayınlanan Benimle Dans Eder Misin? yarışmacıları, kliplerin kadrolu konuk sanatçısı Şevket Çoruh ve elbette Mirkelam rol alıyor.

Ki klip de lokum tadında bir şey olmuş. Son zamanlarda gördüğüm ve duyduğum en neşeli, en oyuncaklı işlerden biri.

Emeği geçen herkesin, en çok da Mirkelam’ın ve düzenlemeleri yapıp kimi şarkılarda ortak imzası bulunan Volga Tamöz’ün yüreğine, dimağına sağlık diyor, şarkının Asuman Krause’ye yazılmış olup olmadığını soran magazinci meslektaşlarımıza bile; "Hayır ama yaşadığım bir şeylerden yola çıktım" şeklinde, terbiyesini kaybetmeden cevap veren Mirkelam’ın illá ki iyi aile terbiyesi almış bir über iyi insan olduğunu düşünmeye, hatta bu konuda iman beslemeye devam ediyor, mevzudan ikilerken küçükleri gözlerinden, büyükleri ellerinden, Fergan Mirkelam Beyefendi’yi, omzundaki martının gagasının ucundan öpüyorum.

Son olarak: Şişşşt, niye kalbini kırıyorsun yahu; yani ne kadar ayıp; yapma Asuman; bak çocuk üzülüyor...
Yazının Devamını Oku