17 Haziran 2006
Bu ülkenin düzenli aralıklarla nüksettiği için bünyede paranoya yaratan ürpertici hálleri vardır malûm. Belli aralıklarla ekonomik kriz beklenir, deprem beklenir, darbe beklenir, yeni bir Serdar Ortaç albümü beklenir... Serdar Ortaç her çıkan albümünde öyle böyle değil, çok değiştiğini, eskiden bir dolu şeyi bilmediğini ama artık "olduğunu" iddia eder.
Ve o hep aynı şarkıyı söylermiş gibi yeni şarkılarını söylerken ve şarkılarının apartma olduğu iddia edildiğinde, kendini "E ne yani? Hepi topu yedi tane nota var; şarkı şarkıya tabii ki benzeyecek" diye savunurken (Do’yu "ha ince ha kalın, bildiğin do işte" hesabına tek nota sayıyor sanırım), satışlar yüzünü kara çıkarmaz. O da bir sonraki albümünde yine yepisyeni bir şekle dönüştüğünü ve "işte şimdi artık olduğunu" iddia eder.
Ben Serdar Ortaç kadar durup durup "olan" bir başka sanatçı varsa da bilmiyorum. (Tamam, bir ordu dolusu var da onun kadarrr ol baba olanı diyorum.)
LÜTFEN FENOMEN OLMAYINIZ
Netekim önümüzdeki yazın lay-lom Ortaç albümü Mesafe de huzurlarımızda işte. İki hafta önceki pazar ekinde albüm sayfası için Ezgi’ye (Başaran) ne diyor yine?: "Ben bugün sizce ne yapsam satmayacak? İşte, olmuşum yani. Tarih bana sekiz albüm, üç single, 300 de şarkı yaptırmış. Hangisinde başarısız olmuşum? Hangisi satmamış? Bir tane tokat yememişim halkımdan. Askeri hapishanelere girdim, kumar oynayıp milyon dolarlar kaybettim, yine el üstündeyim. Ben fenomenden başka ne olabilirim ki?"
Anlayacağınız dersimiz Serdar Ortaç’sa, bu seferki "olma" konumuz, "fenomen olma..."
Albüm çıkar çıkmaz yine listelerin tepelerinde kendine yer buldu. Allah dinleyenlerine bağışlasın. Çıkış şarkısının klibi de dönmeye başladı elbet müzik kanallarında. Fenomen Serdar Ortaç da trende uymuş ve kendine onyüzmilyon dansçılı, MTV tadında bir klip çektirmiş. O da mübarek olsun.
Albümün sözleriyle sanırım Reina-Sortie álemlerinde akıp kokan ex manitaya serzenişte bulunulan çıkış şarkısı Sor’ın klibi 50 bin dolara patlamış. Ortaç, dokuz kostüm değiştirmiş. Murat Küçük’ün yönettiği klipte 70 dansçı ve Brezilyalı model Evalisa rol almış. (Bu klipteki dansçılar için "Madonna’nın dansçılarıymış abi" geyiği dönmedi hiç değilse.) Sözler Türkçe olmasa; ha 50 Cent, ha Beyonce, ha Ortaç... Öyle diyor.
BU GERÇEKLE YAŞAMAK
Ben tabii yine de o 70 kişi şöyle kenarda dursun, Ortaç’ın fenomenal figürlerinden gözümü alamıyorum. O boyun kalça koordinasyonu, o elle kafayı yana kaydırtır gibi yapma; fenomenal diyorum, başka bir şey demiyorum.
Sadece bana mı öyle geliyor bilmem, Ortaç’ı sanki Küçük Emrah’tan bile uzun süredir tanıyormuşuz hissine kapılıyorum. Türkiye’nin ilk özel müzik kanalı Kral TV’nin açılmasıyla, o uzun saçlı Karabiber döneminde, VJ Bülent’le birlikte iki ekran Japon’umuzdan biri olarak hayatımıza bir giriş girdi Serdar Ortaç; o günden beri de "Vallahi Jötem" olsun, "Bu devirde kimse şah değil, padişah değil" olsun, aynı notaların üzerine her seferinde ayrı türden "fenomenal" sözler yazarak aynı şarkıyı söyleyip duruyor.
Adam bitmeyen senfoninin vücuda gelmiş háli gibi. Ve kaçmak da mümkün değil. Her yerde: Ekranda, müzik marketlerde, radyolarda, trafikteki otomobillerin teyplerinde... Ahmet Mete Işıkara, "Deprem gerçeğiyle yaşamayı öğrenmemiz gerekir" dememiş miydi? İşte bir müzikal fenomen olan Serdar Ortaç gerçeğiyle de yaşamayı öylesine öğrendik seneler içinde.
Aşkı "çaresizlerin işi" diye tanımlayan, "öküzün bile baksa ilham alacağı" Boğaz’dan aldığı ilhamla şarkılarını beş dakkada tuvalette attıran, başarıyla orgazm olan, başarısına olan inancını da satıştan alan bir adam...
Başarılarının devamını diliyoruz. Bir sonraki albümünde uzayda kara delik filan olacak inşallah. Yaşayacağız, göreceğiz. Samanyoluydu, kainattı, ola ola daha çoook mesafe katedeceğiz; uzun mu uzun yani yolumuz.
