7 Aralık 2006
Glenn Miller sorarcasına söylüyor: "Fools rush in where no wiseman ever go / But wise men never fall, so what do they know...": Şapşallar, bilge adamların asla gitmeyeceği yerlere üşüşürler; ah ama bilge adamlar hiç aşka düşmezler ki; onlar ne bilirler... Uzun zamandır kişisel tedavülümden kaldırdığım birtakım mánásız duygularla cebelleşiyorum. Saçma olduğu gibi ve kadar, yaşam belirtisi olarak değerlendirdiğimden, bünyeye müdahale de etmiyorum. Neresinden baksanız, nasır da saçmalık, di mi ama? Her biri bünyesel marazsa?
O da acıtıyor, bu da acıtıyor. E, tebdil-i ruhta ferahlık olabilir; olabiliyor...
Neyse işte...
Öööyle kendi kafamın içindeki "Ulan inşallah bir okuyan yoktur, varsa ayıp olur" düşüncelerinden sıyrılmayı beceremezken, bari kafayı "toplarım" diye, kendimi vazifeye adayayım dedim. Gazetelere yöneldim... Bir nebze gerçeklik dünyasına avdet edeyim derdindeyim. Bizim gazetenin ilk sayfasına şöyle bir göz attım. Atmaz olaydım, toparlama derdinde olduğum ezberi hepten dağıttım.
5 Aralık 2006 tarihli Hürriyet’in birinci sayfasından birkaç habere buyurun:
n Hızlı feribot kıbleyi buldu: TCDD’nin Hacettepe’den bir profesörün trende mescit isteğini "kıble bulunamaz" diye reddetmesine karşın İDO’nun hızlı feribotlarındaki mescitlerde, kıbleyi oklarla gösteren tabela var. (Var vallahi. Tabelaların fotoğrafı da var: Yalova’dan Yenikapı’ya kıble... Bandırma’dan Yenikapı’ya kıble... İDO Operasyon Müdürü; "Sabit bir rotada gittiğimiz için kıble belirlenebiliyor" demiş. "Müessesemiz, pardon, belediyemiz, fırtına çıkması ve feribotun başını kıçını şaşırması hálinde, kıbleye yamuk bakan namaz kıldığı için kendisini günahkár hissedebilecek halkımızın sevap-günah muhasebe kaydıyla ilgili mesuliyet kabul etmez" diye ayrı tabela yapmamışlar yalnız.)
n Üç bakanın izlediği sağlık skandalı: Engelli Dostu Belediyeler Ödül Töreni’nde beş yaşındaki Hüsna Kavukçu sara nöbeti geçirince bir sağlık skandalı yaşandı. (Ambulans ancak yarım saat sonra gelebilmiş. Conrad Otel’in görevlileri, Balo Salonu’ndaki çıkışı açmayı reddedince Hüsna Kavukçu, kucakta lobiye taşınarak otelden çıkarılabilmiş. Solunum cihazına bağlanmış. Bu satırlar salı kaleme alınıyor; siz perşembe okuyorsunuz; inşallah hálá hayattadır... Başbakan olsaydı, acilinden bir balyoz bulur, sonra da onunla ne yaparlarsa artık yapar, üzerine de sihirli değnek muamelesi çekerlerdi belki? Conrad Otel’i, bünyelerinde bir müştemilat inşaati olmamasından, sorumluluklarını ihmal etmiş olmalarından dolayı kınamayı da ziyadesiyle borç biliriz.)
n Ferrari’ye çarpan gariban bilge: Hüseyin Arslan adlı sürücü, Şahin marka otomobiliyle, önünde giden Ferrari’yi izlerken duramadı ve 180 bin YTL’lik araca arkadan çarptı. Bostancı’daki kazadan sonra yoldan geçenler, kaskosu olmadığını söyleyen Hüseyin Arslan’a "Artık anahtarı bırakırsın" diye takıldılar. Ferrari’nin sahibi Mirzat Şimşek, "45 bin YTL’lik hasar var" dedi. (Diyen diyeceğini demiş. Ben ne desem boş.)
n (Enis Berberoğlu’nun köşesinin anonsu) Erdoğan: Amerika çekilme tarihi vermeli: (Ben spotu okumadan önce ilk etapta, "Hah, Bush’tan hükümete ’AB’den çekilin çocum’ mesajı filan geldi herhál’ diye düşünmüştüm. Meğerse kendileri Bush’a ’E artık Irak’tan çekilinmesin mi yani’ hatırlatmasında bulunmuşlar. Bakınız, hayat bazen sürprizlere de gebe olabiliyor.)
Birinci sayfaya şöyle bir göz attım ve atar atmaz mola alma ihtiyacıyla kalkıp koridorda bir tur attım.
Kadere, "Ezber dağıtmaktan bıkmayacak mısın kardeşim" diye sorarcasına, R. Rodgers ve L. Hartz klásiği Bewitched’i seslendiren Ella Fitzgeral’dan da ilham alarak; şakanın kendisinin üzerinde dönüyor olmasını umursamayan sersemlerin umursamadığınca umursamayarak, "Bewitched, bothered and bewildered like me" demek isterim:
Sen de büyülen, rahatsız ol, sersemle; e mi?
Yazının Devamını Oku 6 Aralık 2006
Papa geldi, evine gitmeyiver kardeşim. NATO zirvesi yapılıyor, evinden çıkmayıver kardeşim. Suudi Kralı geldi, işine gitmeyiver kardeşim. Başbakanımızın konvoyu geçecek, bekleyiver kardeşim.
Ayağıma mesleri geçirip kendimi dağlara vurmak istiyorum. Trafik dediğin, sağlık sorunu gibi, aşk acısı gibi canını yakan, gününün gidişatını belirleyen, hayatını etkileyen, bir şey olabilir mi? Oluyor.Geçen hafta dönen baş geyik; “Hayatımda ilk kez Mehmet Ali Ağca’yı anlayabiliyorum” tonundaydı: “Papa yüzünden kesilen yollarda kafayı sıyırıp cinnet geçirip katil olur mu olur insan valla.” Üç gün boyunca inanın bu cümleyi kaç ayrı kişiden duydum sayamadım.Papa geldi, evine gitmeyiver kardeşim. NATO zirvesi yapılıyor, evinden çıkmayıver kardeşim. Suudi Kralı geldi, işine gitmeyiver kardeşim. Başbakanımızın konvoyu geçecek, kır kıçını bekleyiver kardeşim.İstanbul’un gördüğü gelmiş geçmiş en kötü belediye başkanı Kadir Topbaş itinayla şehri cehenneme çevirmek için elinden geleni ardına koymuyormuş ve bu yetmiyormuş gibi, bir de zırt fırt ensesi kalın bir VIP salına salına yoluna gidecek diye şehrin ana arterleri trafiğe kapatılıveriyor. Düzenli aralıklarla, evimden işime gitmeye çalışırken, Gümüşsuyu’ndan Beşiktaş’a inen yolda, öööyle yarım saat mal gibi durup Başbakan’ın ambulansıyla, bilmemkaç eskortuyla Dolmabahçe’yi teşrif etmesini bekliyorum. Rutin...
