21 Aralık 2006
Bu aralar haberini aldığım kaç tanıdık vardır saymadım. Çok yakınım birkaçı da dahil, rastlaşıp konuştuğum kadınların birçoğu hamile. Benimse efen’im, daha ziyade, tabiri caizse gazım var. Yine bir şişiş ki öyle böyle değil, fena şiştim. (Hálet-i ruhiye bábında "daralmanın" halk arasında aynı zamanda "şişmek" olarak addedilmesi ve hakikaten, insan ağzının tadı olmadığı için aç bilaç yaşarken bünyenin rağmen şişebilmesi de ne mene bir ironidir; sorası var deli gönlümün.)
Ya da şöyle söyleyeyim: Kendimi çift hörgücünde ikiz bebek taşıdığı hálde apronda kurban edilen bir tür mutant deve gibi hissediyorum.
Standart mı desek; kadınlık hálleri işte...
Siyaset, spor ve aşk meşk "tartışırken" ha pasa yumruk-tekme birbirine ve skor yapmak niyetiyle, kendinden, yanisi hedefliğinden bihaber (!?!.) hedeflere saldıranlar sağolsun. Çocuğu, ergeni, genci, yetişkini, yaşlısı; tabii tabii, sormayın, diyalogdan anladığı karşılıklı monolog olanların diliyle, maksat "muhabbet" olsun.
Olanlara bitenlere biraz yukarıdan, biraz aşağıdan, biraz mesafeli bakmaya çalışırken, her bir haltı bu denli içselleştirince insan, hafif tertif şizofrenik hissediyor.
Ki yine-kim bilebilir, ahir zamanlarda dünyanın ahvaline şöyle şekerli renklerde şizofrenik bir bakış atmak, daha sağlıklı bir bakış bile sayılabilir.
Bu satırları yazarı (!); nasılsa ne desek herkes kendi anladığına yoracak; e bari benim bildiğim bana kalsın diyerek, bu konuda ahkám kesmekten kaçınıyor.
Yine uykuyla uyanıklık arasında, bir tür rüyada geçen ömrümün büyük bir kısmında olduğu üzre, uyku niyetine falakaya yatıyormuş gibi hissettiğimden, huzurlu bir uyku için olmayan krallığımı vermeye gönüllüyken, bilinçaltı eleğe dönmüş.
Bırakın içimden habire ona-buna-şuna saydırıp durmamı...
Hemen her gece aman da erken yatayım, belki erken kalkarım hesabıyla, uykum; bile de ne, bittabii henüz gelmemiş olduğu hálde; oto-ebeveyn sıfatıyla, kendimi erkenden yolladığım yatağımda, gördüğüm beş rüyanın üçünde, kendimi birilerine ağır sinkaflı küfrederken buluyorum.
Sokak çocuğu olarak büyüdük biz; küstük mü fena küser, kızdık mı fena kızar, çizdik mi fena çizeriz; o kadar olacak...
Dalga geçmekse dalga geçmek (Bunun için de başka bir ifade kullanasım var ya, neyse...), öfkeyse öfkelenmek; ağlaksa ağlak yapmak; onu da isteyen istediği gibi okusun artık; hiç gocunmuyorum.
Bu aralar önüme gelen resimler, haberler, makáleler bir yana, hani neredeyse, hayatı bir öyle çevirip, bir böyle çevirip, sonra bir de başka bir açıdan çevirip, öyle okuyorum.
Ki ne bildiğimi bileyim...
Yoksa, öyle kolay kolay anlaşılacak, daha doğrusu espriden yoksun kaba bir şaka olduğu için anlamaya değer bir tarafı olmayabiliyor, olamayabiliyor hayatın bazen.
Kimseden ne ne hissettiğim için, ne de ne düşündüğüm için özür dilemeye niyetliyim.
Ancak ve ancak, bu da böyle bir dönemdir, demdir, geçince geçiyor; hep geçmiştir; yine geçer diye umut edebilirim. Artık, geçmişe mi geçer, geleceğe mi geçer, onu da bilen bilir. Ki her zamanki ebleh, biraz iyimser, biraz "uyumsar" Pollyanna, pardon, Kova olarak ediyorum da zaten...
En gamsız Gamlı Baykuş hálimle; kukumav kuşu diliyle, şu an uğraşacak hálim yok. İçi dışına çıkmış, dışı içine dönmüş, göçmüş ve daimi göçmen bünye, durduğu yerde, kendi çapında düşüneceğini düşünüyor, hissettiğini hissediyor zaten...
Bünye kendi hálinde takılıyor, bir de ben mi uğraşayım?..
Yarın yine iştir, yine güçtür, bir dolu şey var. Mümkünse sessizce dağılalım. Eve gidip, uyumaya ve álemin güya tarafsız ve bağımsız topraklarında bir miktar huzur bulmaya çalışacağım. (Dinlenirken bile bir şey bulmaya çalışmak da nasıl bir işse artık?)
Hálimiz nicedir mi desem, hafif nihilist bir yaklaşımla Nietzsche’dir midir desem, takdirlerinize bırakıyorum. (İnsan, arafta yaşarken en azından biraz eğlenmeye çalışıyor, affınıza değil, izanınıza sığınıyorum.)
Yazının Devamını Oku 17 Aralık 2006
Aman da geyiğe gel! Siz okuduğunuzda kokusu çıkmış olacaktır herhálde; naçiz muharrirenizin bu satırları kaleme aldığı sırada, AB Aralık zirvesi taze başlamış bulunuyor. AB üyesi ülkelerin devlet, hükümet ve dışişleri bakanları, Brüksel’de iki gün boyunca, Türkiye’nin ahvalini tartışacak.
