Zoom zoom inlesin, rektör dinlesin (ki) öğrencileri fişlesin
Paylaş
LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi
İki adım attıktan sonra zihnimde bir ampul çaktı. Eğitim gönüllüsü edasıyla dönüp, çocuğa gidip, okuması için onu kandıracak bir tavsiyede bulunmayı düşündüm.
Arkadaşlarla aramızda dalga geçtiğimiz, baba parası paçasından akan bir züppe tanıyoruz. O; "Bi’ arabama binip öbür arabama gidiyorum" benzeri cümleler kurdukça biz de bi’ dumur durağından dolmuşa binip bi’ dumur durağına doğru yol alıyoruz.
Bugün, taşındığım evin kontratını imzalamak üzere kapıdan çıkarken, kendimi; "Bi’ evimden çıkıp, öbür evime gidiyorum" cümlesini kurarken yakaladım ya; ne desem boş...
Hoş, biz bu hayatta kiracıyız, ev benim evim değil, birinden çıkıp diğerine gitmek de hem maddeten hem mánen pek öyle havası atılacak derecede eğlenceli bir iş değil, hem de hiç değil; ayrı...
Neticede aynı sokağın bir ucundan bir diğer ucuna göçüyorum ama hadise o kadar basit olmuyor, olamıyor tabii...
Saray Arkası Sokak’ı bir uçtan bir uca kat ederken, karşıdan taburlar hálinde, ellerinde karneleriyle gelen öğrencilerle karşılaştım.
Gittim, kontrata imzayı attım, çıktım; baktım aralarından ortaokul öğrencisi iki kız, köşedeki alçak duvarın üzerine çökmüş, sigaraları yakmış, kalmış...
Fosur öfür tüterek mel mel karnelerine bakıyorlar; "Altı tane sıfır, altı tane bir..." dedi biri mırıltı gibi bir sesle...
Bu takdire şayan performansı sergileyen kardeşimizi şöyle bir süzebilmek için gayri ihtiyari adımlarımı yavaşlattım. Elindeki belge, keyfini kaçırmış gibi görünmüyordu. Hemen çıktı kokusu: "Aman ben zaten okumayacağım" diye devam etti; "bizimkileri ikna edersem, seneye yarışmalardan birine katılacağım." Sonra bir yandan sigarasından derin dumanlar çekip bir yandan da yanık yanık bilmediğim bir şarkı-türkümsü söylemeye başladı.
Dönüp bir kez daha uzun uzun yüzüne baktım; önümüzdeki yıllarda kanalın birinde karşıma çıkarsa, hoş şimdiye dek böyle bir şey yapmışlığım da yok ama (Yarın n’olacağımız belli olmaz) kime SMS yollamayacağımı hatırımda tutayım diye...
İki adım attıktan sonra zihnimde bir ampul çaktı. Eğitim gönüllüsü edasıyla dönüp, çocuğa gidip, okuması için onu kandıracak bir tavsiyede bulunmayı düşündüm.
"Sen" diyeyim dedim; "iyisi mi bu aralar biraz dişini sıkıp dersini çalışıp üniversiteyi kazan ve mümkünse İstanbul Üniversitesi’nde bir bölüme gir. Sen üniversite yaşına gelene kadar kampüse yerleştirilen kameraların adedi muhtemelen memleketin bütün ulusal kanallarındakilerin toplamından bile çok olacaktır. Şarkılarını onlara doğru terennüm edersin, illá ki birilerinin dikkatini çeker..."
Geçtiğimiz hafta İstanbul Üniversitesi Rektörü Mesut Parlak’ın Sabah’tan Balçiçek Pamir’e verdiği röportajı okuyanlar elini kaldırsın?
Öğrenci olaylarının hortlaması ihtimaline karşı "önceleri çok tecrübesiz", şimdilerdeyse duruma fevkaláde hakim olduklarını söyleyen Parlak şöyle parlak cümleler kuruyor: "Eskiden kameralarda zoom yoktu; şimdi var. Nefes alıp vermenizi bile kaydediyor."
İleride yeni modeller de çıkacaktır inşallah: Ahan da bu kamera röntgen çekiyor; hatta pis bakışlı birinden kıllandı mı düşünce okuyor ki maazallah çocuğun kötü bir niyeti varsa, fiiliyata dökemeden okuldan tepikliyor...
