Menekşe Tokyay hazırlamış.
Onların adlarını yazdım, ileride çalışmalarını izlerken anımsayalım diye.
* Eren Parmakerli
* Zeynep Arslan
* Ali Keskin
* Ayşe Cemre Ağırgöl
* Beren Eker
Mustafa İsen’in ‘Özlenen Şehirler’ kitabını okurken bir şehrin tarihinin ve kültürünün iç içe anlatılması gerektiğini düşündüm. Bu tür gezi kitaplarını çok seviyorum, öğrenerek okuyorum. Yakından tanıdığım, başka çalışmalarını da yakından bildiğim Mustafa İsen’in kitabıyla bir dünya kültür gezisi yaptım. Önemli adları tanıdım, gittiğim yerler hakkında da bilgilerimi zenginleştirdim.
İsen, Önsöz’ünde kitabın niteliğini anlatıyor: “Şehirle ilk kez Adapazarı’nda tanıştım, altmışlı yıllarda. O zaman büyükçe bir kasaba konumundaydı. Kadim bir kültürel arka plana sahip şehri Erzurum’la tanıdım ilk. Eminim ki burada anılan şehirleri bir başka göz aynı duygularla, benzer bakış açılarıyla değerlendirmeyecektir. Ben onları yazmaya çalıştığım gibi gördüm, hayır, duydum, yaşadım ve ancak bu nitelikte olanları sizinle paylaştım. Doğrusu bu hissiyatımı yazmasam -en azından benim için- bir şeyler eksik kalmış olacaktı. Dikkat edilirse burada anlattığım şehirler kendi uygarlığımızın ürünü olan örnekler. Elbette gezip gördüğüm şehirler bunlardan ibaret değil.”
Mustafa İsen’in şehirleri ve benim o şehirlerle ilgili notlarım:
* Yeryüzünde Bir İnci: Ohri
“Ohri, dünyanın en temiz göllerinden birine ev sahipliği yapması yanında Akdrim ve Karadrim gibi iki nehir yanında Prespa Gölü’nün doğal yeraltı kanallarıyla uzun süre yeraltından aktıktan sonra Sveti Naum
ya da bizim adlandırmamızla Sarı Saltuk türbesinin önünde fışkırarak yüzeye çıktığı alan ve bunlara eklenecek daha küçük örneklerle bir su cenneti. Velhasıl Ohri sudan ibarettir dense şaşılmaz.”
Altın Çelenk Ödülü’nün verildiği Ohri’ye gittim. Fazıl Hüsnü Dağlarca da bu ödülü almıştı. Necati Zekeriya ile birlikte Andrey Voznesenski’nin ödül aldığı yıl konuşma da yaptım.
* Mevlânâ’nın Gölgesinde Konya
Hürriyet’in Güneşli’deki yeni binası yapılırken Belma Simavi gazetede bazı ressamların da resimlerinin duvarlara asılmasını istemişti. Oturduk bir liste yaptık, hiç kuşkusuz bu listedeki önemli adlardan biri de Adnan Çoker’di.
Birçok atölyeyi, galeriyi gezdik.
Şimdi gazete binamızın holünde onun eserleri ve diğerleri sergileniyor.
Adnan Çoker’in klasik müzik bilgisi de onun dünyasının bir başka zenginliğiydi. Ödülden sonra karşılaşmalarımızda Beethoven icralarının karşılaştırılması üzerine bir sohbet yapmıştık. Birçok icrayı, şefi sıraladık, diskoteğinde olmayan bir icrayı öğrenince ona armağan edeceğimi söyledim.
Bu CD, Alman şef Eugen Jochum’un, Beethoven’ın Senfoni kayıtlarıydı.
Sanırım günlük gazete binaları arasında koleksiyona sahip tek bina burasıdır.
Sanatçılarımızı unutmadığımızı, onlara hep saygı ve sevgi gösterdiğimizi toplantılarla, sempozyumlarla vurgulamalıyız. Hiç kuşkusuz bunu yaşarken yapmalıyız.