14 Aralık tarihli Hürriyet’in birinci sayfasında TBMM’nin yaptığı oturumun özeti yer alıyor. Mevcut durumda, Meclis’te AKP ile CHP arasında dönen "muhabbete" buyurun:
SSK ölüm aylıklarına ilişkin yasa teklifinin görüşmeleri sırasında Kütahya Milletvekili Abdullah Erdem Cantimur, CHP’lilerin AKP’ye yönelik "Halkın içine çıkamıyorsunuz" eleştirisine yanıt verirken; "Biz halkın içerisindeyiz. CHP’nin Sayın Genel Başkanı, yeni bir genel merkez yapıldı, sadece grup toplantısı için geliyor Meclis’e, oval ofisinden çıkmıyor hiç" demiş.
Bunun üzerine CHP Antalya Milletvekili Feridun Baloğlu; "Ne ilgisi var oval ofisle? Oval sensin! Ayıp! Asabını bozma milletin akşamüstü. Ne bu yahu? Ne ovali movali ya, ne ovali?" diye yanıt vermiş.
Geyik şu minvalde seyrediyor:
Biri birine "Sayın Baykal (Bu zatlar birbirlerine hakaret ederken, ’Sayın’ hitabını da hiç eksik etmez biliyorsunuz.) oval ofisinden çıkmıyor hiç!" diyor.
Öteki öbürüne; "Bir gel de oval ofisi gezdireyim sana" diye cevap veriyor.
CHP İzmir Milletvekili Enver Öktem, "Tarihe tecavüzcü hükümet olarak geçeceksiniz" diyor.
Filan feşmekan...
Bu arada geçen haftanın harlı gündem maddesi olarak bir de deve güreşi muhabbetimiz var biliyorsunuz. Türk Hava Yolları’nın kiralık RJ-100 tipi uçaklarının İngiltere’ye geri gönderilmesinin ardından apronda kurban olarak deve kesiliyor. (Her zamanki gibi özrü kabahatinden büyük bir mesele olarak, huzura bir de "Yok, biz onu koyun sanmıştık" şeklinde laflar da döneniyor. Havalimanında deve kanı aksın, mezbahada uçarız artık...)
KIYMAYIN THY’ME
Bunun üzerine, deve niyetine, Uçak Bakım Başkanı (Ne titrler var şu hayatta!) Şükrü Can (tabii ki geçici olarak) görevden alınmak suretiyle kurban ediliyor.
Ulaştırma Bakanı lütfetmiş: Hadiseyi "densizlik" olarak nitelemiş. Efen’im, tabii ki hadise, her zaman olduğu gibi ve üzre, münferitmiş. Böyle bir densizliği Türk Hava Yolları gibi prestijli bir kurumun tümüne mal etmek haksızlık addedilebilirmiş.
Bu arada kaçırmışlarınız olabilir; Erman Toroğlu bir maçtan bahsederken, fahişeler, fahişeler diye ünleyip duruyor. Kendilerini izanıyla baş başa bırakıyoruz. Kabzımal ya, spordan da hıyardan anladıkları kadar anlıyorlar. Hıyardan anlamak mühim iştir. Biz bilmeyiz tabii "fahişe" başımızla, álemin bil-er-kişisi kendileridir.
Size de zaman zaman, ortalıkta sizden başka herkesin vakıf olduğu bir "şaka" dönüyormuş gibi görünürken, "Ben bu filmi görmüştüm" hissiyatı geliyor mu?
Bu tartışmaların yaşandığı sırada, kalp pompası takılan, mekanik kalpli, Kanadalı, 65 yaşındaki bir adamın haberini okuduk. Adam yaşıyor ama nabız alınamıyor.
Böyle bir hayatta yaşıyoruz artık; düşününüz...
Baktığınızda, sevimsiz ötesi bir tablo elbet. Ben yine de umutluyum; gerizekálı olsam gerek...
Geniş zamanlı düşünmeyi tercih ederek...
10 BİN YAŞINDAKİ KADIN
Hevesliyim valla. İyi şeyler olacak, sanki geçmişten gelir bir bilgiyle umut ediyorum. Háli hazırda Latife Tekin’in Muinar’ını okuyorum.
Kitap, duyanlar duymayanlara anlatsın, binbir türlü ismi olan 10 bin yaşında bir kadının hikáyesini anlatıyor.
Ve arka kapağında şu yazıyor: "Dünyanın ne gücüne gidiyor biliyor musun Elime? Senin ırmaklarının dağlarının yeri yanlış istiyor bu insanlar bana, kesiyoruz ormanlarını, doldurup düzlüyoruz kıyılarını, kıyıyoruz tepelerinin burnunu... İşi doğrusuna getiriyoruz biz, beğenmiyoruz aldığın biçimi, acele soğumuşa benziyorsun, güzel olmamış kabuğun... Uçaklarına pist yapacak yer bulamadılar, havalimanıymış!.. Ölsünler, mil çekiliyor mu gözlerine, su kuşları karşılayacak onları, gagaları demir ateşi, ince dağlama geçecekler üstlerinden, sazlıkların yeri doğru muymuş, anlarlar o zaman... İçdeniz faşistleri!"
Gönlümüzü ferah tutmaya çalışıyoruz işte...
Ve işte, yine, sıkı çalışıyoruz.
Ferahlıkla çalışmak; çalışmak ve ferahlamak...
Çelişir gibi görünür ama işinden zevk alan insan için şıpınişidir.
An: Geniş zamanlı...
İnsan, geniş zamanlı düşündüğünde, bir yudumluk hayatında bir ummanlık bir ömür de yaşayabiliyor.
BEATLES YAŞIYOR
Tüm bu hadiseler vuku bulurken, Banu Güven’in, NTV kanalındaki 24+ programında bir klip yayınlandı.
İster inan, ister inanma ey kari: Beatles yaşıyor!
Beatles’ın prodüktörü George Martin’in oğlu Giles Martin’le, grubun özgün stüdyo kayıtlarını kullanarak oluşturduğu Love isimli bir albüm çıkmak üzere diyecektim; çıktı bile...