Bununla birlikte Pamir, Parlak’a Orhan Pamuk’a dünyanın dört bir yanındaki üniversitelerden ders vermesi için gelen teklifleri hatırlatıyor ve kendilerinin de teklifte bulunup bulunmadığını soruyor.
El cevap: "Hayır götürmedim. Bir Türk yazarının Nobel alması gerçekten de güzel bir şey ama benim içim buruk. Sanıyorum kendisi de bu durumun sonradan farkında oldu. Bu ulusun, bu birlikteliğin bölünmez bütünlüğünü bozmak adına, bizi birtakım şeyleri yapmış gibi gösterip de dışarıdaki insanlara hoşgörülü, şirin gözükmek adına yapılanlar benim içime sinmiyor. Orhan Pamuk’u üniversitemde bu yüzden istemem, ders veremez."
Pamir bunun üzerine "Peki ya Yaşar Kemal?" diye soruyor.
O da Parlak’ın içine sinmiyor: "Yaşar Kemal de büyük yazar. Gerilla lafını ağzından kaçırdığını düşünüyorum. Ama bu lafa ben alındım doğrusu. Buruldum. Bu ulusun güzelliği Çerkeziyle, Lazıyla, Alevisiyle, Kürdüyle, Sünnisiyle birlikte olmaktır. Çok severim Yaşar Kemal’i ama onun ders vermesi de zor."
Kurban olduğumun ilim irfan yuvaları; böyle de rektörüne demokrat bir sistemde çalışıyor.
24 Ocak...
Üzülmekten helák olmuş, üzülmenin sınırlarını aşmış, ötesine geçmiş ve nihayetinde işi deliliğe vurmuş bir arkadaşımız bu haftayı "İyi adamlara kıran girdi haftası" ilán etti.
Hoş, bu pek hoş bir tabir değil tabii de; yine de ne demek istediğini anlayabiliyor insan.
Bu aralar internette İngiliz psikolog Cliff Arnall’ın ortaya attığı bir iddia, şehir efsanesi olmuş dolanıyor.
Kaçırmış olanlar için hadise şudur ki: Arnall Cardiff Üniversitesi’nde mevsimsel ruh háli değişiklikleri üzerine bir araştırma yapmış. Soğuk ve yağışlardan etkilenen insan psikolojisinin çeşitli dalgalanmalarını matematiksel açıdan yorumlamış. Ve kendi geliştirdiği bir formülle 24 Ocak tarininin yılın en depresif günü olduğu sonucuna varmış.
Denklem yedi ayrı değişkenden oluşuyormuş: (H) Hava, (B) borç, (m) aylık maaş, (Z) yeni yıldan bu yana geçen zaman, (V) her şeyden vazgeçme girişiminden bu yana geçen zaman, (M) düşük motivasyon seviyeleri, (HG) harekete geçme ihtiyacı..
[H + (B-m)] x ZQ
M x HG
Çıkıyor mu sana -rivayet odur ki- 24 Ocak lánetinin sırrı...
Hoş, bu sonuca, Britanya’daki iklimden yola çıkılarak varıldı. Kaldı ki bilim çevreleri bunu biraz geyik olarak addedip, pek prim de vermiyor.
Fakat yine de insan ürpermeden edemiyor. "24 Ocak’ta hayatını yitirenler" listesine buyrun: 1958 - Ord. Prof. Dr. Cemil Topuzlu, Türkiye’de modern cerrahinin kurucusu, İstanbul’un eski belediye başkanı ve tıp fakültesi dekanı; 1962 - Ahmet Hamdi Tanpınar, yazar ve şair; 1965 - Winston Churchill, Eski İngiltere başbakanlarından;1986 - Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Edebiyat tarihçisi; 1993 - Uğur Mumcu, Gazeteci ve yazar (suikast); 2001 - Ali Gaffar Okkan, Diyarbakır Emniyet Müdürü (suikast); 2003 - Umberto Agnelli, Fiat’ın başkanı; 2006 - Mümtaz Sevinç, Tiyatro ve seslendirme sanatçısı; 2007 - İsmail Cem, Eski Dışişleri Bakanı, gazeteci, fotoğrafçı...
Demem odur ki, benim gibi dönem dönem batıl itikatlara sardıran bir insansanız, şimdiden 2008 takviminizde 24 Ocak tarihinin kenarına şöyle bir çentik atınız... Belki bir ikinci kere düşünür, o gün ne olur ne olmaz hesabına battaniyenin altından çıkmazsınız...