YENİ biriyle tanışıp sohbet ilerlediğinde, “Nerelisin?” ilk sorulan sorular arasında yer alır. Karşımızdakinin memleketine göre o kişiyle ilgili tahminde bulunmaya çalışırız. Daha önce aynı memleketten olan bir tanıdığımız varsa ve o kişiyle sorun yaşamışsak, hemen onu dikkat edilecek insanlar listesine ekleriz. Ya da çok sevdiğimiz bir dostumuzun hemşerisiyse daha dikkatli ve dinlemeye açık şekilde iletişimimizi sürdürürüz. Eski deneyimlerimiz bizleri yeni karşılaştığımız kişi ya da olay karşısında “fikir sahibi” yapar, çok ileri boyuta vardırdığımızda ise önyargı haline gelir.
PEŞİN KARAR
Önyargı, bir kişi ya da olaya ilişkin yeterli bir bilgi edinmeden, önceden, peşin bir karara varmış olma durumudur. Önyargılar genellikle olumsuzdur ve ayrımcılığına neden olur. Oluşturduğumuz önyargılar dışında, başkalarının davranışlarına anlamlar yükleriz. Patronumuzun “Günaydın” dememesi ya da arkadaşımızın tasvip etmediğimiz bir kelime kullanması, komşumuzun sürekli aynı şeyi yapması anlam yüklemek için yeterli olur. İlk akla gelen bunların bize karşı yapıldığı düşüncesidir ve bu nedenle kızgınlığa sebep olur. Kızgınlık da karşımızdakine karşı davranışlarımızı ve duygularımızı belirler.
Sözlükte “kuşkulanmak, kesin bilgiye ulaşmak, itham etmek” anlamlarındaki zan da hem “yakinin zıddı, kuşku, kesinleşmemiş kanaat” hem de “ilim, düşünüp taşınarak ulaşılan kesin bilgi” anlamına gelir. Râgıb el-İsfahânî zannı “bir emareden hasıl olan kanaat” şeklinde tanımladıktan sonra emarenin güçlü olmasının son noktada ilme götüreceğini, zayıf olmasının ise vehim sınırını aşamayacağını belirtir.
20 AYETTE VAR
Kuran-ı Kerim’de yirmi kadar ayette zan, elliye yakın yerde de türevleri geçmektedir. Bu ayetlerin çoğunda zan “vehim, kuruntu”, bazılarında “bilgi, yakinen bilme, inanma”, bazılarında ise “kesin olmayan kanaat, kuşku, tahmin, beklenti” manalarını içerir. Mesela, “Allah’a kavuşacaklarını zannedenler derler ki...” (Bakara 2/249) ayetinde zan kelimesi müfessirlere göre “yakin” anlamında kullanılmıştır. Dolayısıyla ayetin manası, “Allah’a kavuşacaklarını bilenler ve bundan şüphesi olmayanlar derler ki...” (Zemahşerî, I, 476) şeklindedir. Bazı hadislerde zannın isabet ve hata ihtimali taşıdığı ifade edilirken bazılarında zandan kaçınmanın öğütlenmesi zannın sözü edilen iki anlamı bakımından değerlendirilmiştir. “Kulum benim hakkımda nasıl bir zan sahibi ise ben öyleyim” anlamındaki kutsi hadiste (Buhârî, “Tevḥîd”, 15) zan kelimesinin yakin anlamında olduğu belirtilmektedir. “Zandan kaçının, çünkü zan sözün en yalanıdır” hadisinde geçen (Buhârî, “Ferâʾiż”, 1) zan ile “şek” ve suizan kastedilmektedir.
SAĞLIĞA ZARARLI
Zan çoğu kez delilsiz, temelsiz bir tahminden ibarettir. Düşündüklerimiz kimi zaman gerçek olabilse de çoğu zaman konunun aslıyla ilgisi olmayan bir önyargıdan başka bir şey değildir. Zan, kalbin tereddütle ve şüpheyle meşgul olmasıdır. İyimser olunmadığında önyargıya neden olan, daha ileri boyutlarıyla kalpteki hastalıkları tetikleyen bir kuruntudur. Bu yüzden Allah Rasulu (sav) zannın yol açabileceği zararlara karşı insanları şöyle uyarmaktadır: “Zandan sakının. Çünkü zan, yalanın ta kendisidir. Birbirinizin konuştuğuna kulak kabartmayın, birbirinizin özel hallerini araştırmayın, birbirinizle üstünlük yarışı içine girmeyin, birbirinize haset etmeyin, birbirinize kin beslemeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları! Kardeş olun!” (Buhârî, Edeb, 57) Peygamber Efendimiz’in (sav) uyarılarına baktığımızda, bugün sosyal medyanın zannın en çok yaygın olduğu mecra olduğunu görüyoruz. Suizan insanların algılarını etkilemek, onlara yön vermek için sosyal medyada kullanılan en büyük propaganda aracıdır.