Beatles klasiklerinin özgün kayıtlar kullanılarak bazı şarkılarında da altyapıları birleştirilerek, yeniden düzenlenmesiyle ortaya çıkan şarkıya çekilmiş bir klip de var. Ki insana ışık hızıyla kozmosa otoban döşüyor.
Düşünebiliyor musunuz: Yeni bir Beatles albümü yayınlanıyor.
Hadise yine Pink Floyd’un Dark Side of the Moon’unun kaydının yapılmış olduğu Londra’daki Abbey Road stüdyolarında vuku buluyor. Ve karmaya buyurun:
Cambazlıksa cambazlık, cambazlıksa cambazlık: 26 parçalık albüm, Cirque du Soleil’in gösterisiyle ve Beatles şarkılarından biriyle aynı adı taşıyor: Love.
Huzurunuzdan ayrılırken, şu deli gönül, bir arkadaşı tarafından vaktiyle gönderilmiş, bir Birhan Keskin şiiriyle veda etmek istiyor:
"Dünyanın bir yerinde, burada, / bir göl öylece duruyor. / Mavi eflatun bir sabah / Dünyanın bir yerinde / Kendini yavaş yavaş kuruyor. / Bir kadın, benden biraz küçük, / Ilık ılık, bana dünyayı, / Sabahın hayretini anlatıyor: / (Bir su şiirinde ben, gürül gürül akan aşağı illermişim eskiden) / Bir kadın, benden biraz küçük, / Sıçrayan su olsun mesela adı / Üstümdeki sessiz örtüye yağıyor. / Burada, dünyanın bir yerinde, / bir göl, öylece duruyor, / Arkada dağlar var, onlar / daha da dağ daha da dağ diye / benim eflatunuma vuruyor. / (...) / Bir şaman, burada, bir şaman davuluna / Sabah olana dek kayanın kederiyle vuruyor."
Yüksek müsaadenizle eve gidip uyuyayım diyorum artık. Yarın (Yani sizin okuduğunuz tarihe göre iki gün evvel) AB meselesi yine bir tartışma masasına yatırılacak ki yine bildiğiniz üzre, tartışma masası dediğiniz bir nev’i ameliyat masasıdır.
Memleket dünyayla, dünya, evrenle entegre oluyor.
Tırsanın adı tırsak olsun.
Yazının Devamını Oku 16 Aralık 2006
Ah şu "hızlı akan tarih"in akselerasyonu... Ayça, biraz önce laflarken "Vaktiyle mamutlar vardı" tadında bir tavırla hatırlattı: "Vaktiyle faks denen bişi vardı abi. 90’larda televizyon programlarına yağan ruloları hatırlıyor musun?" Vardı hakikaten... Şimdi hangi müzik kanalını açsanız, VJ’in önünde bir bilgisayar, gelen e-postaları yanıtlıyor.
Vaktiyle sardunyalar, zakkumlar, gül ağaçları arasından kafasını uzatıp ellerini kollarını bir sağa bir sola sallayarak şarkı söyleyen sanatçılarımızın görüntülerine klip deniyordu; peki onu hatırlıyor musunuz? (Rahmetli Zeki Müren ilerleyen yaşlarında koltuğa tersten oturarak şarkı söylediği bir "stil" de geliştirmişti; o apayrı bir modeldir.)
Şimdilerde hayat, bildiğiniz üzre interaktif bir sistemde akıyor. Çağ, proje çağı... Herkes oyuna dahloluyor.
Nil Karaibrahimgil’in Tek Taşımı Kendim Aldım albümünün ikinci klip çekilen şarkısı olan, Ayben’in de rap’iyle eşlik ettiği Peri, öyle bir interaktif yazboz hadisesi ki, insanın, tabiri caizse, "Matrix ulan Matrix!" diye slogan atası geliyor.
İNTERAKTİF DİYE BUNA DENİR
Şöyle ki efen’im: Klip için öncelikle www.periliklip.com adresinde bir internet alanı açıldı. Bir süre önce gelmiş olan bülteninde hadise, "Dünyada ilk defa" şeklinde duyuruluyordu: "Dünyada ilk defa bu adrese giren herkes şarkının çıplak vokal kayıtlarını indirip istedikleri altyapıyla şarkıyı yeniden düzenleyebilecek ya da Peri klibinin yeşil fon önünde çekilmiş ham görüntülerini indirip kendi animasyonlarıyla yepyeni bir klip yapabilecek."
Video klibin yayınlamaya başlaması ve mevzuun haberinin ortamlara salınması üzerine site yoğun ilgiye maruz kalmış; yine bültenin yalancısıyız. Nil Karaibrahimgil, Kanada’dan, Çin’den, Güney Afrika Cumhuriyeti’nden bile ziyaretçileri olan siteye İngilizce bilgiler de eklemek zorunda kalmış. Heyecanla gelecek video klipleri ve düzenlemeleri beklemeye başlamış.
Klip, bir süredir müzik kanallarında dönüyor. Allah için renkli ve ahenkli bir şey. Nil ve Ayben, "O beni prenses, peri sanıyor / Ne hata yapsam geri sarıyor / Mitolojiden biri sanıyor / Bendeki de saç, o taç görüyor" şeklinde (Ayben’in "Ben mükemmel değilim, bunu hazmet" şeklinde hadiseyi ünlemlendirdiği bölüm, şahsi favorim... Rap olsun, az olsun, bizim olsun.) sözleri terennüm ederken, salıncaklardan bulutlara, kanatlanmış, uçuyorlar.