Yazının Devamını Oku 16 Haziran 2006
Az önce binada Erol Evgin’i gördüm. Ben de çocukluğunu 70’lerde yaşamış her Türk kız çocuğu gibi büyüyünce Erol Evgin’le evleneceğimi zannettiğimden, o zamanlardan yadigar bir refleksle yolunu kesip evlenme teklif ediyordum az daha... Bu arada, ofisteki masam karınca istilası altında. Nereden girdiler, neden dışarıda takılmak varken salak gibi bir medya binasına girdiler ve yine neden illá ki benim odaya geldiler anlayabilmiş değilim.
Bu aralar iyi şeyler çağırmaya ve her bir haltı hayra yormaya gayret ettiğim için çok takılmamaya gayret ediyorum; penceresi açılabilen bir odada çalıştığım için mutluluk vesilesi sayıyorum.
Fakat bir taraftan da sinir bozucu bir durum.
Miniminnacıklar... Üstelik, benim bildiğim karıncalar belli bir nizam içinde hareket eder; bunlar serseri mayın gibi döneniyorlar. İlk bakışta anlaşılıyor; biraz salaklar... Klavyeye uzanan ve dayandığı masanın üzerinde doğal olarak kıpraşan kollarımın, dirseğimin altına, klavyenin tuşları arasına girip çıkıyorlar habire. Hoyrat bir hamleyle öldürmeyeyim diye dokuz takla atıyorum. Buna rağmen, birkaç saat içinde yanlışlıkla kaç karınca telef ettim bilmem. Neden sonra kendimi yakaladım. "Kardeşim, siz intihar komandosu eylemi koyacaksınız diye ben niye günaha giriyorum. X’tirin gidin başımdan" tonunda karıncalara çemkiriyorum.
Televizyon ekranıyla konuştuğumuz yetmiyordu, bir karıncaları kısmıştı. Pek tekin bir ruh háli içinde değilim anlayacağınız.
Tayyip Erdoğan’a bakıyorum, öfke bile duyamıyorum. Atilla Koç, müzedeki yazıyı indirtti mi bindirtti mi, bünyeyi zorluyorum zorluyorum, umursayamıyorum.
Birkaç gündür mütemadiyen Mor ve Ötesi’nin Büyük Düşler’ini ve Tanju Eren’in aralarında yine Mor ve Ötesi’nin de olduğu, Aylin Aslım, Teoman gibi birçok farklı müzisyen tarafından seslendirilen şarkılarından oluşan 40 isimli albümünü dinliyorum. Her sigara insan hayatından beş dakika götürüyor ya, her iyi şarkı da ömre bir beş dakika filan katıyor olsa gerek. Müzik olmasa, 10 yıl kadar önce mefta olmam gerekirdi diye düşünüyorum.
Berbat bir haftaydı. Sezen Aksu’nun son kertede isabetli bir şekilde dediği gibi: Hayat imtihanla geçiyor. Ve memleket meseleleri ile sizin de yüksek müsaadenizle, bu hafta, full time, saçmalama hakkımı kullanıyorum.
Anlamış bulunuyorum ki gözümle görmeden rahatlayamayacağım. Bir kadim dostum hayati bir tehlike atlattı. İki gündür süren bu daldan dala saçmalama silsilesi sayesinde fark etmiş olmalısınız ki aklım zaten firari. Bari cismiyete de dökelim işi. Benim elim İzmir’e gidiyor.
Şu haftasonu geçsin, daha akıllı uslu mevzularda buluşuruz. Söz.
Yazının Devamını Oku 15 Haziran 2006
Korku duvarını aşmacasına korkunç bir haftasonu geçirdim. Ne güzel başlamıştı oysa... Cuma akşamı, BKM konserlerinin açılışına, Sezen Aksu’ya gitmişiz. Ziya’ya geçtiğimiz yılın neremize kaçtığını soruyorum. Ben basıp bilmem kaç aylığına İzmir’e gitmeden önce Ağustos’ta izlemiştik Sezen Aksu’yu birlikte en son. Gerçekten neredeyse bir sene geçmiş olabilir mi?
Çıkışta yine gelenek icabı Ziya’yla Kaktüs’e gittik; biz ne kadar fanatik Sezen’ciysek, o kadar fanatik Ajda’cı olan Vahit, yine gelenek icabı, normalde Kaktüs’de pek Türkçe çalınmadığı hálde tepelerden bir álicenaplıkla bize Sezen şarkıları çaldı.
Sonrası, çocukluktan beri kardeşim addettiğim, canlar canı bir kadim dostumun kaza haberi ve korku... Şimdiden geçmiş olsun dediğimiz, Allah’a binlerce şükür, atlatılmış bir hadise. Atlayana kadar ömrümüzden ömür gitti gerçi. Aklım uçtu, beynim şöyle bir gitti geldi. Çok şükür, çok çok şükür, tehlikeyi atlattık; benim tansiyon henüz düşmedi, düşemedi...
