Yeni yılı karşılarken, belki de ailemizle yılbaşı sofrasında veya arkadaşlarımızla bir mekânda eğlenirken yılın son gününün verdiği coşkuyla kendimizi çok yormuş olabiliriz. Ancak yılın ilk gününe de kötü bir başlangıç yapmak istemiyoruz. Öyleyse gecenin iyi anlarını bizimle tutalım ama olumsuz etkileriyle vedalaşalım. Böylece yeni yılın ilk gününe zinde başlayalım, günü iyi geçirelim ve mutlu sonlandıralım.
Dün akşam yediklerimiz ve içtiklerimiz yeni yılın ilk gününe ödemle uyanmamıza yol açabiliyor. Ödemin atılmasındaki en büyük yardımcımızsa su. Öyleyse dünden kalan fazlalıklarla vedalaşmanın ilk adımı uyandıktan sonra güne bir veya iki bardak ılık suyla başlamak. Gün boyunca da 2-3 litre su tüketmeyi ihmal etmemeliyiz. Suyumuzun içerisine ekleyeceğimiz az miktarda taze zencefil ve limon sindirimimizi kolaylaştırırken ödemi atmamıza da yardımcı olacak.
‘ERTESİ GÜN’E BİREBİR
Kuşburnu çayı bugün tercih edebileceğiniz çok güzel bir ‘ertesi gün’ çayıdır. Kuşburnunun kuvvetli ödem giderici, ağrı kesici, şeker düşürücü, ülseri iyileştirici etkileri belirlenmiştir. Yılbaşı gecesinin bugüne bıraktığı iz düşünüldüğünde iki fincan kuşburnu çayı şikâyetlerimize çare olabilir. İçeriğindeki C vitamini ve taşıdığı polifenolik bileşikler sayesinde kuşburnu meyvelerinin kuvvetli antioksidan etki göstermesi de cabası...
2022’nin ilk gününde karşılaşabileceğiniz problemlerden biri de baş ağrısı! Burada da doğa imdadımıza yetişiyor. Nane yağı koklayarak ağrınızla vedalaşabilirsiniz. Nane yağı koklamanın ilaç gereksinimini azaltabildiğini gösteren çalışmalar var. Koklamanın yanı sıra alın ve şakaklarınızı nane yağıyla ovmanız da iyi bir etki sağlayabiliyor. Tabii gözünüze kesinlikle gelmemesine dikkat ederek ve cildinizi tahriş edebilecek abartılı dozlardan kaçınarak...
KAYNATMADAN YAPIN
Yeni yılın ilk gününde gecenin etkisiyle yaşayabileceğimiz birçok soruna çözüm olabilecek bitkiyse Alman papatyası. Latince adı Matricaria recutita olan bitkinin çiçeklerinin mide-bağırsak kasılmalarını, şişkinliği, gaz şikâyetlerini giderici ve sindirime yardımcı etkileri bilimsel olarak gösterilmiş.
Rutin hayatımızda sıkça duyduğumuz bir kelime detoks. Ancak son zamanlarda ‘tehlikeli’ bir hal aldı. Mucize vaat eden, sağlık sorunlarına çözüm olan detoks içecek, çay ve tabletler aslında dolandırıcılığın bir çeşidi. Çünkü direkt olarak bir sağlık sorununu hedef alan ve tek başına ona çözüm olan bir detoks tarifi veya ürünü yok. Hiçbir mucizevi içecek veya hap, toksinleri bir anda vücudunuzdan uzaklaştıramaz, sizi hızlıca zayıflatamaz, cildinizi parlatamaz, bağışıklığınızı bomba gibi yapamaz, yaşlanmanın önüne hemen geçemez.