KLİP VE PİNOKYO HİKAYESİNİN ORTAK YANI
Bu arada, ekranın altında, satır satır, masalsı klibe resimaltı niyetine bir "masal" okunuyor:
"Bir varmış, bir tane daha varmış. Rus köyünde iki balık yaşarmış. Aşkları varmış. Birinin adı İri, öbürününki İnce’ymiş. İri, ’Küba’ya kadar yüzelim’ demiş bir gün; ’Yeni sularla yıkansın aşkımız.’ İnce için fark etmezmiş. Bırakmışlar kendilerini akıntıya... Bir balıkçının ağına takılmış İri. İri ya... İnce de sıyrılmış hemen ağdan. İnce ya... Kemirmiş ağları, kurtarmış İri’yi... İri bir ölümden... Atlantik’e vardıklarında soğuk sulardan hastalanmış İnce. Ya geri döneceklermiş, ya tek bedene düşeceklermiş. İri düşünmüş... Böyle anlarda düşünülmez. İri, Küba’ya gitmeyi seçmiş. İnce de bir balinanın midesini boylamış. Boyladığı iyi olmamış. İri’nin hafızası beş saniyelikmiş. Nereye gittiğini ve adını unutmuş hemen. İnsan unutur, hatırlamazsa. Balıklar da... Onu da yutmasın mı bir balina! Sonra bir mucize olmuş. Hep olur. İri’yle İnce’yi yutan meğer aynı balinaymış. İnce, balinanın midesinde sıcaktan dirilmişmiş. Kavuşmuşlar birbirlerine. ’Cennet sevdiğinin yanıdır’ demişler birbirlerine. Bu hikáyeyi balıklar bir balinadan öğrenmiş. İnsanlar da bir şarkıdan..."
Şu balinaların mideleri, zaten masal áleminin randevulaştığı bir kafe gibi málûmunuz. Pinokyo da Geppetto’yla orada buluşmuştu hatırlarsanız.
İnsan, ayak uydurmakta zorlansa da ümitlenmeden edemiyor. Gelecek de bir gün gelecek denirdi; gelecek, kulağımız kirişte, ayak seslerini duyar gibiyiz; hakikaten de geliyor...
Yazının Devamını Oku 15 Aralık 2006
Sayın editör arkadaşlar arayıp; "Yerin kısa" diye haber ettiler, sağolsunlar. Bu da telgraf babında bir yazı olsun madem: Sevgili okur. Stop.
N’aber, iyi misin? Stop.
Valla sorasın varsa ben fena değilim; iyi olmaya çalışıyoruz. Stop.
Cep telefonunun kulağına, pardon, piline su kaçırdım. Stop.
Telefon iptal oldu. Yarın yeni bir tane edinmem gerekecek sanırım. Stop.
Gündüzüm gecem birbirine karışmış vaziyette yine. Geçeceğini umarım. Stop.
Neyse diyelim... Stop.
Şaka maka, hakikaten en son ne zaman huzurlu bir uyku uyuduğumu hatırlamıyorum ya, bu da bu topraklara mahsus bir şeydir gibi geliyor çok zaman. Stop.
Her dakka bir sürtüşme, her dakka bir dürtük... Stop.
Hayat, işte, bildiğiniz sürtük... Stop.
Akselerasyon, koordinasyon, analetik düşünce, fiziksel dirayet ve en önemlisi de takım oyunu... Stop.
Bu aralar ısrarla, takmış durumda, hayatın basketbola ne kadar çok benzediğini düşünüyorum. Stop.
Sokaktaysanız toz ve toprağın, spor salonundaysanız tahtanın plastiğe karışmış bir kokusu vardır. Basketbol oynayanlar bilirler. Topun kokusu, insanın avcunun içine siner. Stop.
Ve basketbol öyle bir oyundur ki maçın sonucunu son dakikalar değil, son saniyeler değil, son saliseler belirler. Stop.
Çok çocukken aşkına düştüğüm bir oyundur. Zamanın ta kendisi gibi, kendi süratini aşarak ilerler. Stop.
Bazen aklın senden önde koşar, bacakların bile n’aptığına öööyle bakar. Stop.
Bazen ayakların aklını geçer, şaşırtır; beyin kendi yaptığına şaşar. Stop.
Olabilir. Stop.
Bu iyiye delalettir. Stop.
Çağlar haritası diye bir şey vardır ya hani; ona baktığınızda, zaman kendi düzeninin bir mantığı olduğunu zaten ifade eder. Devran, döner. Döner, vaktiyle bulunduğu yerden kendi doğrularını toparlar cebine koyar, yanlışlarını tükürür, ilerler.... Stop.
Bunu yaparken de o onu demiş, bu bunu yemiş mevzuatını iplemez. Stop.
Oyunun selámeti adına der, basketbol oynadığım zamanlardan arkadaşlarımla buluşmak üzere, müsaadenizle konudan uzarım...
Stop.
Yazının Devamını Oku 14 Aralık 2006
Bünyeye mani geldi yine... Senenin bu dönemleri hep aynı şey oluyor. Yılbaşı yaklaştı ya; yok ofis partileri, yok mekán kutlamaları... Ha, pardon, bir de "küçük tefek" bir basınç mevzuu olarak: AB bize ne demiş, biz AB’ye ne demişiz, bu arada ne olacakmış bu Kıbrıs’ın háli, Büyük Birader ABD bu konuda ne diyor, filan, "hızlı akan tarih"te sakin ve soğukkanlı durma çabaları...
İnsanın beyni karıncalanıyor.
Hayatı boyunca düşünce özgürlüğünü savunmuş biri olarak, insan ne düşüneceğini şaşırmak bir yana, iki dakka oturup hiç düşünmeden öööyle durmak, dinlenmek istiyor.
Ne mümkün?..
Kafatasınızın içinden bir komut: "Düşüneceksin ki ne düşündüğünü anlayalım; işin bu!" buyuruyor.
Tarih hızlı akıyor; koşmak lázım. Pardon, raydan çıkmamak lázım.
Ben bu AB meselesinde "tren" muhabbetini ilk kim çıkardı hakikaten merak ediyorum. (Bildiğiniz üzere AB müzakereleri ile ilgili muhabbet habire "Tren hızlandı, yok, tren yavaşladı, yok, aman da muhafaza, yoksa tosladı mı" şeklinde bir metaforlar silsilesi olarak huzura geliyor.)