Son yıllarda böyle bir tedirginliğim var zaten. Haziranlardan korkuyorum. En gafilinden avlıyor. Yaz geldi diye sevinmene kalmadan üzerine bir matem çörekleniyor. Kulağım kirişte, kötü bir habere gebe olmasından korktuğum telefon zilinde; ha geçti ha geçecek diye, Haziran’ı geri sayıyorum. "20 gün kaldı, 15 gün kaldı, bir hafta kaldı, az kaldı, ha gayret" diye diye...
Bu yazının kaleme alındığı tarih bir de üstüne 13’ü... Ki 13 Şubat’ta doğduğum için, şeytan kovarcasına 13’ü uğurlu sayım bellemişim. Buna rağmen, korkuyorum işte, yapacak bir şey yok. Epeydir, her türden batıl geyiğe sardırmaya da teşneyim. Bu yağışlı ve gıpgri kasvetli güne zaten rüyamda Kadir Topbaş’ı görmüş bir şekilde açmışım. Hoş, rüyada birbirimize girişiyorduk ve ben kendilerini benzetiyordum; dolayısıyla uyandığımda çok da kötü hissetmiyordum.
Nitekim, sabah sabah ayağımdaki Converse’lerin yağmurlu havada paten işlevi görmesi sayesinde, Gümüşsuyu’nun amansız yokuşundan inerken yine bir temiz uçtum ve kıçımın üzerine oturdum. Leş gibi bir trafik sıkışıklığında santim santim ilerleyerek ve cinnet getirmesine ramak kalmış taksi şoförüyle benim rüyayı yorumlayarak (!) 20 dakikalık mesafeyi yine bilmem kaç saatte katettik.
İşe geldim. Çalıştım. Telefon bekledim. Biraz ağladım. Gazeteler, televizyon, ajanslar... Dünyanın ahvaline baktım; fakat benim meselem, manşetim, dostumdan yana iyi bir haber beklemeye dair. Beynimin bir kısmıyla ve yüreğimin tümüyle, kendi derdime daldım. Ve korkudan ıslık çalarcasına, bir dua zikredercesine Behçet Necatigil’in De’sini en içimden okudum, okudum, okudum:
"Uzak kahvelerde olacağım / Anlatırdı geceler ağlayarak uyanırmış / Düş ya da gerçek gördükçe / De ağlamayacağım / ... / Ve yanıma yalnız kitaplar alacağım / Keser kalın yapraklar dıştaki uğultuyu / Sürse bile içte eski çığıltı / Duymaz o ben / De duymayacağım / ... / Dal git yiter gibi kovuklarda dal / İşte düşen bir yıldız parlıyor yerde / Düşebilir eğilse almaya / Bilir ben / De almayacağım..."
Niye bu şiir, onu da bilmiyorum. Saçmasapan bir yazı oldu ya kusura kalmayın. Şu an, iki kelimeyi bir araya getirebiliyor olmama bile hayret ediyorum.
Geçer, geçer, geçer... Geçecek, biliyorum.
Yazının Devamını Oku 11 Haziran 2006
Mefhumların biblosunu yapmak mümkün olsa, alıp şöminenin üzerine seyirlik bir güzellik olarak konulacak ne idealler var; paha biçilmez değerli eser misali: Aşk, özgürlük, sosyal güvence, adalet, demokrasi... Hatta şömine üstü filan kesmez, müzelere yakışır diyeceğim ama onları da araklayıp yerine sahtelerini koyan çıkar diye korkar insan di mi?
Son günlerin harlı konularından biri müze talanları málûm. Harlı dediysek, bakmayın, önümüzdeki haftaya kadar tütmez o harın dumanı; ayrı...
Ya da şöyle bir şey olabilir belki: Bir süre, düzenli aralıklarla "Şu müzeden de şu yürüdü, bu müzeden de bu hüpletildi" haberi gelir ve konu direkt kanıksamaya bağlanır.
Şu geçtiğimiz beş-on günün bilançosu şu: Karun Hazinesi’nin en değerli parçalarından Kanatlı Denizaltı broşu çalındı. Sonra Kahramanmaraş Müzesi’ndeki gümüş sikkelerden 545’inin sahteleriyle değiştirildiğinin anlaşılması üzerine başlatılan soruşturmada, müzede güvenlik kamera sisteminin olmadığı ortaya çıktı. Mevzu anında "Ammmannn, Kaşıkçı Elması orijinal şıklığıyla Topkapı Müzesi’nde durduğu yerde duruyor mu?" endişesine kapılındı. Bakıldı, duruyor... Rahatlandı... Buna da şükür!!!
Ha tabii bir de bu arada, kamuoyu, Muğla Müzesi’ndeki tarihi eserlerin korunması amacıyla yerleştirilmiş güvenlik kameralarının bilgisayar bağlantısı olmadığı için kullanılamadığı konusunda "aydınlatıldı."
Muğla Valisi Temel Koçaklar, haberi doğruladı ve "Güvenlik kameralarının bilgisayar bağlantısı olmadığı doğru. En kısa sürede bilgisayar alacağız" dedi.
Şimdilik CAYDIRICI AMAÇLA olarak kullanıyorlarmış!!!
Bir caydırmış ki brrreh diyorum, anca bu kadar caydırır yani.