KONVOYLAR VE KONVOYLAR
Trafiğin papaz olması için Papa’ya hacet yok yani...Bildiğiniz üzere, İstanbul’un trafik sorununa, geçen hafta Bakanlar Kurulu el koymuş bulunuyor.Bundan böyle İçişleri, Ulaştırma, Milli Eğitim ve Bayındırlık bakanlıkları “İstanbul’un trafiğine çözüm” adı altında toplantılar yapacak. Dünya metropollerinde trafik sorununun nasıl çözüldüğünü inceleyecekler ve maliyeti az, uygulanabilir ve mutlak sonuç verecek çözümler bulmaya çalışacaklar.Taslak hâlindeki öneriler arasında, kent merkezinde yaya bölgelerinin çoğaltılması, araçların hurdaya çıkma yaşı düşürülerek trafikteki araç sayısının azaltılması, İngiltere’deki gibi bir aracı hurdaya çıkarmayanın trafiğe yeni araç sokamaması, otobüs duraklarının genişletilerek özel otobüs yolları yapılması, taksi, minibüs gibi araçların yolcu indirip bindirmelerine kısıtlamalar getirilmesi, belediyelerin yeni otopark alanları yaratmasının zorunlu hâle getirilmesi, yeni yollar için imar çalışmalarına ivedi başlanması gibi maddeler var.Bir de “su damlası” modeli önerilmiş ki suya düşen damlaların oluşturduğu halkalar gibi, bir noktadaki trafik tıkanıklığının başka yönlerde de tıkanıklığına yol açtığı göz önünde bulundurularak önlem alınması hedefleniyor. Tıkanan noktaya trafik akışı azaltılacak ve başka yönlere dağıtılacakmış.Bu arada... İstanbul trafiğinden sorumlu, bu konuda en yetkililerden iki kişinin, Trafikten Sorumlu Emniyet Müdür Yardımcısı Ümit Yüksel ve Trafik Denetleme Şube Müdürü Oktay Bulduk’un, Başbakan’ın İstanbul’a geldiği her sefer Başbakan’ı karşıladığını ve kendileri evlerinde yayılırken bile kapısının önünde oturup beklediklerini biliyorsunuz değil mi?Başbakan nereden geçse, buyrun size bir su damlacığı ki halkalarından umman olur...Şimdi bu dört bakanlığın yetkilileri Ankara’dan kalkıp da “Şu İstanbul trafiği ne ayak” vazifeperverliğiyle, sorunu yerinde incelemek için konvoylar, konvoylar, konvoylarla gelirlerse diye ayrıca tırsıyorum.Zira diğer metropolleri inceleyip, inceden öneriler getirmeye koyulmuş olabilirler de...Halkımızı sefil böcek yerine koyup kendimiz geçeceğiz diye yollarını kesmeyelim, hadi diyelim ki mecbur kaldık, bu konuda onları bilgilendirelim ve alternatif güzergâhlar belirleyelim diye, kendilerini de bağlayan bir öneride bulunduklarına dair elimize henüz bir bilgi geçmiş değil maalesef...
HATASIZ KUL Klonlasak mı ne yapsak; memlekete daha çok Uğur Yücel lâzım.Kendi tanımıyla “iki yalnız insanın” hikâyesini anlatan, “İstanbul’a, onun küçük insanlarına, Türk filmlerine dair” bir film olan Hayatımın Kadınısın’ı izlediğimiz sinemadan, bir kez daha kendilerinin sağlığına duacı olarak çıktık.Epey yıl önce, Talimhane’deki, sahibi olduğu kabare-caz bar Eski Yeşil’de bir röportaj yapmıştım Uğur Yücel’le...İkitelli’deki Sabah binasından geç kalmayayım diye normalden de erken çıktığım hâlde, randevuya, zincirleme bir trafik kazası yüzünden iki saate yakın geç kalmıştım. Cep telefonu dönemleri değildi henüz. Loş mekândan içeri, saygı duyduğum, hayranı olduğum birine saygısızlık etmekten dolayı perişan, koşarak girmiştim. Müdür sandığım beyefendiye mitralyöz gibi özür cümleleri sıralayarak, trafik kazasını anlatarak, o zamana kadar doğal olarak çoktan çekip gittiğini varsaydığım Uğur Yücel’i arayıp şahsen özür dileyebileceğim bir telefon numarası olup olmadığını soruyordum bir yandan...Henüz akşamüstüydü; kulüp açılmamıştı. Kulağıma çalınan caz melodisinin, iyice karanlık bir köşede kalmış piyanodan geldiğini, piyanoyu da Uğur Yücel’in çaldığını, onun o karanlık köşeden; “İnsanlık hâlidir, inanın hiç önemli değil, kendinizi üzmeyin” diyerek ışığa doğru ağır ağır yürümesiyle fark ettim.O kadar sinematografik bir andı ki, nispeten olağan şartlarda “Yer yarılsa içine girsem” diye düşünürdüm; hiçbir şey düşünemedim.
ADETA FELSEFE SEMİNERİ
Sonra oturduk ve 24 yıllık bir malt viski şişesini kırıştığımız birkaç saatlik bir röportaj yaptık. Uğur Yücel, arayışlarını anlatırken kendine metaforlardan “nehir”i beğenip, “Bir peri kızı bana bakarak saçlarını tarasın istiyorum artık” benzeri cümleler kurarak, düpedüz dağıttı beni. Meslek hayatımda, kendimi bir haftada anca toparlayabildiğim röportaj sayısı yok kadar azdır.Onun birkaç röportajını okumuş herkes fark etmiştir: Uğur Yücel’in her röportajı, onun kendine de sorarcasına kendisini didiklediği ve anlattığı birer felsefe semineri gibidir. Ve “artiz”likten bahsetmediğimi ayrıca belirtmeme gerek var mı bilmem, onun, varoluşu, sinematografiktir.Yıldırım Memişoğlu, Ezgi Mola, Settar Tanrıöğen ve yine sinema için doğmuş Türkan Şoray’ın, en başta da Uğur Yücel’in döktürdüğü Hayatımın Kadınısın filmi, öyle bir melodram ki... Bu topraklarda büyümüş herkesin böğrünü delmeye muktedir bir “Türk ürünü” olarak, “Hatasız Kul Olmaz'a klip kesmez, iyisi mi filmini çekelim” desen, işte bu çekilir.“Hatasız kul olmaz”, bu toprakların en sağlam duygusudur ya... Ve hakikaten hatasız kul olmaz ya... Bilemiyorum, belki belki, olsa olsa, Uğur Yücel olabilir...