Geçen hafta bir "hızlı tren" haberi gördüm. "Yine bir hızlı tren kazası mı oldu?" endişesiyle inmeler iniyordu az daha. "Demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan" muhabbetine hürmeten ve bir metropolde yaşamanın hevesiyle "Metro mudur acaba?" diye düşünüyordum.
Yine neden sonra metronun tepesinin, kafasına göre sondaj çalışması yapan bir müteahhit firma tarafından tepesinin delindiğini hatırladım. Yine bir tertip panikledim. (Sormayınız, modern zamanların icadı: Hayatımız panik atak...)
Neden sonra haberi okuyunca her Türk gibi ve kadar bir yandan haklı olarak- paranoyak bir "ilk tepki" verdiğime uyandım. Haber, "Tren konusunda önümüzdeki 12 yılda yaklaşık 20 milyar dolarlık yatırımın yapılacağı Türkiye’de Konya’dan Ankara, İstanbul, Eskişehir, İzmir, İzmit, Uşak ve Afyonkarahisar’a daha hızlı ulaşılabileceğine dair bir şeymiş.
Keşke... Değil mi?.. Vuku bulmuş ve sorumluları elini kolunu sallaya sallaya dolanan kazadaki gibi 37 cana mal olmaz umalım...
Gelin görün ki bir de "AB treni" mevzuumuz var biliyorsunuz.
Ve dünyanın bu coğrafyasında yaşıyorsunuz.
Alemin en heterojen bölgesinde...
Düzenini tamamen adaletsizlik, pardon, "tamamen adaletten ve özgürlükten yana ama ve ah sorry en çok bana adalet ve bana özgürlükten yana; OK mi?" düzeni üzerine kurmuş bir dünya sisteminde...
Her taraftan bir dirsek, bir tekme, bir omuz yiyorsunuz; buna rağmen hem ayakta, üstelik de tek ayak üzerinde durmaya, bununla birlikte iyi oyun çıkarmaya, skor yapmaya zorlanıyorsunuz. Üstelik de hangi potaya atış yapmanız gerektiğini bile tam olarak bilemiyorsunuz.
Yapmaya zorlanmak yanlış bir tabir oldu gerçi. Yapmaya niyetlisiniz; maç bu; bu topraklarda yaşaşan bir demokrasi taraftarısınız ben öyleyim şahsen; ABD’ye, AB’ye, Türkiye’ye, dünyanın tüm gerzek çıkar çatışmalarına rağmen- durmaksızın, faullerle, bir takım ama doğru ama yanlış stratejilerle, her hálükárda sinir harbiyle zorlanıyorsunuz.
Bu ülkede yaşıyorsunuz. Deli diyebilirler. Metal yorgunluğundan mustariptir ya köprüler... Yorgunluk, delilik olarak addedebilir...
NBA oyuncularına da deli derler. Şahsen, ABD’ye, orada vaktiyle köle olarak kullandığı zencilerden, háli hazırda da Avrupa’dan ya da dünyanın dörtbir köşesinden kaç oyuncu yer alıyor; sormak isterim.
Sıkı duralım arkadaşlar; Olimpiyatlar’da bir basketbol maçı çıkarıyorsunuz.
Oyun bu. Tadını çıkartmayı bilmiyorsa, o da ABD’nin sorunu....
Ben umutluyum valla. İsteyen yavşak olarak da addedebilir ki zaten etmekten yana, dilinizi korkak alıştırmıyorsunuz.
Yazının Devamını Oku 10 Aralık 2006
Sevgili günlük; Çiftin kadın ayağına söz verdiğim için isimlerini sana bile ifşa edemeyeceğim... Hatta hadiseyi hiç yazmamam konusunda yoğun telkinler de aldım. (Mecbur muymuş o canım, attığı her adımdan herkesin haberdar olduğu bir durumda kalmaya???) Fakat mümkünatı yok, kendimi tutamayacağım...
Dediğim gibi isimleri bende saklı, nikahın evvelinde altı yıllık da manitalık hukuku bulunan, tam 40 yıldır evli bir karı-koca tanıyorum, İzmirli... Bunların çocuklarından biri, İstanbul’da yaşıyor.
Geçenlerde çocuklarını ziyarete gelmişler. Gelirken de valide, her zamanki gibi kızının bütün itirazlarına rağmen, sanki İstanbul’da et yokmuş, sanki İstanbul’da sebze yokmuş, sanki İstanbul’da tencere, ocak, yağ, tuz, vs. yokmuş gibi, illa ki İzmir’de pişirilmiş yemeklerle doldurmuş otomobili. Bunun yanında yine kızının bütün itirazlarına rağmen alınmış birkaç üst-baş ünitesi; bavullar... Veee, kızının evinde bir boy aynası olmadığı için (Kız biraz ayna özürlü, sorma!) eski yatak odası takımının tuvalet masasının aynasını da yüklemiş otomobile... Binmişler kendileri de... Öööyle Almancı ailesi gibi İzmir’den İstanbul’a doğru yola dökülmüşler; bir pederin tüylü şapkasıyla transistörlü radyoları eksik...
Akşam bizim kız işten çıkıp ebeveyniyle buluşmuş. Hoşgelindi, hoşbulundu muhabbeti sırasında kendi mallarını bildiği için anne ve babasının arasında, kendisine çaktırmamaya çalıştıkları bir gerginlik olduğuna uyanmış.
Sorar gibi olmuş. "Yok öyle bir şey" yanıtını almış...
TEK BİR KİTAP ARABAYA SIĞMADI
Gecenin ilerleyen saatlerinde anneyle baba uykuya çekilmiş. Kız, televizyonun başına çöreklenmiş... Neden sonra valide tıpır tıpır parmaklarının ucunda kızın yanına gelmiş ve hadisenin vallahi de büyütülecek bir şey olmadığı konusunda kızını aydınlatmış.