ÖNCE internette “surf” kavramıyla tanıştık, ardından Facebook hayatımıza girdi. Twitter, Instagram, Snapchat derken pek çok sosyal medya uygulaması kullanır hale geldik. Sosyal medya hayatımızda hiç küçümsenemeyecek seviyede önemli bir yer kaplamaya başladı. Öyle ki sokakta yürürken ya da yemek masasındayken bile elimizdeki telefonlarla ve sanal âlemle meşgul olmaktan etrafımızın farkına varmıyoruz.
HEM FAYDALI HEM TEHLİKELİ
İslam, insanların kendisiyle ve birbiriyle ilişkilerini düzenleme gayesi taşıyan bir din demiştik. Bu anlamda, aile hayatından arkadaşlık ilişkilerine, siyasetten ekonomiye, ticaretten tatile kadar pek çok alanın İslam’ın esaslarından uzak olması düşünülemez. Gerçek hayatta gerçek kişilerle olduğu kadar, sanal âlemdeki tutum ve davranışlarımızda da Müslümanca bir tavır takınmalıyız. Müslümanlar için “ahlaklı ve takvalı” olma sorumluluğu “gerçek-sanal” ayrımını kabul etmez. Kendini Müslüman olarak tanımlayan herkes, internette/sosyal medyada da güzel ahlak timsali olmalı, diğer insanlara bu yönde öncülük etmelidir.
İnternet/sosyal medya bilgiye hızlı ulaşma, haberleşme, kitlelere ulaşma gibi iletişim kolaylıklarını hizmetimize sunması açısından faydalı olsa da içinde pek çok tehlike de barındırıyor.
‘PAYLAŞ’TAN ÖNCE DUR DÜŞÜN
Rabbimiz Kuran-ı Kerim’de “Ey iman edenler! Size bir fasık bir haber getirirse, bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için o haberin doğruluğunu araştırın” buyuruyor. (Hucurât, 49/ 6) İnternet bir bilgi yığını, aradığımız her şeyi bulabilir hale geldik. Peki bu bilgilerin doğruluğu ve güvenirliği konusunda ne kadar hassasız? Algı yönetimi ve manipülasyon için en etkili mecralardan biri olan sosyal medyada okuduğumuz ya da izlediğimiz haberleri “paylaş” tuşuna basmadan önce durup düşünüyor muyuz? Ya bize o bilgiyi bir fasık getirdiyse? Yakın geçmişimizde ülkemizin de içinden geçtiği pek çok toplumsal olayda sosyal medya üzerinden kitlelerin nasıl yönlendirilebildiğine şahitlik ettik hepimiz. Ya da yalan bir haberin nasıl saniyeler içinde yüz binlerce insana ulaştığını da tecrübe ediyoruz her gün. İnternette ve sosyal medyada paylaşılan bilgilerin kaynağını ve doğruluğunu araştırmak Müslüman olarak hepimizin dikkat etmesi gereken bir husus.
‘MAHREMİYET’İ KAYBEDER OLDUK
Sosyal medya hayatımıza girdiğinden beri “mahremiyet” kavramını da kaybeder olduk. Her şeyimizi, hayatımızın her anını sosyal medyada, tanıdık tanımadık herkesle paylaşır hale geldik. Paylaşmadan duramıyoruz, bağımlı hale geldik. Herkes ailesiyle, dostlarıyla, iş arkadaşlarıyla çekilen özel fotoğraflarını sosyal medya aracılığıyla kelimenin tam anlamıyla “tüm dünyayla” paylaşabiliyor. Kim, nerede, ne zaman, kiminle ne yapmış sosyal medyadan öğrenebiliyoruz. Yediklerimizi bile önce sosyal medyaya koyuyoruz. Yediğimiz içtiğimiz bir şeyi anlatırken “Ayıptır söylemesi, dün bir yemek yaptık” diye başladığımız cümlelerin yerini sofranın fotoğrafını çekip sosyal medyaya yükleme telaşı aldı.