Yazının Devamını Oku 2 Aralık 2006
Memleketini isminin önüne sıfat olarak yerleştiren "Ankaralı Bilmemkim" tarzı "komikçi" müzisyen grubunun (ki siyasetçiler, deprem uzmanları filan gibi kendi içinde kavgası dövüşü bol bir "zümre"dir) son dönemlerdeki yükselen yıldızı, Ankaralı Namık. Bendeniz kendilerinin varlığıyla ilk kez, "Yakacaksın sobayı, ısıtacak odayı / Saat beşe gelince göreceksin pompayı / Arabada beş evde onbeş / Beğenirsem bedave (Tashih yoktur efen’im, vurgumuz bu şekil.)" sözlerini ihtiva eden müthiş eseri Arabada Beş Evde Onbeş’in piyasaya sürüldüğü dönemde müşerref olmuştum.
Bu biraderlerin şarkılarının minibüslerin mutlak favorisi olmasının, müzik piyasası yerlerde sürünürken albümlerinin milyonlarca satmasının kerameti neredendir çözebilelim diye az daha röportaj yapmam için üzerine sürüyorlardı beni. Birtakım terslikler neticesinde denk düşmedi. Kaçan balık büyük, sormayın!
Şimdilerde yeni bir albüm çıkarmış olan Ankaralı Namık Bey’i her türden sohbet ve yarışma programında, albümün çıkış şarkısı Hovarda’nın klibini de müzik kanallarında izliyoruz.
"İnsanlar beni sevdikçe ayar vermeye devam edeceğim" şeklinde "ayarperver" beyanı benzeri "Allah da seni güldürsün" dedirten nice inci tanesi açıklaması olan, Ankaralı’nın yanı sıra Ayarcı Namık olarak da tanınan Ankaralı Namık Bey, bu şarkıyı Kaya Çilingiroğlu’nu düşünerek yazmış. Klibi de ondan ilham alarak çekmiş.
"Gece gündüz gezersin / Paraları ezersin / Bir sarışın, bir esmer / Kızları çok üzersin / Tarabya’da villası / Cafcaflı arabası / Her gün barlarda gezer / İstanbul hovardası" şeklinde, diskografisinin diğer "eser"lerine kıyasla nispeten "edepli" sözler içeren şarkının klibinde, Kaya Çilingiroğlu rolündeki İngiliz model David Teatcher, mütemadiyen Q kızı Reyhan’dı, Sinem Ergülen’di filan, işte Kaya Çilingiroğlu’nun manita envanterinde kim varsa onları canlandıran bir grup manken hanımefendiye yumuluyor, golf sahasında halvet oluyor, cep telefonuyla konuşuyor filan...
Çeşidin bolluğunun altını çizmek için ayrıca 20 dansçı hanımefendinin göbek ve kalça kıvırma figürlerinden faydalanılmış.
Ankaralı Namık Bey, Kaya Çilingiroğlu’nun kızması ihtimaline dair bir soruyu şöyle yanıtlamış: "Magazin programlarını her izlediğimde Kaya Bey ile ilgili mutlaka bir konu oluyor. Ben de hep sivri konularla ilgili şarkılar yaptığım için bu konuyu ele almaya karar verdim. Kaya Bey’in şarkıya tepki göstereceğini düşünmüyorum. Çünkü insanlar yapmadıkları bir şeyin yapılmış gibi gösterilmesine kızar. Bizim şarkımızda Kaya Bey’in yapmadığı hiçbir söz yok."
Arabada Beş Evde Onbeş’in sözleri, Ankaralı Namık Bey’in ne mene "sivri" konular hakkında yazdığıyla ilgili bilmeyenlere bir fikir verir diye tahmin ediyorum.
KAYA BEY BUNA KIZMAZ
Sizce Kaya Çilingiroğlu, bir yandan o acayip bakkal terazisi figürlerinden attırıp, bir yandan taze ekilmiş saçlarından pek memnun hállerde gülüm gülüm gülümseyerek ve çapkın ifadeler şey ettirerek kendisine ithaf edilmiş şarkıyı söyleyen Ankaralı Namık’a bakıp; "Hayırlısıyla buralara kadar geldik" diye düşünüp hayıflanıyor mudur? Hiç sanmıyorum.
Ankaralı Namık Bey’e bu "esprili" tiraj hayatında başarılar diliyor, bir sonraki albümde Helin Avşar için de bir şarkı yazmasını rica ediyorum.
"Modacıyım diye gezersin / İki günde bir manita değiştirirsin / Üç günde bir de "Artık olgunlaştım" beyanatı verirsin / Habire ehliyetine el konulur / Sen yine içip inatla taksiye binmez kendi cipinin direksiyonuna geçersin / Ablasının canısı" filan... Attırıverir gari (!) bişiler ne bileyim. Malzeme zengin mi zengin.
Yazının Devamını Oku 1 Aralık 2006
"Hepiniz Juliette and the Licks’in ne olduğunu biliyor musunuz? Biz bir grup aktörüz. Müzik grubuyuz rolü yapıyoruz." Tiyatro eğitimli Mazhar Alanson’un kulakları çınlasın. O da kendini sahnede müzisyeni oynayan bir aktör olarak tanımlar málûmunuz... Juliette Lewis’le aralarındaki tek ortak nokta, arıza şahsiyetler olarak tanınmaları değilmiş demek ki...
Salı akşamı, müteşebbis ruhlarını Radarlive festivaliyle kısıtlamayan, çok şükür ki aylık Radar etkinlikleriyle eylemlerini sürdüren (!) Dinamo 103.8’ci arkadaşların, Doritos’un sponsorluğunda Türkiye’ye getirdiği Juliette Lewis ile grubu The Licks’in Yeni Melek’te verdikleri konseri izledik. Konserlerinin ayin gibi geçtiği söylenir durur. Dedikleri kadar varmış hakikaten; ayini yerinde tespit ettik.
Her seferinde Yeni Melek’te bir konser daha izlemeye tövbe ediyorum, her seferinde tövbemi "Görmeden bu dünyadan göçmem inşallah" diye umduğum birileri geldiğinde bozuyorum.
E, bu da Juliette Lewis yani... Kimileri oyunculuğundan da şarkıcılığından da tiksinir. Şahsen bayılırım. Arıza taklidi yapan insanlara hiç tahammül edemeyişimle birlikte, onun kendi ağzıyla verdiği beyanatla çelişse de "arızayı oynadığını" değil, arızanın ta kendisi olduğunu düşündüğümden herhálde.
"İlk kez Strange Days" (Tuhaf Günler) filminde PJ Harvey klásiği Hardly Wait’i söylediğinde ne menem yetenekli bir sahne hayvanı olduğuna uyanmıştık. Nitekim gördüğümüz, göreceklerimizin "mütevazı teminat"ıymış. (Oksimorona gel!)
Hani "hafif" mánásız bir genelleme olacak ama bu Lewis’lerin Hollywood sistemiyle meselesi mi oluyor ne? Daniel Day-Lewis, şöhretinin zirvesindeyken kalkıp İtalya’da bir kunduracının yanına çırak yazılmaya karar vermiş, sinemadan ve starlık mertebesinden elini eteğini çekmişti.