ARA ÖĞÜN OLABİLİR
Sağlıklı bir vücutta böbrekler, karaciğer, deri, hatta akciğerler her an detoksifikasyon yapıyor zaten. Bu doğal süreci bir detoks endüstrisine dönüştürüp ‘detoks’u bir pazarlama taktiğinin sihirli kelimesi haline getirmek çok riskli! Çünkü buna kapılarak sağlığınıza zarar verebilirsiniz. Buraya kadar yazdıklarımdan detoksa karşı olduğum anlamı da çıkmasın. Sadece detoks sahtekârlığına karşı sizi uyarmak istiyorum. Öte yandan detoks tariflerinden sağlıklı yaşamı desteklemek adına ölçülü şekilde elbette yararlanılabileceğini düşünüyorum. Ara öğünde sağlıksız bir abur cubur, örneğin cips yemek yerine meyve ve sebze sularından hazırladığınız bir karışımı dozunda tüketmenin genel sağlığınıza etkisi tabii ki daha olumlu olacaktır.
DOZ ÖNEMLİ
Her şeyde olduğu gibi, detoks tariflerde de ‘doz’ kritik. Kilo verdirdiği iddia edilen bir detoks içeceğini, daha hızlı sonuç almak adına üç-beş bardak, litrelerce içerek, günlerce tüketerek sağlığınızdan olabilirsiniz. Günler boyunca sadece sıvıyla beslenmek, doktorunuz belirtmediği sürece, kendi kendinize alabileceğiniz basit bir diyet kararı kesinlikle değil! Bu, tüm bedeniniz ve psikolojiniz üzerinde çok yönlü etkileri olabilecek bir eylem. Detoks tariflerini kişiselleştirerek tüketmek de önemli. Genel sağlık durumunuza, beslenme ve egzersiz rutininize, alerji hikâyenize uygun olmayacak şekilde tüketilen tarifler fayda
yerine zarara neden olabilir.
ÇEŞİTLENDİRİN
Tüm dünya insanları için oldukça zorlu bir yılı geride bırakıyoruz. Salgının etkileri ve hiç enflasyon olmayan ülkelerde bile artan enflasyonla sağlık ve ekonomi dünyanın gündemi oldu. Kaygıların arttığı, mutluluk düzeyinin düştüğü bir yılı geride bırakırken yeni yıla umutla sarılmalıyız. Ne de olsa her inişin bir çıkışı olacak. Sorunlar daha mı derinleşir ya da çözülür mü bilmiyorum ama dünyayı değiştiremeyeceğimizi biliyorum. Ancak kendimizi değiştirebiliriz. Virüs gibi mutluluğun da bulaşıcı olduğu ispatlanmışken, kendi mutluluk düzeyimizi arttırarak, çevremizdeki kişilerin mutluluk dozunu da arttırabiliriz.
BAKIŞ AÇINIZI GÜNCELLEYİN
Pandemi, ekonomik sıkıntılar derken kendimizi giderek kötüleşen bir tablonun içinde hissettiğimiz oluyor. Ancak karşılaştığımız en kötü durumlarda bile mutluluğun belirleyicisi tavrımız oluyor. Sıkıntılı bir sürecin üstesinden gelmek için o durumla en iyi şekilde yaşamaya alışmak ve o durumun geçeceğine yönelik umudumuzu korumak gerekiyor. Öyleyse sadece teknolojik aletlerimizi değil, düşünce şeklimizi de güncellemenin vakti geldi.
ÇÖZÜM ODAKLI OLUN
Etrafınızda sürekli söylenen insanlar sizi de mutsuz etmiyor mu? Sürekli sorunlara odaklanan ve söylenen tarafta olduğunuzda hem kendinizin hem de çevrenizdeki kişilerin mutluluk dozunu düşürüyorsunuz. “Sorunları yok sayın” önerisi değil bu… Sorunu tespit etmek önemli ama orada kalmayın, hemen çözüme odaklanın. Bunu yaptıkça kendinizi yaşamınızın tasarımcısı gibi hissedeceksiniz.