Hz. Âdem’i yaratıp ona eşyayı isimlendirme yeteneğini veren ve eşyanın isimlerini öğreten Allah, bütün meleklerden de onun huzurunda saygıyla eğilmelerini ve insanın üstünlüğünü kabul etmelerini istemiştir. Başka hiçbir varlığa verilmeyen sadece insana bahşedilen “irade”yle Hz. Âdem iyilikleri ve kötülükleri yapma potansiyeli ve gücüyle donatılmış ve imtihana tabi tutulmuştur. Meleklerin iradeleri yoktur, bu nedenle imtihan da edilmezler. İnsansa iradesini kullanarak meleklerden daha üst mertebeye çıkabilme potansiyeline sahiptir. Bütün Melekler, Hz. Âdem’e saygı gösterip secde edince, İblis Allah’ın emrine karşı çıkarak secde etmemiştir. Allah büyüklenen, günahında ısrar eden, kendisini kendine yeterli gören şeytanın bile savunmasını almış, “Emrettiğim şeyi yapmaktan seni alıkoyan nedir?” diye sormuştur. “Ben saygı göstermemi istediğin varlıktan daha üstünüm, beni ateşten, onu çamurdan yarattın” diye cevap veren İblis’e göre, ateş topraktan daha üstün olduğu için Âdem’in önünde eğilmesi gerekmez. Allah “Mademki sen büyüklendin ve kâfirlerden oldun, huzurumdan çık” diye şeytanı kovmuştur. Kibri yüzünden makamından ve konumundan olan Şeytan hatayı kendisinde bulmayıp, Allah’ı suçlamaya başlamış ve “Madem sen beni saptırdın, ben de senin doğru yolun üzerinde oturup Âdemoğlunu sana kul olmaktan alıkoyacağım” diye yemin etmiştir. Allah’tan yeniden dirilme gününe kadar müsaade alarak, Hz. Âdem’i de yolundan çevirmeye and içen şeytana bile söz verilmesi, bize savunma hakkının kutsallığını öğretmektedir.
BÜYÜK BİR PİŞMANLIK
Hz. Âdem ve eşi için cennette her şey serbest olmasına rağmen, Allah sadece bir ağaca yaklaşmalarını yasaklamış ve “Şeytan sizin apaçık düşmanınız” diye onları uyarmıştı. Şeytan huzurdan kovulmasının sebebi olarak gördüğü Âdem ve eşine yaklaşmış, “Hiç düşündünüz mü, cennette her şey serbestken bu ağaca yaklaşmak neden yasak?” diye sormuştu. Rablerinin apaçık uyarısına rağmen Âdem ve eşi, “Allah sizin cennette ebedi kalmanızı istemiyor, oysa ağaca yaklaşır ve meyvesinden yerseniz hep cennette kalırsınız” diye vesvese veren İblis’e ebedilik vaadiyle aldanmıştır. Allah, onların günah sonrası durumunu şöyle nitelendirir: “Âdem, Rabbine isyan etti.”
Onlar pişman olmuş ve hatalarını kabul ederek “Rabbimiz, biz kendimize zulmettik. Bizi affetmez ve bağışlamazsan, biz kaybedenlerden oluruz” diye niyazda bulunmuşlardır. Âdem’de ne bir bahane bulma ne de suçu üzerinden atmaya çalışma vardır. Onun en büyük derdi sadece büyük bir pişmanlık ve boyun eğmedir...
Şeytan, zaten huzurda olduğu için ne Allah’ı, yeniden dirilme gününe kadar mühlet istediğine göre ne de ahireti inkâr etmişti. Aynı zamanda Peygamberlere de iman ediyordu. İmanın şartlarından hiçbirini inkâr etmeyen İblis’i kâfir olmaya iten şey neydi acaba? Şeytan Allah’ın sadece bir emrini beğenmemiş, hakkı olmadığı halde büyüklenerek kâfir olmuştur. Şeytan da Âdem de günah işlemesine rağmen işlediği günahlar karşısında takındığı tavırlar farklı olduğu için, akıbetleri de farklı olmuştur. Bu olaydan şu sonucu çıkarabiliriz. İnsan beşerdir, şaşar, günaha girer. Gaflet ve cehaletinden ötürü günah işlediğini kabul ederse, affedileceği umulur. İnsan “Bu çağda böyle bir emir, ibadet mi olur, neden günah olsun ki” tarzında bir büyüklenmeye girerse, küfre kadar gidebilecek bir yola girer. İki günah, iki savunma ve iki tepki. İblis büyüklendi, kovulanlardan oldu, Âdem hatasını kabul etti, peygamberlikle şereflendi.