Çocukluğundan beri sektöre emek veren, álemin en benim diyen yönetmenlerinin filmlerinde rol alan, bu arada da Brad Pitt gibi manitalar eskiten Juliette Lewis de, 2003’ten beri tamamen terk etmediyse de sinemaya kıçını dönmüş vaziyette, grubuyla birlikte dünyayı turluyor. (You’re Speaking My Language albümünü tamamladıktan sonra çıktıkları turnede grubu 20 ülkeden yarım milyon kişi izledi.)
Zaten sektörün göbek deliğindeyken de güzelliği başa belá olarak gördüğünü, meselesinin yaratıcı bir sanatçı olmak olduğunu, Hollywood starı "görünümü" ile derdinin bulunduğunu zırt fırt dile getirirdi:
"Ben ufak bir müdahaleyle güzel, istersem de çirkin olabiliyorum. Birçok çekici aktris çirkin olmayı beceremiyor."
"Asla göğüs estetiği yaptırmam. Otel havuzlarının kenarına yayılan o koca memeli kızlar, insanda cila niyetine tükürüp ovalayarak parlatma isteği uyandırıyorlar."
"Mesele şu ki ben gerçek karakterler canlandırmak istiyorum ve bütün kızlar da güzel olamayabiliyor. ’Ben karakter oyuncusuyum’ diye dolanan bir sürü tip var ki canlandırdıkları rolleri izlediğinizde, her seferinde değişen tek şeyin kostümleri olduğunu görüyorsunuz."
Salı akşamki konserde Lewis, kafasındaki kızılderili tüyleriyle "Ben böyle sistemin içine ugh!" çeken "sahne yerlisi" rolündeydi. Albümlerini beğenirsiniz beğenmezsiniz, ayrı da... Juliette and the Licks’i sahnede izlemek gerçekten bir tür güzellikmiş.
Juliette Lewis; "80’li yaşlardaki kendimi düşününce, sanki o kedili kadınlardan biri olurmuşum gibi geliyor" diyor.
O "kedi ordusu"lu kadınlardan tırsan biri olarak, valla ileride ya da bugün ne halt ederse etsin alákadar etmez; benim deli gönül, o 80’ini bulmadan birkaç konserini daha izleyebilmeyi arzuluyor. (Okur sana yazıyorum, festival organizatörleri, huuu, siz anlayın!)
Yazının Devamını Oku 26 Kasım 2006
Arıza çıkarmaktan gayrı hiçbir becerisi bulunmayan insanların pespaye dalaşlarını, bir yandan da dolma sarıp şehevi bir dedikoducu merakla izliyor yurdum kadınları. Geçen hafta benim evin oturma odasının arz ettiği manzara, Türk Televizyonculuğunun Vatandaş Üzerindeki Travmatik Etkileri ve Psikosomatik Sonuçları başlıklı, bienallere láyık bir happening alanını andırıyordu.
Başrollerde yaygaracı, acayip "kahraman"larıyla televizyon aygıtı; kanapenin üzerinde durup durup sancıyla iki büklüm olan ve şuursuz zap maratonundan düzenli aralıklarla banyoya yollanma molaları alan bendeniz ve deee: Bilmem kaç gün boyunca dökme gayretinde olduğum böbrek kumları...
Böbreklerin, üç senenin ardından kendilerini; "Bak ben kum da üretebiliyordum, hatırlıyor musun? Hadi bari bu konuda seni biraz acıtayım!" şeklinde hatırlatası tuttu.
Acı ve ağrı eşiğim epey yüksek olmasına rağmen, yüksek sesle inim inim inlediğim bir haftaydı. Fena, pis bir şey böbrek ağrısı. O sancılar ya çekilecek, ya çekilecek...
Bu arada, kimle konuşsam, "Banyo küvetini çok sıcak suyla doldur, gir içine, birala biralayabildiğin kadar" diyor. En Yeşilay’cıları da dahil olmak üzere, tanıdığım herkesin, iyi gelir diye beni bira içmeye teşvik ettiği, bununla birlikte hem antibiyotik kullandığım hem de bira mira görecek gözüm olmadığı için bu "öneriyi" pas geçtiğim başka bir dönem de hatırlamıyorum hayatımda.
Ben daha ziyade, ağrı kesici niyetine uyurum diye düşünüp, Tylolhot içip, parasetamolle bayılmayı tercih ettim. Uyumadığım saatlere gelince... İnsan sadece acıya odaklanmasın diye, korunma güdüsüyle, dikkatini dağıtacak salak saçma şeyler kuruyor kafasında. Ben de üçüncü, tepeden bir gözle, kendi filmimi çektim durdum.
MERİÇ AŞKI ARIYOR
Neticede benim kumlarla memleketin bilumum TV şöhretimsileri, ahenkle dans ettiler hafta boyu. Böbrek yokladıkça giren her krampta, sanki televizyon figürlerinin lafları üzerine kıvranıyormuşum gibi düşündüm. Cillop gibi bir mantık çerçevesine oturdu manzara...
Bir süredir ulusal kanalların gündüz kuşağı programlarını yakından takip etmek gibi bir "lüksü" ihmal etmişim. Arayı çok açmamak lázımmış. Bir anda karşılaşınca vurgun darbesi yaratabiliyormuş bünyede. Yok böyle bir kopuş...
Ahu Tuğba, aşkı ararken kendine klan kurma kıvamına erişmiş. Ben bıraktığımdan beri Meriç insanının üzerine, Ahu aşkından mustarip iki eleman daha eklenmiş. Bu arada Meriç insanı da kendine iki ayrı stepne manita yapmış. Hep birlikte; harbiden kalabalık bir kadro olarak stüdyoda el ele oturuyorlardı geçen gün. Bu zevzek manita beğenme programı başlayalı beri iki koca yıl geçmiş!!! Meriç insanı, iki yıldır o ekranda "aşkı aradığını" söylüyordu geçen gün. Düşünün ki Ahu Tuğba, Meriç’ten önce iki mi, üç mü ne adam daha eskitmişti.
Semra’anım’a ne denir, gerçekten bilemiyorum. Bir evlat yitirmiş. Yeter mi? Yetmemiş. Şimdi, yine iki yılı devirmekte olan kıdemli bir televizyon yaratığı olarak bir kanalda o çemkiriyor; aynı anda bir diğer kanalda, bu kez de muhalefetine rağmen kıyılmış nikáhına itirazının olduğu kızı ve damadıyla ayrıldığı kocası Hamit Bey ve sevgilisi çemkiriyor. Bu arada, kendi katıldığı programdaki stüdyonun diğer kadrolu konukları da Ebru Akel’in barıştırmaya çalıştığı Ozan Orhon ile ayrıldığı karısı ve eski kayınvalidesi...