Efendim, meğerse valide, pederin yanında getirmeye kalktığı kitabı, YER YOK diye arabaya almamış, İzmir’de bıraktırmış!
"Herhalde dalga geçiyorsun?" dedim gülmekten kanapeden düşmecesine: (Pardon ya... Özneyi, fiili, şunu bunu şaşırdık!!! Sen yine anlamamış gibi yap ve "demiş" şeklinde say he mi?..) "Yahu adam arabayı kullanırken kolunun altına sıkıştırsa, o kitap o arabaya yine sığar. Bunu mu mesele yaptınız yani?"
Dalga geçmeyeyimmiş. Dinlemeden etmeden yargıya varmayayımmış. Bir kere kitap Şu Çılgın Türkler’miş!!!
Eeee? İsterse tuğla olsun? Yine de sığar, ille de sığar? Ne bu yani? Göktürk Yazıtları mı?!? Ayrıca iki kap yemek eksik geliverseydiniz de konuyu sinek hikáyesine döndürmeyiverseydiniz?
Aman zaten hep çok biliniyormuş. Olmuşla ölmüşe çare yokmuş... Uzatılmasaymış... Zaten baba-kız bizim hayatımız (Pardon, kızın hayatı!) onu bunu, özellikle de onu, ukala ukala makaraya sarmakmış!
Bitmemiş... Kız ertesi gün bir oda-bir salon, stüdyo ebadındaki evinin oturma odasında, kanapede gözlerini açmış. Açmış ki ne görsün: Babası muharebe meydanında ufka gözlerini dikmiş bir general edasıyla, üzerinde eşofmanlar, iki eli belinde, ayakları yere sert basar bir şekilde, kızın tam karşısındaki kitaplığı inceliyor. Kızın uyku sersemliğiyle "Kargalar kahvaltı etmeden bu etüd merakı ne ayak? N’apıyorsun?" diye sormasına kalmıyor; kızın uyandığını fark eden peder, başını ağııır ağııır arkaya çevirip soruyor: "Ne biçim gazetecisin sen? Sende Şu Çılgın Türkler yok mu?"
"Valla kusura bakma ama sizsiniz çılgın Türk diyeceğim; başkaca bir yanıtım yok. 34 yıldır hanginiz daha çıtırdaksınız kestirebilmiş değilim yemin ederim. Yarın kitapla ilgili sınava mı çekecekler be baba? Daha gazeteleri bile okumadın. Ayrıca o kitabı okumadan bugünü çıkarman mümkün değilse çıkar alırsın bugün bir tane. Ben anlamıyorum ki neyi uzattığınızı?"
"Benim kendi kitabım var ama ikimizin de yakından tanıdığı birinin Girit inadı sağolsun, İzmir’de..."
ÇILGIN TÜRKLERİN İKİNCİSİ YAZILIR MI?
O sırada bunu güya duymazlıktan gelip tek kaş havada, İzmir tulum peynirli ve kırma yeşil zeytinli kahvaltı sofrası kurmak üzere yöneldiği mutfaktan, validenin kızına seslenen sesi yankılanmış günlükçüm: "Sen Turgut Özakman’ı tanıyor musun? Tanıyorsan sor bakalım; belki önümüzdeki yıllarda yeni ciltler yazıp çılgınlar destanına babanı da bir bölüm olarak katmak ister. Bölümün başlığı da ’Karısı Kadar Başına Taş Düşen Türk’ filan olur?"
İki gözüm günlükçüm; böyleyken böyle... Bu Çılgın Türk muhabbeti, valideyle pederin İstanbul konaklaması boyunca, bin bir türlü ayrıntıyla, sürmüş gitmiş. Hatta diyebiliriz ki 46 yıldır, muhtelif konular çerçevesinde, "ahlaksız teklif"siz Binbir Gece Masalları modeli sürüyor.
Şu anda NTV’de yayınlanan Biri Beni Anlatsın programında "Kadınlar erkekleri ne kadar tanıyor?" sorusu tartışılıyor. Geçen hafta da bir grup erkekle "Erkekler kadınları ne kadar tanıyor?" meselesi masaya yatırılmıştı.
Alışıldığı üzere sonuç: Kimsenin kimseyi "tanımaya" niyeti yok zaten. Tanımaksa, tırnak ("") dışında herkes zaten birbirinin ciğerini biliyor. Bir karşılıklı monolog hálidir, hoş bir oyalanma vesilesi olsa gerek, taammüden sürüyor.
Tarihin başında bir kız çocuğu ile bir oğlan çocuğu birbirlerinden hoşlandıkları için birbirlerinin saçını çekmişler; Piyale Madra’nın canım Ademler ve Havvalar’da her gün nakşettiği üzre, ööö’le gidiyor...
DEVLETİN TANIMADIĞI KIZ ÇOCUKLARI
Hayır günlükçüm, feminist damarım törpülenmiş falan değil. Bakma yani; ne bu ülkede ne bu dünyada, kadınların maruz kaldığı zulmün "hafife" alınacak en ufak bir yanı var ya da olabilir.
Perşembe gününün haberidir: Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Kadın Sorunlarını Araştırma ve Uygulama Merkezi Sosyal Hizmet Uzmanı Halime Sarı Sabuncu’nun üç ay boyunca yaptığı yüz yüze görüşmelerle kadınların sosyal ve ekonomik durumları göz önünde bulundurularak, kentsel yaşama katılım sürecinde, yaşadığı yerdeki sorunlarını bulmayı ve çözüm üretmeyi hedefleyen araştırmasının sonucu: Araştırmaya katılan kadınların yüzde 79,4’ü okuma yazma bilmiyor. Yüzde 30’u aşan bölümü evlendiği sırada 15 yaş sınırında ya da altında. Yüzde 44,9’u ilk çocuklarını 14-18 yaş arasında doğurmuşlar. Yüzde 32,4’ünün yalnızca dini nikahı var. Töre meselesi sorulduğunda, susuyorlar. Berdel usulü evlenenlerin oranı yüzde 17,2...