SENDEN BAŞKA KAPI BİLMİYORUM
Cennetten çıkarılıp yeryüzüne indirilen Hz. Âdem ve eşi günahlarından dolayı gözyaşlarına boğulmuş ve şöyle yalvarmıştır: “‘Ya Rabbi sana nasıl yalvaralım, bize tevbeyi öğret!’ Derken Âdem Rabbinden tevbeye götürücü sözler belleyip alarak O’na yalvarmış, Allah da onun tevbesini kabul etmiştir. Çünkü tevbeyi çokça kabul eden ve kullarına çokça acıyan O’dur.” (Bakara, 2/37).
Abdest de Hz. Âdem’in tevbesidir. “Ey Âdem, harama yürüdüğün ayaklarını topuklarınla beraber yıka. Yasak ağaca/harama uzanan elini, dirseğinle beraber yıka. Harama baktığın yüzünü yıka, yediğin ağzını, kokladığını burnunu yıka.” İlk abdesti alan Hz. Âdem’dir. Her abdest bir tevbedir aslında. Her abdestle dökülen maddi kirler değil, günah kirleridir. Yasin Suresi’ni hatırlayalım: “O gün insanların ağızlarını mühürleriz, ellerini konuştururuz, ayakları kazandıklarına şahitlik eder.” Bu yönüyle abdest sadece namazın ön şartı değil, aynı zamanda kıyamet günü elimizin, ayağımızın aleyhimize şahitliğine karşı bize verilmiş bir nimettir.
HZ. Peygamber’den (sav) rivayet edilen “Sizlere gençlere önem vermenizi tavsiye ederim. Çünkü onların kalbi daha temiz ve gelişime açıktır. Allah beni doğrulukla ve müsamahayla gönderdi. Bana ilk önce gençler iman etti, destek oldu” sözü İslam’ın benimsenmesinde ve yükselmesinde gençlerin etkisini ortaya koyması açısından çok önemlidir. Peygamberimizin en büyük destekçileri Mekke ve Medineli gençler olmuş, ihtiyarların birçoğu ise ona karşı çıkmış ve davasını yok etmeye çalışmıştır.
YAKINLARINDAN BAŞLAYARAK İNSANLARI UYAR!
Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Osman, Hz. Musab b. Umeyr, Hz. Cafer gibi pek çok sahabenin ismi geçtiğinde manevi ağırlıklarından veya onlara atfettiğimiz değer dolayısıyla olsa gerek, birçoğumuz genelde onları yaşını başını almış, camiden eve, evden camiye giden, toplumsal olayların dışında yaşayan insanlar olarak canlandırırız. Oysa Müslüman olduklarında Ali bin Ebu Talib 10, Mus’ab bin Umeyr 25, Osman bin Affan 25, Ömer bin Hattab 35, Zeyd bin Harise 15, Abdullah bin Ömer 10, Abdullah bin Mesud 16, Zübeyr bin Avvam 16, Sad bin Ebi Vakkas 17, Cabir bin Abdullah 15, Zeyd bin Sabit ise 11 yaşındaydı. Gelin bu sahabilerden birkaçının hayatına yakından bakalım.