Semra’anım bir yandan, sanki Kraliçe Elisabeth’miş gibi kızıyla ilgili; "Evlilik öncesi anlaşması imzalanmalıydı" benzeri cümleler kuruyor, reddi mirastan filan bahsediyor, bir yandan da Ozan Orhon’un kayınvalidesine; "Gençlerin kararına saygı duymanız lázım" diskuru çekiyor.
AJDAR MUZUKURTARIYOR
Seda Sayan deseniz bu aralar işi gücü bıraktı, "Bin yıldır kimse beceremedi, bari ben becereyim şanım yürür gıııı" diye düşünmüş olacak, Tülin’le Caner’i gerdeğe sokmaya çalışıyor. İnsanda "Ah o kafacığına bizim de ekleştirmelik bir mütevazı bardak katkıcığımız olabilseydi" duygusu uyandıran Caner yine káh zırlıyor, káh Tülin’e ohihaho şirinliğiyle el ense filan çekiyor. (Bir de "El mi deli, ben mi deli" kontenjanından Ajdar Anık var ki, ona değinmeyi yekten reddediyorum. Geçen gün Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün, kendilerini muz üreticilerinin sorununu gidermeye muktedir yegáne adres olarak gösterdi! Kıymeti kendinden menkul bir "mefhum" olarak ulaştıkları popülarite bu kıvamda yani.)
Tüm fertleri birbirinden nefret eden ailelerin, çemkirmek ve arıza çıkarmaktan gayrı hiçbir becerisi bulunmayan insanların pespaye dalaşlarını, bir yandan da dolma molma sarıp şehevi bir dedikoducu merakla izliyor yurdum kadınları. Her gün... Saatlerce...
İnsanoğlunun çekip çekeceği en yoğun acılar olarak diş ağrısı, doğum ve böbrek sancısını sayarlar ya... Gündüz kuşağı televizyonu da bünyeyi daha az acıtıyor değil valla.
Yazının Devamını Oku 25 Kasım 2006
Geçtiğimiz ay Nazan Öncel yüzünden bir sürü insandan zılgıt yedim. Hafta üstüne haftalar boyu, dön baba dönelim 7’n Bitirdin’i dinlediğim için... Ayça (Şen) nihayet bir uğrayışında; "Anladık, sevdin de muhabbetin kulağına da su kaçırmasan artık! Değiştir be birader şu plağı" diye beni kenara ittirip bilgisayardan CD’yi çıkardı. "Sende bağımlılık temayülü görüyorum. Kendini toparlayana kadar sana en az bir hafta Nazan Öncel yok" dedi; albümü cebine attı ve gitti.
Güya fedakár kankalık sergiliyor. Resmen albümümü hacıladı adi!
Tabii ki yár etmedim; söke söke geri aldım sonradan. Fakat Ayça’nın tedavi amaçlı biçtiği Nazan Öncel’siz yaşama mühletinde, evde, böbrek sancısı çekiyor olmam da ziyadesiyle enteresandır. Belki de düpedüz bağımlı olmuşumdur. Bir yandan kum dökerken, arada Nazan Öncel yoksunluğunun spazmlarını da attırmış olabiliriz yani. Kim bilir...
O süreçte de evde, Aşkım Baksana Bana’nın klibiyle idare etmek mümkün oldu gerçi... Gelin görün ki, Aşkım Baksana Bana, tamamen sübjektif bir kanaatle, 7’n Bitirdin’in en koftiden şarkısı; anlayacağınız çok da kesmedi...
Ha, albüme tapınıyorum da ondan mı bir gün dinlemeden duramıyorum? N’ayır efen’im... Bilakis, 7’n Bitirdin, dinledikçe sevilen albümlerden olmasına rağmen, tüm "Nazan Öncel diskografisi favorileri" sıralamasında benim için son sırada gelebilir.
Albümde eni konu sevdiğim, dinledikçe daha da çok sevdiğim şarkılar var olmasına var ama, Nazan Öncel’in o insanın böğrüne yumruk gibi inen şarkılarından bir adet, sarsıcı bir tane yani; bu albümde benim için olmadı.
Ben bunu daha ziyade bir "nostaljik derleme albüm" gibi değerlendirmeyi tercih ettim. Eski albümlerden seçilmiş Nazan Öncel şarkılarının, üzerine yazılmış yeni sözlerle bir kez daha sahibinin sesi tarafından seslendirildiğini farz edip öyle bir ilişki kurdum albümle. (Pek janjanlı tabir oldu, sormayın. Albümlerle ilişki kuruyorum ben; evet, tabii, tabii...) Fonda sonsuza kadar çalabilir yani; hiç itirazım olmaz.
112 BİN KARE ÇİZİM!
Albümün kartoneti pek şenlikli. İnsanda kemirme duygusu uyandıran, şekerli mi şekerli bir çalışma. Ki albümdeki pek çok şey gibi, o da sahibinin, yani Nazan Öncel’in elinden çıkma bir tasarım.
Albümün çıkış şarkısı Aşkım Baksana Bana’nın klibi de albümün kartonetiyle göbekten akraba olduğunu belli eden bir iş.
Kartonette yer alan, arkasında şarkı sözlerinin yazdığı karikatürler İsmail Gülgeç’e ait. Klibin yaratıcı çizeri ise Ergün Gündüz.
Şarkının klibi için gelen, Serkan Terzioğlu imzalı bültende, dökülen emekler "esprili" bir dille, şu şekilde anlatılıyor:
"Nazan Öncel’in yazdığı, çıktığı gün dört bir yanda çınlayan ve şu günlerde zirveye oturan şarkısı ’Aşkım Baksana Bana’ karikatürist Ergün Gündüz’ün çizimleriyle hayat buldu.
Nazan Öncel şarkısını Türkiye’nin ilk çizgi vokalistliğini yapan Murat Çekem’in vücut dili, Ergün Gündüz’ün çizgileri ve kahramanları eşliğinde, eşi Akşit Togay’ın yönetmenliğinde söyledi. 56 kişilik bir ekiple çekilen videonun çizimleri için 112 bin 789 planı tek tek çizen Ergün Gündüz, bu klip için Cabbar adını verdiği özel bir karakter yaratmış ve bu çalışma için iki senesini gözden çıkarmıştır.
Amerika ve Japonya’da uygulanan en son tekniklerle hazırlanan klip sürecinde, Ergün Gündüz tahmin edilemeyeceği kadar káğıt, binbir kalem, mürekkep, sulu boya, akrilik boya, pastel kullandı. Bu arada bilgisayar başındaki ekip güzel bir uyku çekmenin hayalini kuradursun, çizerimiz 754 milyon paket tuzlu kurabiye, 95 bin yumurta, 22 bin pizza, sayısını hatırlayamadığı kadar kahve ve çay tüketirken, 50 sinir hapı yutarak, aşktan ve yatağından mahrum kaldı, evinin yolunu unuttu, sevgilisiyle papaz oldu.