O sırada bir bilgisayar parasını denkleştiremeyen Valilik, Belediye, Müze İdaresi, mali kaynaklarını hangi imara açılmış koya kondurulmuş site ya da otele giden yol yapmak için kullanıyordu, o da meçhul yani...
Bu da nedir işte? Memleket hálleri... Hem Kaşıkçı Elması da yerli yerinde duruyor, e bizim ülkede hayat işte böyle fıkra tadındadır değil mi azizim? Işık hızıyla kanıksama kabiliyetini haiziz nasılsa... Eki eki gülelim bari...
Bizzat Cennet’in sınırları dahilinde yer aldığının "kanıtlandığı" topraklarda yaşıyoruz málûm...
Bizde her şey vardır abi...
Aşk, özgürlük, sosyal güvence, adalet, demokrasi...
Gerçi bilgisayar bağlantısı kurulmamış güvenlik kamerası modelidirler; ipler kimin elindeyse gidişatı ona bağlı, kimine göre tehdit sopası kimine göre caydırıcı kuvvet olarak tanımlanabilirler ve akıbetten yana sadece Allah’a emanettirler ama olsun...
DEĞİŞMİYOR
ŞİKÁYET EDİLEMİYOR
ADLİYEYE GİDİLEMİYOR
Meselá illá ki indirim uygulanabilsin diye namus saikini sittin sene TCK’ya eklememeye ahdetmiş canım yurdumda, töre saikiyle cinayetin cezası müebbet hapis olduğundan beri, ola ola ne olduğu iddia ediliyor bilin bakalım?
Van Kadın Derneği’nin raporunun iddiasına göre, ailesi tarafından suçlanan kadın, öldürülmek yerine intihara zorlanıyor. Çünkü töre cinayetinin cezası müebbet hapis ve Batman’ın ardından Van’da da dramatik bir şekilde yükseliş gözlenen kadın intiharı vak’alarında bunun büyük etkisi olduğu düşünülüyor.
776 kadının katıldığı araştırmaya göre kadınların yüzde 42,7’si görücü usulü, yüzde 30,7’si severek, yüzde 18,6’sı isteyerek evlenmiş. 10-15 yaş arası kadın intiharlarında, yani çocuk intiharlarında büyük yükseliş fark edilmiş. Bölgede ensest çok yaygınmış. Verdikleri eğitimlerde ve aldıkları başvurularda kadınların bununla ilgili çaresizliklerine şahit olunmuş: Değişmiyor, şikáyet edilemiyor, adliyeye gidilemiyor...
Vandallıkta çareler tükenmez. Caydırıcı kamera modeli caydırıcı TCK maddesi gözünü korkutan yurdum namus kumkuması, akrabası, hatta olur olur, kendisi tarafından tecavüze uğrayan kızı katledemezse, intihara sürüklüyor.
AKIL GÖZÜYLE GÖREN
İNSANLARLA İÇERDE
MUHABBETİ YEĞLERİM
Şimdilerde eşcinsel olduğu için herhangi bir şekilde hasarlı addedilmeyi ve "yırtmayı" değil vicdani retçi olduğu için askerlik yapmayı reddeden ve bu konuda çilelerden çile beğenen Mehmet Tarhan’ı savunan, isabetli, insani, haklı, harikûláde bir yazı kaleme aldığı için "halkı askerlikten soğutmak" suçundan 3 yıl ceza hapsiyle yargılanan Perihan Mağden ne diyor: "Ben düşüncenin suç olmaktan çıkarıldığı bir ülkede yaşamak istiyorum. Bana açılan ve hiçbir şekilde kastım olmayan bir iddiaya dayandırılan bu dava, yurdumuzda düşüncenin, düşünmenin, vicdani kanaatleri belirtmenin suç olmaktan çıkarılmasına herhangi bir katkıda bulunacaksa bu çileyi de hakikaten sevgi ve sevinçle çekerim."
Belli olmaz, yatar mı yatar... Pınar Selek, iki buçuk yılını içeride geçirdiği sekiz yıllık bir davanın ardından, kılıfına uydurulup "zamanaşımından" beraat etmedi mi? O sırada caydırıcı kameralar, bilgisayara bağlı olmadan öyle tatlı tatlı çalışmıyor muydu?
Valla diyorum ki Mağden, bugün "düşünce suçu"ndan içerigirerse, ben de her Allah’ın günü ona temiz çamaşır ve içiyor mu bilmem, sigara filan götürüp cezaevinin kapısında yatmazsam ya da kapıda arıza çıkarıp kendim de içeri girmezsem, en adi şerefsizim.
Sonunda álem bağlantısız caydırıcı unsur kameralarına kalacaksa, düşünmekten utanmayan ve vicdan ve akıl gözüyle gören insanlarla içerde muhabbet koymayı bin kere yeğlerim.
Yazının Devamını Oku 10 Haziran 2006
İki hafta kadar önce, Dilek’le kalktık, Unifest için Kuruçeşme’deki festival alanına gittik. O saatlerde aynı sıradaki Kuruçeşme Arena’da da bir başka festival organizasyonu var. Bunların yanında o haftasonu bir de Kuruçeşme’nin bilumum sosyete mekánlarının açılışına denk geliyor. Taksi daha semte varmadan, "Ben eğlendim, doydum; hadi eve gidip uyuyalım" moduna girdim. Korkarım biz álemlere akma konusunda erken kalktık, hızlı koştuk, çabuk yorulduk. Ya da düpedüz yaşlandık mirim...