Peygamberimiz, amcası Ebu Talib’in oğlu Ali’yi kendisini büyüten amcasına karşı vefa borcunu ödeyerek onun geçim yükünü hafifletmek için 5 yaşındayken yanına almıştı. Hz. Ali, vahyin inişinden sonra 10 yaşlarındayken Peygamberimiz ile Hz. Hatice’yi namaz kılarken görünce etkilenmiş ve bunu neden yaptıklarını sormuştu. Peygamber Efendimiz ona İslam’ı anlatmış, onu da kendilerine katılmaya davet etmişti. Hemen cevap vermek istemeyen Ali, “Babama sorayım, ondan alacağım cevaba göre kararımı sana bildiririm” demişti. Sabah olunca Allah Rasulü’ne (sav) gelen Ali, Müslüman olmak istediğini bildirince Hz. Peygamber (sav) amcasına danışıp danışmadığını merak ederek “Baban ne dedi” diye sordu. Hz. Ali, 10 yaşındaki bir çocuktan beklenmeyecek güzellikte bir cevap verdi: “Allah beni yaratırken Ebu Talib’e mi sordu ki ben Müslüman olurken ona sorayım.” Hz. Peygamber (sav), “Yakınlarından başlayarak insanları uyar!” (Hicr, 94) ayeti inince Safa Tepesi’ne çıkarak Kureyş’in ileri gelenlerine Peygamberliğini açıkladı ve en yakın akrabalarının da içerisinde bulunduğu topluluğa “İçinizde bugün bana iman edip davamda destek olacak kimse var mı” diye sordu. O gün hiç kimse “Ben sana iman ederim” demedi. O sırada, elindeki kapla akrabalarına su dağıtan Hz. Ali elini kaldırdı, “Ben ya Rasulallah, yaşadığım sürece ben sana destek olacağım” dedi. Hz. Ali, o gün 12 yaşındaydı. Küçük el, büyük elle birleşti ve o günden sonra Hz. Ali, Peygamber Efendimizin en büyük destekçilerinden birisi oldu.
O BİZİ BİR OLAN ALLAH’A İNANMAYA ÇAĞIRDI
Hz. Peygamber’in diğer bir amcaoğlu Hz. Câfer (ra), Mekke’de zulüm ve işkencelerin artması üzerine Habeşistan’a hicret etmek zorunda kalmıştı. Muhtemelen Allah Rasulü (sav), bu hicretle hem Müslümanları güvence altına almayı hem de İslam’ın dış dünyada duyulmasını amaçlamıştı. Habeşistan’da Müslümanların rahat ve huzur içinde inançlarını yerine getirmelerine bile tahammül edemeyen müşrikler, Habeş Kralı Necaşi’ye heyet gönderip bu yeni dine inanan gençleri memleketinden çıkarmasını istemişlerdi. Necaşi’nin eski dostları olmasına rağmen Kureyş diplomatlarına memleketine sığınan Müslümanları dinlemeden karar veremeyeceğini söylemesi üzerine, Hz. Cafer (ra), Mekke’nin en önemli diplomatlarının ve bir Kral’ın önünde, üstelik kendini anlatabilecek çok az zamanı olmasına rağmen önce imanından aldığı güç, sonra Hz. Peygamber’in (sav) onlara aşıladığı özgüvenle toplam beş dakikayı geçmeyen ve kralı kendi taraflarına döndürecek çok etkili bir konuşma yapmış ve şöyle demişti:
“Ey hükümdar! Biz cahiliye zihniyetine sahip bir kavimdik. Ağaçtan ve taştan yapılmış putlara tapar, kendiliğinden ölmüş hayvanların etlerini yer, kız çocuklarını diri diri toprağa gömer, insanlık dışı bütün kötülükleri yapardık. Akrabalarımızla ilgilenmez, komşu hakkı tanımazdık. Kuvvetli olanlarımız zayıflarımızı ezer, zenginlerimiz fakirlerin sırtından geçinirdi. Hak hukuk nedir bilinmezdi. Biz bu halde iken Allah celle, bizim içimizden asil soylu, doğru, güvenilir, iffetli olarak bildiğimiz birini peygamber olarak gönderdi. O bizi bir olan Allah’a inanmaya ve yalnızca O’na ibadet etmeye çağırdı. Atalarımızdan miras kalan putlara tapmaktan bizleri kurtardı. Doğru söylemeyi, emanete riayet etmeyi, akrabalarla iyi geçinmeyi, komşuları gözetmeyi emretti. Bütün kötülük ve günahları, kan dökmeyi, yalancı şahitlik yapmayı, yetim malı yemeyi ve namuslu kadınlara iftira etmeyi ise yasakladı. Biz de onu doğruladık ve ona iman ettik. Allah’tan ona gelenlere tabi olduk. Sadece Allah’a ibadet ederek O’na hiç bir şeyi ortak koşmadık. Onun haram kıldıklarını haram, helal kıldıklarını ise helal bildik. Halkımız bu sebeple bize düşman oldu, bize zulmettiler. Allah’ı bırakıp eskisi gibi putlara tapmamız ve önceden yaptığımız kötülükleri yeniden işlememiz için bize işkence ettiler. Hayat bizim için çekilmez bir hale geldi, dinimizi yaşayamaz olduk. Baskı ve zulümler dayanılmaz bir noktaya geldiğinde senin ülkene sığındık. Seni başkalarına tercih ettik. Senin himaye ve komşuluğuna can attık. Ey hükümdar, biz senin yurdunda hiçbir kötülüğe maruz kalmayacağımızı ümit ediyoruz.” Meryem suresinin ilk 4 ayetini de okuyan Hz. Cafer’in sözü bitince Necaşi, Kureyşlilere döndü: “Kalkıp gidiniz. Ben bunları size asla teslim etmem” dedi.