Cabbar ’uluebulubulu’ derken, Murat Çekem soruların adamı oldu; Avrupa Müzik dokuz doğurdu ve Nazan Öncel, ’Aşkım Baksana Bana’ dedi.
Şaka bir yana sanırız güzel bir klip oluştu."
Bende uyanan hissiyat daha ziyade; "Keşke o kadar hırpalamasaymışsınız kendinizi" şeklinde...
Yarı reel çekim, yarı illüstrasyon klibin habire bir köşeden kafasını uzatıp dili beş karış dışarıda hebelehübeleyen kahramanı Cabbar, teşbihte hata olmaz, Aymar reklamlarındaki aseksüel görünümlü şirinlikten kırılan yaratığın yandan darbe yemiş modeli. Sanki o eleman, kırmızıya kesmiş, suratına da pala bıyıklı zonta imajı çizilmiş ve habire dil çıkarttırılmış gibi.
Murat Çekem ise, káh binaların damlarında káh minyatür modeliyle Nazan Öncel’in dizinde kıvırta kıvırta dans eden, suratında soru işareti taşıyan şık bir siyah leke olarak salınıyor. (Bakalım daha nereye kadar saçmalayacağız?)
Kendilerinin suratını görmeyi tercih ederdik açıkçası. Grubu Mercury ile birlikte sahne aldığı Kemancı ve Ortaköy’deki unutulmaz Sis Bar’da, 90’ların başlarında az kafa sallamadık müzikleriyle... O zamanlar hebelehübele vokallerinden daha sert ve hüzünlü takılıyordu gerçi. Rock cover’larıyla birlikte kendi şarkılarını da söylerlerdi. Biz gençtik, hızlıydık; ortam süper, arkadaşlık süperdi. Şöyle bir gösterseydi nur cemalini Murat Çekem; hasretlik gidermiş olurduk; hoş olurdu...
PİŞMAN OLMAMIŞ AMA
Bu arada, tabiri caizse, Nazan Öncel’e de bir şekilde, bir miktar hasret besliyor insan. Son yıllarda kendini taşıyışı, röportajlarda sarf ettiği, kendisini yabancılaşacak kadar ciddiye alıyormuş intibaı uyandıran cümleleri; daima Sezen Aksu varsa ben yokum, ya Sezen ya ben tavrıyla ilgili haberlerle gündeme gelmesi... "Nereye Böyle?" diye sorası geliyor insanın bazen; ve bu soruyu uyandıran kişinin dün yumurtadan çıkmış bir yeniyetme popçu aday adayı değil de Nazan Öncel olması, ayrıca ağırına gidiyor.
Çarşamba gününün Günaydın’ı, Nazan Öncel’in Avusturya basınına verdiği bir röportajdan alıntı yapmış meselá. Neue Zeitung für Tirol gazetesinin Türk muhabiri Köksal Baltacı; "Birisine beste verdikten sonra hiç pişman oldunuz mu?" diye soruyor.
Nazan Öncel’in cevabı: "Hüp’leri, Canım’ları, Of Of’ları Nazan Öncel okusaydı en az beş milyon tiraj yapardı. Buna rağmen hiçbir pişmanlık duymadım. Çünkü bu saydığım şarkılara o arkadaşların benden çok ihtiyacı vardı."
Sonracığıma, Baltacı; "Tarkan’ın söylediği Hüp şarkınız için ’Keşke ben söyleseydim’ dediğiniz oldu mu?" diye soruyor yine röportajın bir yerinde. (İddialı bir meslektaşımız; illá Nazan Öncel’e şarkılarını başkalarından kıskandığını itiraf ettirecek!?.)
"Hayır ama Tarkan Hüp single’ını çıkardığı zaman albüme benim haricimde çaycının bile ismi yazılmıştı. Yani besteyi sahiplenme içindeydi ve bu o zamanlar canımı epey sıkmıştı. Sonradan binlerce kez özür diledi ve ona Dudu’yu yazdım" diye yanıtlıyor Nazan Öncel.
Hani nasıl konuştuğunu herhálde ve elbette kimseye, hele ki bize soracak değil ama ben de sevdiği sanatçıyı sahiplenen dinleyici sıfatıyla, Nazan Öncel gibi "hakikat" ve "samimiyet"le beslendiğini sık sık yineleyen birinin ağzından, kendi şarkılarından bahsederken; "Onları Nazan Öncel okusaydı en az beş milyon tiraj yapardı" benzeri bir cümle okuyunca, elimde değil fena oluyorum.
Yazının Devamını Oku 12 Kasım 2006
Kanal D’de, ’mühim’ şahsiyetlerin, öğrencilerin sorularını yanıtladığı ’Abbas Güçlü ile Genç Bakış’ programını izlerken yine kendimden geçmiş, televizyon ekranına doğru çemkirmeye başlamışım. Bir demecinde, özel sektörün eğitilmesi gerektiğini; "Kültürün sponsora ihtiyacı yoktur; sponsorun kültüre ihtiyacı vardır" cümlesiyle ifade eden sinema yönetmeni Derviş Zaim’den aldığım ilhamla kaptırmış gidiyorum: "Kültürün, hele ki sanatın devlet mengenesine girmeye ihtiyacı yoktur. Hele ki zat-ı áliniz gibi bakanlara hiiiç ihtiyaç yoktur. Esas kimin neye ihtiyacı olduğuna dair hele, hiç açmayayım bayramlık ağzımı şimdi" filan...
Böyle de benden beklenmeyen "zarifimsi" bir üslupla...
Yanlış anlaşılma olmasın... Vizontele’de, Cem Yılmaz’ın dillendirdiği meşhur replikteki gibi "Peki Zeki Müren de bizi duyacak mı?" derdinde olduğumdan, ekrandaki "Sayın" Bakan’a ayıp olur endişesi taşımıyorum elbet...
Bu seferki "kibarcık"lığımın sebebi başka türden bir çekince... Valideyle peder ziyarete geldikleri için bari onların uykularını sinkaflı böğürtülerle bölmeyeyim hesabına...
Konunun içinden kültür, bakan ve ihtiyaç kelimeleri geçiyor oluşu dikkatli nazarlarından kaçmamış okur, Genç Bakış programının konuğunun, Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç olduğunu tahmin etmekte zorlanmamıştır umarım?..
Ayrıca, program konuğunun kim olduğunu tahmin eden okur, hadisenin bu "zarifimsi" tempoda nihayete ermediğini de haydi haydi öngörebilmiştir sanırım?
ATİLLA KOÇ’UN ŞİRİNLİĞİ
Otokontrol de bir yere kadar malumunuz... Koç’un, mezunu olduğu İzmir Özel Türk Koleji’ndeki öğrenci grubu önünde sergilediği, şirinliği kendinden menkul tavır ve ahkámlarını izledikçe, izledikçe, şuur muur, yitti gitti...