KORKMAYIN, KAÇSIN
Çoğumuzun çevrimiçi olduğu günümüzde mutluluğun önündeki engellerden biri de FOMO. ‘Fear of Missing Out’ yani ‘olan biteni kaçırma korkusu’ sosyal medya kullanıcısı genç yetişkinlerin yüzde 40’ında görülüyor. Yaşamımızı başkalarının yaşamlarıyla kıyaslayarak “Ben neleri yaşamayı kaçırdım” düşüncesine yol açan FOMO, olumsuz haberleri de anlık takip etmemize neden olarak kaygı düzeyimizi arttırıyor. FOMO’nun esiri olanlardansanız, mutluluğunuzun önündeki bariyeri kaldırmak adına sosyal medyayla ilişkinizi gözden geçirin.
Özellikle kış mevsiminde çoğu kişi bağışıklık sistemini güçlendirmek; gribe, nezleye karşı korunmak adına beslenmesine ekstra dikkat eder. Pandemiyle birlikte ‘güçlü bir bağışıklık’ çok daha fazla kişinin gündemine girdi. Gündelik sohbetlerde gıda takviyeleri, vitaminler daha fazla konuşulur oldu. Özellikle internet üzerinden bağışıklık güçlendirici birçok ürünün satıldığını ve pazarlandığını düşünürsek, bu konuda doktor ve eczacılara danışmak ve doğru bilgiye ulaşmak da önemli hale geldi. Ama öncelikle şunu bilmek gerekiyor: Bir ‘mucizevi’ içecek veya takviyeyle bağışıklık sistemimizi ‘bomba gibi’ yapmak mümkün değil.
ÖNEMLİ ADIMLAR
Bağışıklık sistemini etkileyen beslenme, egzersiz, uyku düzeni ve stres gibi farklı faktörler söz konusu. Sadece bir tablet, bir içecek shot’ı ya da bir ‘mucize’ meyve/sebzeyi tüketmek, tek başına yeterli ve etkili olamaz. Sağlıklı beslenmeye ve düzenli fiziksel egzersiz yapmaya da dikkat etmek gerekiyor.
Yaşam stilinde değişikliğe giderek kronik stresi azaltmaya çalışmak da hastalıklara karşı korunmada çok önemli bir adım. Öte yandan, bağışıklık sisteminin güçlenmesini sağlayacak doğal tarifler elbette üretilebilir. Bu noktada vücudun savunma sistemini destekleyecek gıdaları iyi bilmek gerekiyor. Çünkü bildikten sonra geriye onları sadece damak tadınıza uygun bir oranda karıştırmak kalıyor.
Zerdeçal ve zencefil, antioksidan ve antienflamatuar özelliğe sahip. Ev yapımı elma sirkesi probiyotik gıdalar arasında yer alıyor. Limon ve greyfurtla havuç gibi sebzeler güçlü C vitamini kaynaklarından... Pancarsa antioksidan özelliğinin yanında sıra A, B6, B12, C, E ve K vitaminlerini içeriyor.
Dünya Sağlık Örgütü tarafından HIV/AIDS farkındalığını arttırmak için 1988’de 1 Aralık, Dünya AIDS Günü ilan edilmişti. Biz de hastalığın ülkemizdeki son durumunu Hacettepe Üniversitesi AIDS Tedavi ve Araştırma Merkezi Koordinatörü Dr. Aygen Tümer’le konuştuk. Ama öncesinde hastalık ve virüs ayrımını yapalım: HIV, insan immün yetmezlik virüsü yani etken. Hastalığın adıysa AIDS olarak geçiyor. Dünyaya baktığımızda 2021 Temmuz verileri 1981’den bu yana dünyada 79.3 milyon kişinin enfekte olduğunu, yine aynı süre içinde yaklaşık 36.3 milyon kişinin bu hastalık nedeniyle hayatını kaybettiğini gösteriyor. Türkiye hastalığın görülme sıklığının düşük olduğu ülkeler arasında.
KORUNMA YOLLARI ÖĞRENİLMELİ
Ülkemizde geçen hafta hem Türkiye Ulusal AIDS Kongresi hem de Bulaşıcı Hastalıkları Önleme Derneği’nin (BUHASDER) kongresi yapıldı. 1 Aralık’ta da 2021’e ait veriler açıklandı. 1985’ten 15 Kasım 2021’e kadar olan süredeki hasta sayısı 29.284, AIDS’li sayısı ise 2.052. Öncesinde açıklanan son veride (31 Aralık 2019 tarihli) hasta sayısı 28.421’ken COVID-19 pandemisi başlamıştı. Bu dönemde hastaların hastanelere ve ilaçlara erişiminde, tanı konulmasında sıkıntı yaşandı. Tümer “Daha az hasta gördük, pratikte de öyle oldu” diyor.