HZ. Peygamber (sav) gençleri önemsemiş, en yakınında bulundurmuş, sürekli ilim öğrenmeye teşvik etmiş, vahiy kâtipliğinden ordu komutanlığına kadar kritik pek çok noktada görevlendirmiştir. Allah Rasulu (sav), vahiyle büyük bir değişim ve dönüşüm yaşayan toplumun kazandığı hasletleri koruyabilmesi için gençlerin enerjisinden faydalanmıştır. Gençler tarihin her döneminde toplumsal değişim ve dinamizmin itici gücü olmuştur. İslam dini de gençliği, atalarının diniyle övünen putperest toplumda değişim ve ıslahatın dinamosu olarak görmüştür. Genç Müslümanlar da Hz. Peygamber’i sevmiş, ona tabi olmuş ve küçük yaşlardan itibaren öğrendiklerini gelecek nesillere aktarmak için olağanüstü gayret göstermişlerdir. Onun gençlerle arasında ihdas ettiği samimi iletişim, daha sonraki nesillere örnek teşkil etmiştir.
EĞİTİME ÖZEN
Hz. Peygamber’in yakınındaki insanların önemli bir kesimi genç idi. Hatta etrafı gençler tarafından kuşatılmıştı. Bu da onunla gençler arasında güçlü bir bağ oluşturuyordu. Allah’ın son elçisi de gençlerin eğitimine aynı özeni göstermiş, onlarla ayrı ayrı ilgilenmiş, mescidinin yanı başındaki Suffe’de nice gence dinini öğretmiş ve onları birer İslam elçisi olarak yetiştirmiştir. Rasulullah (sav), görevlendirmelerde gençleri göz etmiş, toplumu bilgilendirmek ve İslam’ın öğretilerini insanlara öğretmek için onlardan yardım almıştır.
ONLARLA KOL KOLA
Hz. Peygamber (sav) gençlerle güven, sevgi, saygı ve samimiyete dayalı bir iletişimi esas alarak onların kendilerini gerçekleştirmelerine vesile olmuştur. Nitekim henüz 20 yaşında iken Hilfü’l-Fudûl cemiyetine katılarak haksızlığa karşı olduğunu ortaya koyan Peygamberimiz, genç yaşta İslam’la şereflenen birçok sahabeyle Mekke’den âlemlere yükselen bir değişimin fitilini ateşleyerek ideal bir hayat ve medeniyet inşa etmiştir. Konuya bu açıdan yaklaşıldığında gençleri karşısında konumlandırmadan, her şart ve durumda onlarla kol kola hareket ederek zihin ve gönül yolculuğuna çıkan Hz. Peygamber (sav), hayatın her alanında gençleri ön planda tutmuştur.