Neticede, bir haftadır gözümü öfkeye açtığım her sabah beni uyandırırken yaşadığı terörden dolayı "Seni uzaktan telefonla uyandırmak aşkların en güzeli" nakaratını terennüm etmeye başlamış; ayrıca günün her saati, trafiğe, gazete haberlerine ve televizyon bültenlerine, magazin zırvalarına, sabah programlarına, "gelecem gelecem gelemeyom" namesi tutturmuş kombiciye filan, kaşlarım burnuma yıkılmış bir şekilde durmaksızın saydırmamı izlemekten dolayı iyiden iyiye endişeye kapılmış annemin sesini duydum dibimde:
"Ben düşündüm de, senin şu tiroidlerine baktırma işini kesinlikle ihmal etmemen gerekiyor. Böyle yaşanmaz ki evladım? Her gün, her gün bu asabiyet; ne kadar yıpratıcı bir şey yahu!?."
Kuzguna yavrusu şahin ya; valide de ısrarla, benim defolu, agresif-depresif bünyeyi bilimsel bir tabana oturtmaya ve "tedavi"sinin mümkün olduğuna dair iman cilalamaya çalışıyor.
O sırada, sanki matah bir şey söylüyormuş gibi kendini pek beğenmiş pozlar takındığı ve "Öyle değil mi okuldaşlarım?" diye bağladığı her cümlenin ardından alkış bekleyen ve tepkiden yana öğrencilerden, bırakın alkışı, homurtu ve itiraz haricinde herhangi bir şekilde nasiplenemeyen Atilla Koç, bilmem kaçıncı defa "Peki madem öyle; ister misiniz size bir fıkra anlatayım?" diye sormaktaydı.
Tabii ki kimse istemedi. Tabii ki o yine de anlattı.
Gergefe dönmüş suratımın ifadesini hasbelkader normal bir forma sokmaya çalışarak anneme dönüp; "İyi dedin güzel dedin de canımcım; durum bu durumken, tiroid bezlerini zemzem suyuyla yıkatsak kime ne fayda?" diye sordum: "Yine de deliririm, illá ki deliririm... Adam az önce turizm sektörünün yerli turiste karşı daha zalim, hoyrat ve kazıkçı bir tutum sergilediğine dair serzenişte bulunan ve bakanlığın bu konuda bir planı programı olup olmadığını soran bir öğrenciyi nasıl avuttu biliyor musun? Kuş gribi sağolsun, artık başta İspanyollar, yabancı turist, Türkiye’ye gelmekte tereddüt ediyormuş. Yabancı turist sayısı dibe vurunca da turizmciler yerli turiste muhtaç kalıyormuş. ’Merak etmeyin, kuş gribi sayesinde yakında yabancı turist diye bir derdimiz kalmayacak’ şeklinde ’politika üreten’ bir Turizm Bakanı’yla haşır neşiriz. Kültür faslına hiç girmeyeyim. Sen şimdi, delirmez misin?"
KARİKATÜR FİGÜRÜ
Çömezine sanat öğreten bir usta edasıyla; "Delirmeyiver" dedi annem. O oldu. Lafladık biraz... O tahammülün erdemlerinden yana vaaz etti. Bir kulağımla ona, bir kulağımla ekrandaki sıfatlara sığmaz adama kulak kabarttım. Muhtemelen suretim Mona Lisa’nın güldüren aynalardaki aksine kesti.
Atilla Koç’u, kaale bile alınmayacak, bahsi bile açılmayacak bir karikatür figürü olarak ele almak gerektiğini düşünen ve savunan yığınla insanı düşününce... Hakkında yazı yazdığımızda; "Kolay lokma, uğraşmaya bile değmez" diye e-posta bile geliyor.
İyi güzel de nasıl olacak da kaale almayacağız? Ülkenin en önemlilerinden iki damarının, kültürün ve turizmin ipini elinde tutuyor adam. Ve gittiği her yerde istisnasız protesto edildiği, çıktığı her kürsüden ıslıklar ve tepkiler eşliğinde indiği hálde, bunu senelerdir, akıl almaz bir teflon performansı sergileyerek yapıyor.
"Ay bizimki yine uyudu, ehehehe...." E iyi de?.. O uyuyor, karabasanı görmek bize düşüyor?
Gidip evinde uyumadığı sürece, bünye artık kendilerinin orda burda uyuyakalmasını pek komik bulamıyor. Gülünç bile bulamıyor. Başlarım böyle "şaka"nın ıstırabına...
BAKANIN "PROCELERİ"
Program boyunca elindeki notları, yanisi ’Birisi keklik bir soru sorsa da hazırladığımız propoganda söylemlerinden birini sürçmeden okuyuversek’ kartlarını, iskambil káğıdıymış gibi karıştırmasından, yeşil çuhalı masalarda yoğun dirsek çürütme mesaisi verdiği kanaatine vardığımız Koç’un, "proce"lerini tatlı tatlı açmaya başladığı noktada sabrımın aküsü bitti. Zira beyefendi, termal turizmden beklentileri olduğundan, ümitlerini de Çeşme’ye bağladıklarından bahsetti. Çeşme’de dört adet harem-selamlık plajı bulunan otel açıldığını, açılmış olabildiğini hatırladım bir an.
Ve bırakın Atilla Koç’u, neredeyse "Delirmeyiver" diyen anneme küfredecektim.
Burnumdan deriiin bir nefes alıp, yavaş yavaş ağzımdan bıraktım. Ve televizyonu kapattım.
Ertesi gün yine annem tarafından uyandırıldım. Gece uyumadan önce, "Delirmeyivereceğim bir sabaha uyanacağım, delirmeyivereceğim bir sabaha uyanacağım" diye kendimi telkin etmişim. Gözümü açtım ve tebessüm ettim.
Annem bir tertip coştu ve meşrubat reklamı seslendiren Okan Bayülgen tadında dile geldi: "Gülümseyerek uyanan çocuk için bir alkış istiyorum! Kahve ve sigara içmeden afyonu patlayıp duşa giren çocuk için alkııış!"
Asabım iyiyden iyiye bozuldu ya, bu sefer sinirlerimin boşalması kahkaha formunda tezahür etti. "Anne sabah sabah bu Atilla Koç nüktedanlığı pek çekilmiyor" dedim.
Bilin bakalım? Delirmeyiver makamından çalan annem bu lafı pek hakaretamiz buldu: "Sen iyiden iyiye terbiyesiz oldun artık! Anneye Atilla Koç denmez!" Anladınız di mi? Düpedüz delirdi.
Yazının Devamını Oku 11 Kasım 2006
Geçtiğimiz hafta, ağırlıklı olarak Hürriyet’in 5. kat mensuplarından oluşan "bir kısım medya" Sanlı’nın evinde toplanmışız. Yárenleri görmek iyi de, hangi ara oldu bana sormayın, üzerinize afiyet 15 yaşını devirmiş olan, yakışıklıdan da öte güzzzelll Deniz’i görmek ayrı lezzet.