Bu aralar Dilek de benim gibi işten başını kaldıramıyor. Eşekten düşmüş karpuz gibiyiz ya, işin sonunda Skunk Anansie’nin ilk dönemlerinden beri hastası olduğumuz Skin’i izlemek var. Geçen yıl geldiğinde Çeşme’deydim. (Hoş bu sene de alternatifim olsa, orada olmayı yeğleyebilirdim!) Bir kez daha ayağımıza kadar gelmiş fırsatı kaçırmak istemedim. Skin’i bekleyene kadar Athena’yı ve Nil Karaibrahimgil’i de izleme fırsatını elde ettik. Ki bilmem kaçıncı satıra kadar kendilerinin bahsini açmayı becerememiş olabiliriz ama yazının esas konusu Nil ve Tek Taşımı Kendim Aldım albümünün çıkış parçası Pırlanta ile klibi...
PIRLANTA DANSINI ÖĞRENDİNİZ Mİ?
Nil Karaibrahimgil, o gün sahneye elinde bir hulahup ile çıktı. Çevirmeyi denedi, seyirciye becerip beceremediğini sordu. Tabii bir tek bunu yapmadı; aynı zamanda eski hitlerinin yanı sıra tabii ki yepisyeni albümünden şarkılar söyledi, seyircilere yeni albümü nasıl bulduklarını sordu ve anında görüntü izleyicilere "Pırlanta dansı"nı belletti. Evet, hani o parmakları öne doğru sallamaca figürü...
Biz gerçi Dilek’le o sırada, ortamın yastıklı yegáne yerine, konsere ergen çocuklarını getirmiş annelerle birlikte çökmüş, biralayıp tatlı tatlı sohbet ediyor ve bir yandan kendi hálimizle acıyarak dalga geçmecesine haminne edalarıyla gençleri izliyorduk; o ayrı...
FEMİNİZM NEDİR NE DEĞİLDİR?
Nil Karaibrahimgil, şarkılarını kendisi yazan, üstelik sanırım reklamcılıktan gelmesinin de etkisi vardır, son derece kuvvetli slogan sözlerle dinleyicinin diline pelesenk olan başarılı şarkılar yazan biri bildiğiniz gibi.
O gün de sahnede tekrarladığı üzre, "çocuk da yaparım kariyer de", "bütün kızlar toplandık" ve şimdilerin "tek taşımı kendim aldım, tek başıma kendim taktım, girmesinler havaya" sözleri kimileri tarafından bu şekilde algılansa da kesinlikle feminist olmayan, olmaya niyeti de olmayan bir kadın.
Benim tabii buna en ufak bir itirazım olmaz. (Soran oldu sanki!) Yani bence de sözler, daha ziyade Sex and the City modeli bir çağdaş kadını tarif ediyor. Benim lügatıma göre de feminizm böyle bir şey değildir. Olması da gerekmez. Gayet eğlenceli, lolipop tadında pop şarkıları neticede...
Şarkının klibini, Karaibrahimgil’in ilk klibi Extra Large’ı da çekmiş olan, şahsen işlerini takdirle takip ettiğimiz Umur Turagay yönetmiş.
Çıkan iş, Şebnem Ferah’ın Vazgeçtim Dünyadan’ı ile Sezen Aksu’nun Onu Alma Beni Al’ının -ki ikisi de Turagay klipleridir- ortaya karışık versiyonu gibi olmuş.
"Birisi gayet öfkeli, diğeri pek bir neşeli; o ikisinin karışımı nasıl bir şey ola ki?" diye soracaklar için: Tek başına son derece güzel Nil Karaibrahimgil karelerinin yanı sıra kalabalık bir kadro, davullar çalarak saçı başı dağıtıyor. Siyah-beyaz, izlemesi gayet zevkli, son derece estetik bir eğlencelik.
Böyleyken böyle... Yine gayet güzel bir albüm olmuş velhasıl. Konser de iyiydi. Hele Skin, ah o Skin... Şahaneydi.
Yazının Devamını Oku 9 Haziran 2006
Kendimi nostaljiye gark olmuş Tom Miks gibi hissediyorum. İki elde iki altıpatlar hesabı... Şöyle ki Rolling Stone’un Türk edisyonunun ilk sayısının iki ayrı, alternatif kapak altında aynı içeriğe sahip iki nüshası var.
(Birinin kapağı Madonna, birinin kapağı Mor ve Ötesi. Ki, Mor ve Ötesi ile Rolling Stone’un Türk versiyonunun ilk sayısının kapağı birbirlerine yakışmışlar demek ister deli gönül.)
Küçümenliğimden beri dergi manyağı addedilebilecek bir okurum.
Bunun yanında mesleğe dergicilikle başlamış, kendini dergicilikten gelme addeden bir gazeteciyim.
Ve yakın bir tarihte orijinal derginin 1000. sayısını koleksiyonluk bir nüshayla kutlayan, 1967’den beri müzik üzerine yayınların tabiri caizse kutsal kitabı sayılan Rolling Stone’a dair kurulan her cümleyi, iyi müzik dinler gibi huşu içinde dinleyen bir müzikseverim.