Tüm dünyada her yıl görülen yeni vaka sayısının 2010’dan beri yüzde 30 azalması çok önemli bir gelişme. Hasta sayılarında artış olan tek bölge var, o da Doğu Avrupa-Orta Asya. Türkiye de hasta sayısının arttığı ülkeler içinde.
Peki, vakalar neden diğer yerlerde azalırken bu bölgede artıyor? Tümer, azalmasının nedenlerini prezervatifin ucuz ve ulaşılabilirliğinin kolay olması, örgün ve yaygın eğitimde doğru bilgilerin aktarılması diyerek sıralıyor; “Bu hastalığa dair doğru bilgiler verilirse doğru korunma yolları öğrenilmiş olur. Demek ki artan bölgelerde bunlar eksik” diyor.
Kan ve kan ürünleri yoluyla bulaşan ve anneden bebeğe de geçebilen hastalık yüzde 90’ın üzerinde cinsel yolla bulaşıyor. Bu yüzden bireylerin bilinçli olması önemli. Tümer “Kişiler internet sayesinde şüpheli bir cinsel temastan sonra test yapılması gerektiğini ve hangi sürede yapılabileceğini öğrenebiliyor. Bu açıdan büyük ilerleme var” diyor. Şüpheli cinsel temas, ‘kondom kullanılmadan gerçekleşen her türlü cinsel temas’ olarak açıklanıyor.
Tümer’e göre bireysel önlem almak basit: “Oral ilişki dahil her türlü cinsel temasta karşındakini cinsel yolla bulaşan bir hastalığı varmış gibi kabul ederek kişiler mutlaka önlem alacak, kendilerini koruyacak. Prezervatif kullanacak ve kullandıracak.” Tümer, HIV/AIDS için “Nasıl bulaştığı öğrenilirse korunması çok kolay bir hastalık” değerlendirmesini yapıyor.
Aromaterapi, yani bitkilerden elde edilen esansiyel (uçucu) yağların hastalıkları önlemek ya da tedavi etmek amacıyla kullanılması çok eskilere dayanıyor.
Çeşitli yöntemlerle bitkilerden alınan uçucu yağlar, masajla cilde uygulanabildiği gibi havaya karıştırılarak oda sıcaklığında solunabiliyor da... Soluyarak aldığınızdaki etkisi, o bitkiyi yediğinizdeki etkiyle aynı olmuyor.
Yurtdışında olduğu gibi ülkemizde de bilinirliği artan aromaterapinin stres ve kaygıyı hafifletme gibi etkileri nedeniyle psikolojik sağlık için kullanımı da artıyor.
Bu doğal yağların yan etki riski az olsa da alerjik reaksiyon ihtimalini dikkate almak gerekiyor. Bu nedenle uzman eczacı/doktorların önerdiği şekil ve miktarda kullanılması çok önemli...
Dünyada uçucu yağlarla ilgili pek çok çalışma yapılıyor. Kanser hastaları üzerindeki etkileri, enflamasyon ve enfeksiyona etkileri araştırılıyor.
İşte bu çalışmalardan biri Avustralya’daki Monash Üniversitesi’nde hayata geçirildi. Ağustos 2021’de Neurochemistry International’da yayımlanan çalışma ‘esansiyel yağların beyin üzerindeki etkisini’ odağına alıyor.
Türk Toraks Derneği’nin 2020 verilerine göre 40 yaş üstü yetişkinlerde ‘KOAH’ın sıklığı dünyada ortalama yüzde 11.7, Türkiye’deyse bölgesel değişikliklerle beraber yüzde 19.1. Türkiye’de solunum sistemi hastalıklarıyla bağlantılı ölümler, ölüm nedenleri arasında üçüncü sırada ve bu ölümlerin yüzde 45.6 kadarı KOAH nedeniyle...