Ve bırak bir adamın kadınını, bir kadının adamını tanımasını, bu ülkenin birçok yerinde, o cinsiyetle doğduğundan nüfus káğıdı bile çıkartılmamış nice kız çocuğu, devletleri tarafından bile tanınmıyorlar: Var ama yoklar.
Yoksa yani nedir ki: Valide deliymiş, peder daha deliymiş, onlar fasasından fisosundan çılgın haller: "Bilir de tanımazdan gelişler..."
Ademler ve Havvalar: Kimine elma, kimine yılan, kimine kaburga, kimine kılçık, kimine omurga, kimine zulüm, kimine gülüm işler...
Yazının Devamını Oku 9 Aralık 2006
Cem Özkan solo albümünün ilk konserine, annesi için yazdığı Sensiz Olmaz ile başladı. Başkası böyle bir şey yapsa karizması fena çizilirdi ama Cem’e yakıştı. Kasım’ı Aralık’a bağlayan perşembe gecesi, Beyoğlu’ndaki Balans’ta Cem Özkan’ın ilk solo albümü Kendimce’nin tanıtım konseri vuku buldu.
İzlemek boynumuzun borcuydu. Cem Özkan’ın solistlerinden biri ve basçısı olduğu Rebel Moves grubunu, özellikle de sahne performanslarını, uzun zamandır ayıla bayıla takip ediyor olmamız bir yana...
Cem Özkan’ın albümü Kendimce’yi dinleyip beğenmiş olmamız, son zamanlarda durup durup dinlememiz ve dinledikçe sevmemiz de bir yana...
Konser bu; kaçarsa bir sonrakini yakalarsın, değil mi?.. Değil işte. Birkaç mevzu daha vardı. Güzel müzik, şapşahane ortam vaat ediliyordu:
Bir kere konser Balans’taydı ki, içi ekşimiş bir vakitsiz kocakarı olarak, ağız tadıyla, öfleyip pöflemeden konser izleyebildiğim az sayıda mekándan biri Balans. Kimse üstüne binmeden, içkini dökmeden, sigarayla kimseyi yakmadan ya da kimsenin sigarasıyla yanmadan, aynı zamanda nefes alarak, isteğe göre oturup, isteğe göre pistte salınarak, en önemlisi de nerede durursan dur, sahneyi görebilerek konser izleyebiliyorsunuz.
Ayrıca sahnede sadece Özkan’ı izlemeyecektik. Cem Özkan’ın albümlerine destek verdiği ve kendi albümüne de destek çıkan arkadaşları da onunla birlikte sahne alacaktı.
VELİ TOPLANTISI GİBİ KONSER
Tüm bunların yanında, gitar çalmanın yanısıra albümün prodüktörlüğünü de üstlenmiş olan, memleketin en yetkin gitaristlerinden Can Şengün’ün doğum günüydü. Doğum gününü sahnede gitarını konuşturarak kutlayacaktı. Bu satırların yazarının (!) da illá ki gidip kendilerine olay yerinde sarılmak gibi bir arzusu vardı. Arzumuza nail olabildik çok şükür...
Pişman değilim; yine olsun, yine yaparım... Hatta umarım Can’ın bir sonraki doğum gününü ya da Cem Özkan’ın bir sonraki albümünü beklemeye gerek kalmadan yaparım.
Cem Özkan’ın iyi insan olduğu, hep kulağımıza gelir ama gelmeseydi de inanırdık... Bıraktığı intiba, insanda görür görmez elmasını kızartmak, yakasına kırmızı kurdele, omzuna pırpır, göğüs cebine iyi insan liyakat madalyası filan takmak gibi hissiyatlar uyandıran türden.
Solo albümünün ilk konserini veren bir rock müzisyeni düşünün. Ki konseri, seyircilerin arasında olduğu için çok heyecan duyduğunu söylediği annesine yazdığı ve sahnede de kendisine ithaf ettiği Sensiz Olmaz’la açıyor.
Kabul edersiniz ki, karizmayı çizdirme endişesi taşımadan böyle bir hamle yapmak ve hanımevladı yerine hakikatli insan gibi görünmek, hele ki bir rocker için, öyle kolay kolay altından kalkılacak iş değildir. Cem Özkan yapınca gayet karizmatik durabildi; ilginçtir...
Yetmedi, arkasından Tarkan Mumkule de "ilk kez kendisini izlemeye gelen" annesine selam etti. (Hayır, Özkan ile Mumkule kardeş değiller. Anladığım kadarıyla, Balans’ın üst katı o gece bir nev’i okul aile birliği havası taşıyordu.)
Sonracığıma, Cem Özkan’ın albümüne destek verdiği "arkadaşları" da sahne aldılar. Gece Yolcuları, İstanbul Attack, albümün mastering’inde de imzası olan Oğuz Kaplangı gibi Rebel Moves elemanları... İstanbul Attack üyelerinden DJ Fuchs, Kendince’de Cem Özkan’a eşlik etti; Cem Özkan, İstanbul Attack’in Bazen adlı şarkısına...
Ortam süperdi, arkadaşlık süperdi...
Ki yakışır derim... Zira Cem Özkan’ın albümü de, "dostlar stüdyoda görsün"den ziyade, Tarkan Mumkule, Volkan Öktem, Murat Yeter gibi isimlerin performans sergilediği, tam bir "dostlarla stüdyoya girelim de álem müzisyen görsün" çalışması.
30 BİN FOTOĞRAFLA ANİMASYON
Can Şengün, gitar çalmanın yanında albümün prodüktörü olmayı kendisi istemiş. Murat Matthew Erdem, Kendimce’nin çıkış şarkısı olan reggae parçası Kendince’nin klibini çekmeye kendisi gönüllü olmuş. Son zamanlarda katıldığı tüm programlarda, bu vaziyetin kendisini ne kadar sevindirdiğini ve onurlandırdığını anlatıyor Cem Özkan. Neredeyse albümün kendisinden çok albüme katkısı olan arkadaşlarından bahsediyor.