ÖLDÜRENE BEDDUA
Genç sahabilerin İslam’ı insanlığa ulaştırmak için gösterdikleri çabalar sırasında başlarına bir şey gelmesi ise Allah Rasulü’nü çok üzmüştür. Nitekim yetmiş kişilik genç bir eğitim kadrosunu İslam’ı anlatmak amacıyla görevlendirmiş, ancak bu güzel insanlar Bi’r-i Mâûne denilen yerde tuzağa düşürülerek şehit edilmişlerdi. Bu durum Allah Rasulü’nün o kadar ağırına gitmişti ki, o kadar yüreğini sızlatmıştı ki bir süre sabah namazında bu işi yapanlara kunut dualarını okuyarak beddua etmişti. (Buhari, 1003, 2801, 2814)
DİL, Allah’ın insana verdiği en büyük nimetlerdendir. Dil basit bir iletişim aracı değildir, aynı zamanda anlam dünyasının yansımasıdır. Kelimeler düşünce dünyamızın temel taşlarıdır. Kelimelerimiz kadar düşünür, düşündüğümüz kadar iş yaparız. Söz her ne kadar ağızdan çıksa da dil sadece bir musluktur. Kelimelerin kökeni kalptir, bütün duyu organlarıyla beslenir ve anlam dünyamızı oluşturur. Bu nedenle imanla söz arasında kuvvetli bir bağ vardır. Müslümanca düşünemeyenlerin Müslümanca konuşabilmeleri ve iş yapabilmeleri mümkün değildir. Çünkü kelimeler anlamlara, anlamlar düşüncelere, düşünceler inançlara dönüşürler. Kalbimizde ne varsa, dilimizden dökülen de sadece onun yansıması olur.
ÇÖKÜŞ DİLLE BAŞLAR
Bir milletin çöküşü dilin/kelimelerin bozulmasıyla başlar. Bu hakikati idrak edenler dile, söze önem vermişlerdir. İslam zaten bir söz medeniyetidir. İlk insan Hz. Âdem’e Allah ilk önce kelimeleri öğretmiştir. Bu bile dilin, sözün, kelimelerin ne kadar önemli olduğunu gösterir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında insanlar dinlerini kendi dilleriyle öğrenip anlayabilsin diye Kuran’ı ve en sağlam hadis kitabımız olan Buhari’yi tercüme ettiren Gazi Mustafa Kemal Atatürk aynı zamanda Türk Dil Kurumu’nu kurmuştur.
SÖZÜN DERİNLİĞİ
Allah Teala, İbrahim suresinde (24-27) dilin ve sözün önemini ve derinliği şöyle ortaya koymuştur: “Allah’ın güzel-doğru bir söz için nasıl bir misal verdiğini görmüyor musunuz? Kökü sapasağlam, dalları göğe doğru uzanan güzel-diri bir ağaç gibidir. O ki, Rabbinin izniyle her mevsim meyvesini verip durur. Allah insanlara işte böyle misaller veriyor ki, değişmeyen gerçeği düşünüp kendilerine ders çıkarsınlar. Ve çirkin bir sözün durumu ise kökü toprağın üstüne çıkarılmış, bütünüyle kararsız, dayanıksız çürük bir ağacın durumuna benzer. Allah, imana erişenlerin durumunu sapasağlam ve dosdoğru bir sözle, hem dünya hayatında ve hem de ahirette sağlamlaştırır; haksızlık yapanları ise Allah sapıklık içinde bırakır, çünkü Allah dilediğini yapar.”
DOĞRUYU SÖYLEYİN
“Cümleler doğrudur sen doğru isen, doğruluk bulunmaz sen eğri isen” demiş Yunus Emre, ne güzel söylemiş. Kökü sağlam, dalları göğe yükselen bir ağaç gibi olan müminden eğri, yalan, yanlış bir sözün sadır olmayacağını, bu ağacı güçlendiren ve büyütenin doğruluk ve doğru söz olduğunu ne güzel ifade etmiş.
Allah Teâlâ Ahzab suresi 70. ayette, “Ey İman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğru söz söyleyin ki Allah sizin işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın” buyurmaktadır. Yüce Allah sözün doğrusunu söylememizi istiyor, bunun karşılığında işlerimizi kolaylaştıracağını ve günahlarımızı bağışlayacağını vaat ediyor.
Su, ateş ve ahlak dost olmuşlar ve ormanda gezintiye çıkmışlar. Orman çok büyük ve çok karmaşıkmış. Her türlü ihtimale karşı, birbirlerini kaybederlerse nasıl bulacaklarını düşünmeye başlamışlar. Ateş ve ahlak suya sormuş:
“Kaybolursan seni nasıl bulacağız?”
Su cevaplamış: “Nerede bir şırıltı duyarsanız ben oradayım” demiş.
Sıra ateşe gelmiş. Su, “Seni yitirirsek ne yapalım?” diye sormuş.
Ateş: “Duman gördüğünüz yerde ben varım” cevabını vermiş.