Şöyle söyleyeyim, iki gündür, derginin, röportajından resim altına, spotundan reklamına okumadığım tek satırı kalmadı.
Helál olsun diyorum, başka bir şey demiyorum.
Çevirisiyle haber diliyle her biri leziz şekilde kaleme alınmış ve fotoğraflanmış.
İğne oyası gibi işlenmiş.
Ben Levent Kazak imzalı Mazhar Alanson röportajından birkaç soru alıntılayayım, fikir versin. Gerisi meraklısının ilgi ve alákasına kalmış:
- Biraz geçmişe dönelim. Ankaralı’sın. 70’lerin Ankarası’nı biraz anlatsana. Neredeyse iç savaş var, tablo karanlık. Ne yapıyordun?
- Ankara’nın Ankara olduğu dönem biraz daha öncesidir. 70 olaylarına kadar şehirde Amerikalı dolu. Konsolosluklar, yabancılar... Şehirde kozmopolit bir tat vardı. Bunların yaşadığı mahalleleri, kendi kulüpleri vardı. Kültürel hayata getirdikleri bir renklilik çok önemli. Kulüplere giriyordun, aaa, Teddy Boy’lar filan çalıyor. Ben de tabii kapmışım balerinleri, kulüpte zenciler, Çinliler dolu; kimi Vietnam savaşından gelmiş; biz cici çocuk kalıyorduk oralarda. Durum oldukça hipiydi.
- Hiçbir siyasi hareketin içinde oldun mu; sempatizanı olduğun bir fraksiyon falan?
Yok. Uzaktan takıldım. Cebeci Konservatuarı, sanat eğitimi filan beni nispeten bu işlerden uzaklaştırdı. ODTÜ’de filan olsaydım muhtemelen olayların ön saflarında çarpışıyor olacaktım.
- Hangi tarafta?
Sol olacaktı herhálde. Çünkü solun sanatı vardı; sağda yoktu. Tabii o dönem olaylardan ne kadar uzak kaldım desem de içindesin. Evde sürekli huzursuzsun, birileri kaçıyor, bombalar patlıyor, şehirde kolera salgını var, okul girişlerinde adam vuruluyor, saçlar kesiliyor. 35 yıldır bir tek kolera düzelmiş. Okul girişleri aynı.
- Oyunculuk yapıyorsun ama konservatuarda oyunculuk eğitimi aldığın pek bilinmiyor.
Şimdi, ben önce aktörüm. Onun eğitimini gördüm. Devlet tiyatrolarında çalışmışlığım da var; oralardan çok şey öğrendim.
- Tiyatro sahnesini bıraktın mı?
Neden bıraktım biliyor musun? Çok saygı duyulan bir aktör oldum diyelim. Kerli ferli, hayatı çözmüş. Aaa bi’ bakıyorsun hálá seyircilerin önünde tepiniyor, yuvarlanıyorsun!
- Bu mudur yani?
Değildir tabii, şaka! Aslına bakarsan tiyatroyu hiç bırakmadım. Ben kendimi sanki bir müzisyen rolü oynuyormuşum gibi hissediyorum. Sahne her zaman sahnedir. Tiyatro bana rahatlık getirdi.
Yazının Devamını Oku 8 Haziran 2006
Herhalde, bir tek bizim kuşağa özgü bir şey olmasa gerek; kendini bu denli haksızlığa uğramış hissetmek. Elbette her neslin muhtelif ağlak konuları vardır. Elbette her kuşak kendi kuşağının kayıp kuşak olduğunu iddia eder. Öyle hisseder... Fakat hani benim kuşağım diye demiyorum ama hakikaten kargadan başka kuş, bizim kuşak gibi ve kadar kayıp bir kuşak tanımıyorum.
Şu anda elimde, Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyeleri Doç. Dr. Meltem Ahıska ile Yard. Doç. Dr. Zafer Yenal’ın küratörlüğünde, Osmanlı Bankası Müzesi’nde 17 Eylül’e kadar sergilenecek olan Aradığınız Kişiye Ulaşılamıyor: Türkiye’de Hayat Tarzı Temsilleri, 1980-2005 sergisinin kitabı var.
Hızlı akan tarihi şöyle bir karıştırıyorum ve oturup hüngür şakır ağlamak istiyorum. Bir yandan da histerik kahkahalar tabii...
80 ertesinin sonradan görme, "türedi gitti zenginleri"nin, bir mefhum olarak içi fena hálde boşalmış "hayat tarz"larını, parayı basıp monarşik unvan edinircesine edinerek ortamı nasıl bir rüküşlüğe gark ettiğini büyük bir resim olarak önünüze koyuyor sergi ve kitap.
Aerobik manyaklığından light ürünlere ve televizyondaki kilo verme yarışmalarına, taşfırınından metroseksüel erkek modellerine, dönem dönem moda olan ruhsal hastalıklardan her dem taze bir "trend" olarak depresyona, kredi kartlarına yüklenip tüketim bağımlılığına, sayısaldan lotoya "ya çıkarsa" piyangolarına, lahmacun-viski muhabbetinden fast food’culara, muzır yasasından 900’lü hatlara, uyarıcılardan "erkek dergilerine", yani tabii ki cinselliğe...