Öyle böyle değil; özlüyorum hergeleyi. Üstelik ileriki yaşlarında hayatının Fahriye Abla’sı olarak andığı kadın olmak konusunda iddiam da var; bu aralar durum öyle getirdi, maalesef biraz boş bıraktık. Hayatına annesinin arkadaşı kontenjanından başka kadınlar girecek diye ödüm patlıyor!
Kapıdan girdim, elemanı gözlerimle şöyle bir içtim ki amanın aman!
Üzerinde kamuflaj desenli kargo pantolonu ve kapüşonlu, fermuarlı sweatshirt’ü; her iki kulağında taşlı küpeleri, boynunda birinin ucundan gergedanlı kolye ucu sarkan gümüş zincirler...
"Kop da gel" demişim; "Nedir bu şimdi? Bu rap üstadı ağır abi kostümün huzurunda ezilip, Ceza’nın girdiği ortamlardaki diğer rapper’lar gibi ’Cezamız geldi’ diye tırsıp ortamdan uzamamız mı gerekiyor?"
Çağla yeşili gözlerinin içiyle güldü; mahcup mahcup, "Yok canım" gibilerinden...
Bundan haftalar önce, telefonuma bir SMS düşmüştü. Deniz’in annesi Emel’den geliyor: "Biz Yerli Plaka’yı izleyip bayıldık. Kliptoman için sipariş vermek istiyoruz."
Mesaj; "Deniz Yerli Plaka’ya bayıldı" şeklinde ilerlese, anlayacağım. Ama hadise "arya insanı" Kontes Emel’den gelince, insan hafif tertip sarsılıyor. Kendilerinin, başlarda Deniz’in dayatmalarıyla dinlediği Ceza’yı dinledikçe beğendiği, daha çok dinledikçe daha da çok beğendiği bilgisine vakıf olmama rağmen...
Belki kaçırmışlarınız olmuştur; Emel, 30 Ağustos tarihli Hürriyet Pazar’da yer alan Ceza röportajının, tabiri caizse moderatörlüğünü yapmıştı. Röportajı asıl gerçekleştiren ise Deniz olmuştu. Ve şimdilerde göstermesi talebinde bulunduğunuzda, daha iyilerini çıkarmak için biraz zaman istediği dizeler yazmakla iştigál eden Deniz’in kaçınılmaz sorusu; "Gençlere ne önerirsin? Nasıl çalışalım?" olmuştu.
"Önce çok okumak lazım" diye yanıtlamıştı Ceza: "Çünkü bu düşünceye dayalı bir müzik. Okul bana fazla bir şey sevdirmedi ama gençlerin okuması lazım. Ansiklopedi, sözlük, kitap... Sağlam adımlar atmak lazım. Bir de insanlara sataşmaktan çok eleştirmeleri, kıskançlıktan, çekememezlikten uzak kalıcı işler yapmaları gerekiyor. MP3’lerini internete koyup birbirine küfür ederek olmaz. Emek hırsızlığıyla da olmaz."
CEZA’NIN CANI SIKKIN
Memleket sathında Ceza’yı tanımayan kalmış olduğunu zannetmiyorum gerçi. Yine de: ’77 doğumlu Ceza (Bilgin Özçalkan), Haydarpaşa Meslek Lisesi’nin elektrik bölümünden zar zor mezun olduktan sonra bir süre Elektrik İdaresi’nde sayaç memuru olarak çalışmış, bu arada rap müziğe gönül vermiş, daha sonra Dr. Fuchs ile Nefret grubunu kurmuş, Meclis-i Álá İstanbul ve Anahtar albümlerinin ardından yoluna tek başına devam etmiş, şimdilerde Medcezir ve Rapstar’ın ardından üçüncü ve son albümü Yerli Plaka’sı piyasada olan, memleketin en şöhretli rap üstadı...
Rap ile iştigal eden her sanatçı gibi, biraz asabi. Üstelik Powerturk gibi tatlı su politikası güden müzik kanallarının yayınlamaktan imtina ettikleri sert bir müzikle uğraşıyor olmasına rağmen, bir süredir hatırı sayılır bir şöhretin vebalini de çektiğinden, rap çevreleri tarafından "áleme uymak"la eleştirildiği için epey canı sıkkın röportajlar veriyor.
Dream TV, MTV gibi müzik kanallarında dönen, albümüyle aynı adı taşıyan Yerli Plaka’da durumu; "Yükselen ben değilim, bak asansör / Şayet beni uçarken gördüysen senin gözün kör / Peşimde onlarca yalaka sahte post var / Eninde sonunda yalnız bırakan o dostlar / (...) / Plaka yerli bak, sırtı terli çok / Ve başı dertli vah, eski háli yok / Ne olacak; ooo / Yükselen ben değilim bak, alçalan duvarlar" sözleriyle açıklıyor.
Ceza, Yerli Plaka’nın, senaryosu kendi tarafından yazılmış ve Thomas Garber tarafından yönetilmiş klibinde, "verse"lerini, cep telefonlu yuppie’ler, durmadan bir yerlerinden çekiştiren tiplerle gittikçe kalabalıklaşan bir asansörün içinde olduğu hálde "sıralıyor." (Saydırıyor mu deseydik?)
Özellikle Med Cezir’den beri yakından takip ettiğimiz kadarıyla hiç yanıltmadığı gibi, şimdi de hayal kırıklığına uğratmıyor.
NEDEN YERLİ PLAKA?
Ceza, albümün adını neden Yerli Plaka koyduğunu, albüm daha basılmadan önce, Rolling Stone dergisinin Haziran’da piyasaya sürülen ilk sayısında verdiği röportajda şöyle açıklamıştı:
"İnsanlar rap’i ’dış kaynaklı müzik’ olarak yorumluyorlar, öylece kestirip atıyorlar; buna çok şahit oldum. Kendi dinledikleri müziklere bakmıyorlar: Rock, pop, arabesk; sanki bütün hepsi Anadolu’nun müziğiymiş gibi davranıyorlar. Anadolu’da 1000 yıl öncesinde herhangi bir enstrümanın girmediği, sadece konuşma, doğaçlama üzerine yapılan bir sanat var (Şakkiye). Bu bir şekilde tekrardan doğdu diye düşünüyorum. Tamam, rap Amerika’dan çıkmış olabilir ama ben burada, Türkiye’de doğdum, 1977 yılında. Burada büyüdüm. Türkçeyi kullanıyorum ve herkesi ilgilendiren şeylerden bahsediyorum. Müzik yabancı kaynaklı olabilir ama benim plakam yerli..."
İlk sayısı bu ay çıkan Billboard dergisinde ise, Yerli Plaka meselesiyle ilgili şöyle diyor: "Hepiniz yabancı marka arabalara biniyorsunuz. Altınıza Amerikan arabalarını çekip gezmeyi biliyorsunuz. Ama istediğiniz arabayı satın alsanız da plakanız yerli oluyor."
Yazının Devamını Oku