KOAH ile ilgili küresel bir girişim olan GOLD’un 2022 yılı raporuna göreyse gelişmekte olan ülkelerdeki sigara tüketim artışı ve yüksek gelirli ülkelerde yaşlanan nüfus nedeniyle KOAH’ın dünyada önümüzdeki 40 yıl boyunca daha da artacağı öngörülüyor.
Aynı raporda 2060’a gelindiğinde bu hastalık ve onunla ilişkili hastalıklara bağlı olarak yılda 5.4 milyondan fazla kişinin hayatını kaybedeceği bildiriliyor. Celal Bayar Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları Anabilim Dalı’nda öğretim üyesi olarak çalışan ve Dünya Sağlık Örgütü’nün kronik hava yolu hastalıkları astım ve KOAH üzerine olan birliği GARD’ın başkanlığını yürüten Prof. Dr. Arzu Yorgancıoğlu, bu hastalık hakkında konuşmaya ‘önlenebilir, tedavi edilebilir bir hastalık’ olduğunun altını çizerek başlıyor.
“KOAH’ta mikrobik olmayan bir iltihap söz konusu, bu iltihabı gerçekleştiren faktörlerin başında da sigara geliyor. Hastalık kendisini en çok hava yollarında giderek ilerleyen bir tıkanmayla gösteriyor” diyerek özetlediği hastalığın görülme sıklığının ne yazık ki tüm dünyada ve Türkiye’de her geçen gün arttığını paylaşıyor. Aynı zamanda Avrupa Solunum Derneği’nin (GINA) yönetim kurulunda görev yapan Prof. Dr. Yorgancıoğlu, bu artış trendinin arkasında kişilerin sigara içmeye devam etmesi, hava kirliliği ve mesleki etkilenimlerini sıralıyor.
KOAH’ın tanısını koymak için basit ve ağrısız bir test olan ‘nefes ölçüm testi’ (spirometre) kullanılıyor. COVID döneminde kişilerin hastanelerden uzak durmaları nedeniyle bu testlerin uygulanmasının azaldığını anlatan uzman, “Kronik solunum hastalıklarının COVID’den olumsuz etkilendiğini biliyoruz, çünkü bu hastalarımız hastaneye gelmekten korktular, kendilerini evlerinde izole ettiler. Öte yandan kapanmada hava kirliliği azaldı, dolayısıyla risk faktörleri azaldı. Pandemiye yönelik alınan hijyen önlemleri, maske ve mesafe nedeniyle bu hastalarımızın gribal enfeksiyonları da azaldı. Ancak şunu da biliyoruz ki KOAH hastalarımız COVID’i diğer kişilerden daha ağır geçiriyor” diyor.
Bu hastalıkta akciğerlerde, hava yollarında ve akciğerlerin gaz alışverişi yapılan yerlerinde iltihaplar oluşuyor, bu da giderek hastanın solunum yetmezliğine ilerlemesine yol açıyor. KOAH çok yaygın bir hastalık ancak az tanı alıyor. Hastaların şikâyetleri arasında yer alan öksürük ve balgam aynı zamanda sigara içenlerde sık görülen belirtiler olduğundan, sigara içenlerin doktora geç başvurmalarına ve dolayısıyla süreci nefes darlığının takip etmesine yol açabiliyor. Nefes ölçüm testi yapılmadığında tanı konamıyor.
İYİ BESLENMEYİ UNUTMAYIN
Tüm KOAH hastalarının yaklaşık yüzde 25’inin teşhis almadığını söyleyen Yorgancıoğlu “Belki de bu oran ülkemizde daha da fazla” diyerek bu önemli soruna vurgu yapıyor. Oysa DSÖ verilerine göre 2030 itibariyle KOAH’ın dünya üzerinde üçüncü en yaygın ölüm nedeni olması bekleniyor.