Sahne faslında, birbirini seven insanların yarattığı -korkarım o kelimeyi kullanmaktan kaçınmanın bir yolu yok- "sinerji"nin seyredenin ruhuna nasıl bir ferahlık serpiştirdiğini bizzat tespit ettik.
Klibi izlediğinizde de gönülden bir emekle iş çıkarıldığını rahatlıkla fark edebiliyorsunuz. Murat Matthew Erdem, Kendince’nin klibini oluştururken sadece fotoğraf makinesi kullanmış. Beyoğlu’nun arka sokaklarında çekilen 30 bine yakın fotoğraf karesi daha sonra bilgisayar başında süren iki aylık bir montaj çalışmasıyla animasyon háline getirilmiş.
Cem Özkan, sırtında enstrümanı, canım Beyoğlu’nun canım arka sokaklarında dolanıyor. Ki o sokakları sevmek, olan biten onca sabotaja, her türlü muhalefete rağmen sevmek de ayrıca gönül işidir; belirtmeden geçemeyeceğim. Beyoğlu sokakları da takımın bir parçası sayılır yani...
Ben kendimce, sen kendince tadında, "kendimizce" bir takım oyunu çıkmış neticede. Leziz de olmuş.
Yazının Devamını Oku 8 Aralık 2006
Geçen gün Ayça’yla (Şen) olağan uğraşmalarımızdan biri vuku bulmakta. (Hem uğra’şıyoruz, hem uğraş’ıyoruz, hoş bir uğraş oluyor.) Bizimki, ortamların bir numaralı maniği olarak tüm reddiyelerime ve dalga geçişlerime rağmen "eser"lerinden birini seslendiriyor.
Kendileri bir süredir iki günde bir şarkı sözü attırıyor. Her Allah’ın günü aynı şey: "Bak bugün de bunu yazdım" diye geliyor.
Neyse efen’im; geçen gün yine geldi. Eserini "tahrif etmek" istemeyeceğim için tam sözü yazmayayım şimdi ama ilk satırda "Kulağımda walkman’im" kalıbı geçiyor.
"Süper" dedim; "Kalan Plakçılık’ı ara... Onların eskilerden kalma unutulmuş eserleri gün yüzüne çıkarmak gibi bir misyonları da var biliyorsun. Taş plaklarla birlikte, seninkini de ’Mal yeni ama muhteviyat onbinyıllanmış’ şeklinde bir değer olarak piyasaya sürerler belki."
Neye itiraz ettiğimi anlamadı bir an için.
"O’lum" dedim; "Yeryüzünde walkman mi kaldı? Bizden 10 yaş küçük kardeşlerimiz, ki onların bile 24 yaşlarını sürmekte olduğunu hatırlatırım, en nostaljik bağlamda hatırlasa hatırlasa discman’leri filan hatırlıyordur. ’I-pod’um kulağımda’ filan yap bari şunu..."
Büyük itiraz etti. Walkman bir kere Orkid gibi bir şeymiş. Zaman ve marka fark etmezmiş. Nasıl ki Türk insanı ped yerine Orkid dermiş, walkman de yürürken müzik dinlemeye yarayan cihazların tümünün atası olarak bir başlık, bir isim olarak sayılabilirmiş.
Sonra o gitti; ben, standart, bir göz bilgisayarda, bir göz gazetelerde tempoma döndüm. Vatan’ın arka sayfasında bir haber, "En akıllı evcil hayvan"ın icadını müjdeliyor.
Efendim, "Dünya, Pleo fırtınasına hazırlanıyor"muş... Pleo adı verilen ve sadece 2 kg. çeken robot dinozorun tam 38 yerinde sesi, hareketi ve görüntüyü algılayan sensörleri varmış. Yeni teknoloji sayesinde robot gibi kesik kesik değil, bir evcil hayvan gibi yürüyormuş. Sahibinin sesini ve yüzünü tanıyormuş. Ve çok hareket edince yoruluyormuş.
Evindeki evcil hayvanın mıymıntılığından şikáyetçi kaç kişi sırf "yapay zeká"ya sahip diye çok hareket edince yorulmasını çok "gerçek" ve sevimli bulduğu için bu oyuncaklardan edinir dersiniz
Bundan birkaç yıl önce de besleyip büyüttüğünüz bir tür "game-watch canlısı" olan Tamagotchi’nin, köpek tepkileri verdiği öne sürülen, esasta çift parende atan, hoplayan köpek robot Poo-chi’lerin nasıl bir kısa dönem furyası olduğunu düşününce, e, bu da iş yapar herhálde? Sonra, daha gelişmiş sensörleri olan, daha hafif çeken mamutlar, işte, neanderthal manita bebekler... Bekliyoruz, elbet onlar da gelecekler... İllá ki gelecektirler...
Yine geçen hafta, iki genç kadının "aşk derdinde" muhabbetine kulak misafiri oldum meselá. (Tamam, peki, evet, kimse davet filan etmedi. Gazete okuyor gibi yaparken resmen kulak kabarttım.) Hanımefendilerden biri diğerine, gerçek hayatta da görüşüyorlar mı yoksa sadece sanal manitası mı bilemeyeceğim; kendisini pattadanak terk etmiş beyefendiyle ilgili şöyle bir cümle kurdu: "Hayır, anlamıyorum ki?.. Nette birbirimize sonunda smiley (O meşhur gülen surat) olmayan bir tek cümle kurmuşluğumuz bile yok!"
Bakalım yorgun kulaklarımız daha neler duyacak. Hayır, kendim için bir şey istiyorsam namerdim. Ayça’ya dertleniyorum. Neymiş; kalkıp bu saatte, "Kulağımda walkman’im" diye en naifinden şarkı yapacak. Millet kıçıyla smiley’ler maazallah...
Yazının Devamını Oku