Sevişme hállerimizden eğlence biçimlerimize, beslenme alışkanlıklarımızdan küfürbaz Meclis’imize...
Bir haber kupürü, borçları yüzünden icraya verilen ve eşyalarına el konulan "Her şeyimi alın ama can yoldaşım televizyonumu bana bırakın" diye feryat figan ağlayan kadının fotoğrafına yer veriyor.
Yanında Betamax video kasetlerinin fotoğrafı. Ya hakikaten bir de video manyağı olduğumuz, İbrahim Tatlıses’li ve kırpık saçlı Hülya Avşar filmli bir dönem vardı...
Diyorum ki en kayıp kuşak biziz; Tonton kuşağı...
Kitapta Türkiye’nin "büyük resmini" görüyorsunuz.
Gülseniz mi ağlasanız mı bilemiyorsunuz...
Yazının Devamını Oku 4 Haziran 2006
Geçmişin güzelliğine dair söylenenler mitten ibarettir. Zira, üzerinden çok zaman geçmiştir. Gönül elbette, acımasız "şu an" gibi canını yakmaktan aciz olduğu için, geçmiş günleri pek sever. Muhabbetle anar... Hele ki gelecek üzerine kafa yormayı reddeden, ekmeğini geçmişinden yiyen, öngörü ve hatta içgörü fukarası bir toplum için, zooor...
E n’apacaksın? Geçmişe bakacaksın ve bütün yenilgilerini görmezden gelip, üzerine yalandan birkaç kat illüzyon cilası çekip onu illá ki bugünden hayırlı anacaksın.
Herhálde özellikle ekşiyerek yaşlananların azgın "nostalji" merakı da bu sebeptendir.
Çok zaman maalesef diyesim gelir, 34 yıllık hayatım boyunca hoyrat mı hoyrat kullandığım bedenimde, şimdilerde biraz becerebilsem de dumura uğratmakta en zorlandığım tarafım olan belleğim, sahip olduğum en kuvvetli şeylerimden biridir.
Özellikle uzun vadeli hafızam, bayağı bir kuvvetlidir. Buna rağmen zihnim, geçmiş zamanın kimi bölümlerinin nasıl zift karası bir can sıkıntısından mustarip olduğunu mıh gibi bildiği hálde, "Aman canım, yine de iyiydi, hoştu" şeklinde, gayet utanmaz bir kandırıkçı tavırla anabiliyor o günleri.
Zaman en derin yaraya bile merhem olur derken, bundan bahsediliyor olsa gerek... An dediğiniz, şimdiden uzaksa, cennete direk...
GENÇLİK UZUN ZAMAN ALIR
Perşembe akşamı, NTV’de başlayan, Beyazıt Öztürk’ün, Kadir Çöpdemir ile birlikte ev sahipliğini yaptığı Biri Bana Anlatsın’ın ilk bölümünün konusu, memleketi Cumhuriyet’in 100. yılına, yani 2023’e taşıyacak gençlerden umut var mıdır yok mudur sorusuydu.
Programa telefonla bağlanan Nilgün Belgün ve stüdyo konuklarından Çelik’in (Erişçi) eline hamaset sazını aldığı bölümler haricinde, eğlenceli bir seyirlikti.
Hele ki bir "ilk" program için (Dergilerin ilk nüshalarının ve programların ilk bölümlerinin nasıl meşakkatli ve talihi kendinden menkul bir şey olduğunu, sektör azaları bilir.) son derece başarılı bir işti.
Program formatına göre, akşamın bir sorusu oluyor. Bir araştırma şirketi, masaya yatırılan konu hakkındaki kamuoyu kanaatinin program boyunca nabzını tutuyor. Sonuçta kanaatin değişip değişmediğine bakılıyor.
Perşembe akşamı, programın başında yüzde 55’e yakın bir bölüm gençliğe inanmıyor, 35’e yakını inanıyordu; yüzde 11 de bilemiyordu, muallaktaydı.
Program bittiğinde, sonuçlar tam tersine dönmüştü. Yüzde 55’e yakını, "E, fena değil, umut var" diyor, yüzde 35’e yakını "Bu gençlerden bir bok olmaz" diye düşünüyordu. Yüzde 11’lik "Ben bilmem beyim/amirim/aman ne bileyim illa ki birileri bilir" insanının durumu bakiydi.