Sıra ahlaka gelince cevabı şu olmuş: “Beni asla kaybetmeyin. Eğer kaybederseniz, bir daha asla bulamazsınız!”
GÖRECELİ OLMAZ
İNSANLARI imtihan için yarattığını beyan eden Rabbimizin insana verdiği en büyük nimetlerden birisi, belki de en önemlisi hürriyet/iradedir. Hürriyet/irade ve imtihan arasında sıkı bir ilişki vardır. Yalnızca hür insanlar imtihan edilirler. İradesi, aklı-seçme yeteneği olmayanlar Allah katında da, insanlar nezdinde de sorumlu kabul edilmezler. Dinin bütün emirleri karşısında, sorumlu olmanın ilk şartı akıllı olmak ve hür/özgür olmaktır. Cuma namazı kılmak için de hür olmak gerekir. Allah Rasulü (sav) ve beraberindekiler hür olmadıkları için Mekke’de Kâbe olmasına rağmen cuma namazı kılmadılar. Ne zaman ki Medine’ye yani özgürlüğe adım attılar, cuma namazı farz oldu ve ilk cuma namazını Ranuna Vadisi’nde kıldılar. Aslında hicret bile bir vatan arayışıydı. Çünkü insanlar ancak sahip oldukları bir vatanda özgür olabilir, kutsallarını koruyabilir ve inançlarının gereğini yerine getirebilirler.
HÜR OLAN İNANIR
Bazen kul/köle olmak eşanlamlı kullanılır. Oysaki ne kadar yanlış. Köle iradesi elinden alınan, hür olmayan ve zorla teslim alınan demektir. Kul ise kendi özgür iradesiyle teslim olandır. Hürriyet, inanmanın önkoşuludur çünkü hür olanlar inanıp inkâr edebilirler. Meleklerin iradeleri yoktur mesela. Günah işleme yetileri ve potansiyelleri de yoktur, bunun için imtihanı da yoktur. Aynı şekilde hayvanların da iradeleri, dolayısıyla imtihanları da yoktur. İşte tam da bu sebeple, günah işleme ve inkâr etme potansiyeli olmasına rağmen, imanı, itaati, güzel ve yararlı işler yapmayı tercih eden bir insan derece bakımından meleklerin bile üstüne çıkabilir. Belki de ilk insanın yaratılışında bize gösterilen sahne de hürriyetin ne kadar önemli olduğunu anlamamız içindir. Allah (cc) Adem’i yarattı, eşyayı isimlendirme yeteneği verdi. Kendilerini en üstün varlıklar olarak gören “Biz seni hamd ile tesbih edip dururken yeryüzünde kan dökecek fesat çıkaracak bir varlık mı yaratacaksın” diye öngörüde bulunan melekleri Adem’in huzurunda saygıyla eğilmeye iten şey meleklerde olmayan, Adem’de olan hürriyet/irade idi. Allah Teala Kuranı Kerim’de birçok yerde buna vurgu yapar. Artık belgeler açıkça ortaya konmuştur, dileyen iman etsin, dileyen inkâr yolunu tutsun.
İSLAM ÖZGÜRLÜKTÜR
Dileyen şükretsin, dileyen nankörlük etsin. Hak ile batıl açıkça ayrılmıştır, insana doğru ve yanlışı ayırt edecek akıl ve irade verilmiştir. İmtihan bunun üzerine kurgulanmıştır. Hür iradesi ile iman eden ve salih amel işleyen, insanlara faydalı işler üretenleri Allah mükafatlandıracak, hür iradesi ile inkâr eden ve zulmedenleri de cezalandıracaktır.
İslam’ın bütününe baktığımızda bütün kefaretlerde ortaçağın kölelik düzenini kaldırmaya yönelik hamlelerin olduğunu görürüz. Orucun, yeminin ve benzeri ibadetlerin kefaretinde ilk sırada hep bir köleyi özgürlüğüne kavuşturmak vardır. İslam köleliği kaldırmayı, insanları hür kılmayı, Beled Suresi’ndeki ifadesiyle sarp yokuşu aşıp insanların hak ve özgürlüklerine saygı göstermeyi, bütün insanların hür ve özgür olmasını hedef olarak koymuştur.
Şimdi lütfen anlatacaklarımı yukarıdaki bilgilerin ışığında büyük bir dikkatle düşünelim.