Her yıl 14 Kasım’da kutlanan Dünya Diyabet Günü öncesi Uluslararası Diyabet Federasyonu (IDF) 2021’in diyabet atlasını yayımladı. Açıkçası veriler hiç de iç açıcı değil. Atlasa göre 20-79 yaş arasındaki her 10 dünya vatandaşından 1’i (537 milyon insan) diyabetli. Üstelik diyabetli kişilerin yaklaşık yarısı (240 milyon insan) diyabetli olduğunun farkında bile değil. Farkında olmayanlar diyabete karşı önlemlerini almadıkları için ne yazık ki çok daha kötü etkilenecek. Gelecek yıllara dair projeksiyonsa bugünkünden daha kötü. IDF’ye göre 2030’da dünyadaki her 9 kişiden 1’i (643 milyon insan), 2045 yılına gelindiğindeyse her 8 kişiden 1’i (783 milyon insan) diyabetli olacak. İşte bu veriler nedeniyle diyabet dünyada ‘eşi benzeri görülmemiş büyüklükte, küresel bir salgın’ olarak anlatılıyor. Bu yıl Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Küresel Diyabet Sözleşmesi’ni başlattı. Birleşmiş Milletler’e (BM) üye devletler de diyabetle mücadele için acil olarak koordineli küresel eylem çağrısında bulunan bir kararı kabul etti. Bu kadar vahim ilerleyen salgının Avrupa’daki merkez üssüyse adeta Türkiye! Avrupa’da en çok diyabetli ülkemizde yaşıyor. Bu konuda ‘şampiyonluğu’ yıllardır bırakmıyoruz.
2045 yılı projeksiyonundaysa dünyada en çok diyabetli yetişkinin yaşadığı ilk 10 ülke arasında yer alıyoruz. Öyleyse diyabete karşı önlemlerimizi almalıyız.
MENÜLERİMİZİ GÜNCELLEYELİM
Diyabeti, kan şekerini düzenleyen insülin hormonunun eksikliği veya insülinin kullanımındaki sorunlardan kaynaklanan kronik bir metabolizma hastalığı olarak özetleyebiliriz. Farklı tipleri olan diyabet hastalığının en yaygın görüleni (yaklaşık yüzde 90) tip 2 diyabettir. Bu tür genellikle yetişkinlerde görülür. Kötü beslenme, hareketsiz yaşam, genetik yatkınlık ve obezite, tip 2 diyabet açısından riskimizi arttırır. İyi haberse, tip 2 diyabeti yaşam alışkanlıklarımızı iyileştirerek önleyebilir ve kontrol altına alabiliriz. Öyleyse bugünden itibaren daha aktif bir yaşama adım atalım, menülerimizi diyabetten korunmak adına güncelleyelim ve daha iyi yaşayalım.
Diyabet yaygın inanışın aksine sadece fazla şekerli besin tüketen kişilerde görülmez; çok şeyden etkilenen karmaşık bir hastalıktır. Diyabetten korunmak için menülerinizde doğal ve iyi karbonhidratlara öncelik verin ve lif açısından zengin beslenin. Lifler bütün taneli tahıllarda, meyvelerde, sebzelerde ve cevizde var. Yoğurdunuza keten tohumu veya chia tohumu katarak bile lif tüketiminizi arttırabilirsiniz. Ayrıca faydalı yağları tüketmeyi seçin. Somon, alabalık, sardalya gibi balıklar; soya veya ayçiçeği gibi tohumlarla kanola, üzüm çekirdeği ve zeytinyağı gibi yağlar faydalı yağlardır.
UZAK DURULACAKLAR LİSTESİ
Beyaz şeker, beyaz hamur, reçel ve gazlı içecekler gibi rafine şekerlerden uzak durun. Tereyağı ve et yağı gibi hayvansal yağlardan olabildiğince kaçının. Şarküteri ürünleri, bisküviler ve konserve çorbalar gibi çok tuzlu besinleri tüketmemeye özen gösterin. Kızartma, hamur, krema bazlı soslar ve pane yiyecekler gibi kötü yağlar açısından zengin besinlerle aranıza mesafe koyun.