Konuklar, Marmara İletişim’de "okur da okumaz"ken dersine girdiğim yegáne hoca olan, sosyoloji ve iletişim dendi mi hocaların hocası olarak tanınan, ne zaman görsem zihnime Picasso’nun "It takes a long time to become young / Gençlik uzun zaman alır" lafını düşüren Ünsal Oskay, Hırsız Polis dizisinde Jilet’i canlandıran ve "Biz gençken niye böyle kanallar yoktu?" diye sordurtan S’nek kanalında muhtelif programlar sunan Dağhan Külegeç, şarkıcı ve büyük Türk düşünürü Çelik, neci olduğu bilinmez ve büyük Türk düşünmese keşkesi ama pardon, aaa, doğru ya, zaten düşünmüyordu di misi Helin Avşar, daha önce Okan Bayülgen’in Herkes Bunu Konuşuyor’unda da izlediğimiz ve o zaman da içimize baygınlık getirten "büyüyünce ideal Türk siyasetçisi olacak teyzesi/amcası" modeli çocuk Ata Yiğit Yıldırım ve dehanın sevimsiz olması gerekmediğinin ayaklı kanıtı olan bir diğer genç insan Eren Yanık’tı. (86 doğumlu, Princeton’dan erken kabullü; yayınlanmış, Türk eğitim sistemini eleştiren Sınavcı adlı bir kitabı ve Akvaryum adlı bir ikinci kitabı bulunan bir arkadaş. Lahey’de Model Birleşmiş Milletler konferansına katılmalar, Avrupa Gençlik Parlamentosu’na seçilmeler, Kıbrıs Komisyonu’nda görev almalar, UNICEF toplantısına giden delegasyonda yer almalar... Ve bunu son derece iki ayağı yere basar bir vakar içinde yapmalar...)
BEĞENMİYORSAK, DÜKKANI KAPATIP GİTMEMİZ LAZIM
Programın konuğu genç arkadaşlara selam peşrevinin ertesinde soruldu: Sen kendi çevreni nasıl buluyorsun? Gençlikten umut var mı?
Her yanıtını ıslıkla ve hayranlıkla dinlediğimiz Dağhan Külegeç şöyle dedi: "E genciz neticede; beğenmiyorsak dükkánı kapatıp gitmemiz lázım di mi?! Ayrıca genç nedir, kimdir? Bu ülkenin en yaşlı adamına göre, Ünsal Oskay da genç? Sen kendinden umutlu musun sorusuna geliyor konu. Ben gençliği beğeniyorum da aileleri ve iş yerlerinin tutumunu beğenmiyorum."
Saygıyla şapkamı çıkarıyorum, başka bir şey demiyorum. Öyle ya, adam yerine koyma, konuşma ve fikrini ifade hakkı tanıma, maaş verme, saygı duyma, aşşşağıla baba aşağıla, sonra da: N’olacak bu gençliğin háli?
Sen git de kendi yaşının kıçını topla diye yanıtlayası gelir her gencin háliyle.
Böyle bir sistemde ölmelere yatmıyorlar ya yatın kalkın o pişkin "olgunluğunuzla" dua edin.
Bana sorarsanız, Dağhan’ın dediği gibi, programın sonucu, günü kurtaran, geçiştirmeye yönelik bir sonuç olabilir. Yani, bu durum gençliğin sıkışıp kaldığı durumda hiçbir şeyi değiştirmeyebilir.
Yine de o sonucun değişmiş olması, nafile değildir. Zira Dağhan Külegeç ve Eren Yanık, taş gibi cümleler kurdular.
GİTMELER BİLMEYENLER SİZİ KİM BEĞENSİN
Şahsen, bin yaşında ve şimdiki gençlerde hayat yok imanında, buna rağmen akli melekelerimi tamamen yitirmemiş bir ekşimiş kocakarı olsaydım, fikrim değişebilirdi.
Nedir yani? Her şeye rağmen çocuklar bu háldeyseler, nihilizme düşmemişlerse, tırmalıyorlarsa, seçilme yaşının 25 olmasının tartışıldığı bir toplumda (YUH!) var olmaya çalışıyorlarsa; burun kıvırmak herhálde bin yaşında hálá inatla koltuğuna yapışan birtakım kifayetsiz muhterislere düşmemelidir, değil mi?
Siz; tepemizdeki gitmeler ve vakarla, bilgelikle durmasını, durup dinlenmenin tadını çıkartmayı bilmeyen, gençken de üretkenliği kendinden menkul hırs kumkumaları; bilgeliğin sokağına bile uğramamışlar; sizi kim beğensin be abi?
Kadir Çöpdemir, o şahane çelebi üslubuyla dedi ki: "Gerçi bulsam, kil der atarım, anlamam ama 2000 yıl önceden kalma kil tablette de aynı şey yazıyormuş: Gençlikten hayır yok."
Hakikaten ne leş bir söylem.
Buna rağmen, şimdiki gençliği beğenmeyen büyüklerimize de müjdeli bir haberimiz var. Bakınız Ata isimli genç arkadaşımız gibileri de var. O ne diyor? Katur kutur salak saçma bir siyasi söylem ezberi okuyor. Hiçbir halt demiyor. Ama nedir? Zikredercesine, tüm siyasi klişeleri, maşallah, bir solukta dile getirebiliyor. Hatta "Özel hayata girmeyelim lütfen" gibilerinden bir ton bile tutturabiliyor. Büyüyünce partilerarası sörf hayatında kendisine başarılar diliyoruz. Büyüyünce başbakan olacak çocuk maşallah.
Şimdi düşününce korktum da gerçi. Gençlikten umut varmış esasında diye sonuç yüzdelerinin oranını değiştirenler, Ata’nın ileriki partizanları olabilir mi acaba? Hangi parti olduğu önemli değil. Hamaset ve o bildik ezber olsun da...
Yazının Devamını Oku