Bir fast food (çabuk yemek) tüketicisi olmadığım için bu konudaki ekleri, kitapları okuyorum.
Gerçekten de mutfağı seven biri –tabii ki aşçıları bu listeye koymuyorum– bu kaynaklardan yararlanıyor, mevsimine göre damağını şenlendiriyor.
Yemeğin, yemek kültürünün tarihini de okuyor, kaynakları kaçırmıyorum.
‘Yemek ve Kültür’ dergisi de bunlardan biri.
Derginin son sayısındaki bazı yazı başlıklarına değineceğim.
Yavuzer Çetinkaya’nın Paris’te kırk metrekarelik evindeki krep yapma serüvenini sevdim. İstenilen yazının üç kreplik zamanını aldığını yazıyor. Sevgiyle anıyorum. Yazının adı ‘Öncelikler Bulamacı’.
Bir sanatçının anılarla bezenmiş, duygulu yazısı.
Çok sesli müziği icra edenlerin bu anlayışı uygulamaları, bestecilerimizin yurtiçi kadar yurtdışında da tanınmasını sağlayacaktır.
- Pelin Halkacı Akın & Metin Ülkü - Yolculuk
Pelin Halkacı Akın’ın ilk solo CD’si olan ‘Yolculuk’, birinci ve ikinci kuşak Türk bestecilerinin keman-piyano için bestelediği yapıtlardan önemli bir kesit sunuyor. Albümün bir başka özelliği de geçtiğimiz günlerde 90 yaşına giren, günümüzün önde gelen çağdaş bestecilerinden İlhan Usmanbaş’ın ‘Keman – Piyano Sonatı’nın ilk kez bu CD ile kayıt altına alınması ve dinleyicilerle buluşması.
Yolculuk’ta yer alan eserlerin büyük bölümü, bestecilerin gençlik dönemlerinde ürettikleri eserlerden oluşuyor. CD’de yer alan eserlerle ilgili özel bir yazı kaleme alan besteci Özkan Manav’ın da belirttiği gibi, “Genç bir Cumhuriyet’in genç bestecilerinin sesi” olan bu yapıtların ortak özelliği, Usmanbaş’ın Sonatı’nda kendini az hissettirmesine rağmen diğer dört bestecinin eserlerinde var olan “gelenek ve yerel deyişlerle” kurdukları ilişki.
Pelin Halkacı Akın, bu CD’nin programını oluştururken, müzik hayatımız için adeta birer deniz feneri olmuş bestecilerimizin eserlerinin yaşaması ve tanınmasında bir yorumcu olarak kendisini sorumlu hissettiğini belirtiyor.
Parça Listesi
- Bülent Tarcan - Sirto
- Necil Kazım Akses - Poeme
Günlükler benim için en önemli edebiyat türüdür. Günübirlik yaşamların kalıcılığını bize hatırlatır. Selçuk Altun’un ‘Kitap İçin 5’ isimli eseri de bu özelliği taşıyor. Sadece bizde ve dünyada çıkan kitapları izlemiyor, edebiyat dünyasından yazıları da büyüteç altına alıyor. ‘Kitap İçin 5’i okurken içindeki göndermeleri gözden kaçırmamaya çalışıyorum. Arada kaçırdıklarım olduğunu hissedersem sayfalara geri dönüyorum. Satırlardaki saptamalar aslında bir bütünü oluşturuyor ve ortaya bir beğeni haritası çıkıyor. Kitaplardan alıntılar, eserin geniş dünyasını örnekliyor. Karikatürden şiire renkli ve zevkli bir yolu kat etmemizi sağlıyor.
Kitaptan tadımlık...
Selçuk Altun’un kıymetli değerlendirmelerinden birkaçını alıntılamak istiyorum:
* Kitabın ‘Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar’ bölümünde gazeteci yazar Mustafa Baydar şöyle söylüyor:
“Soru: Nurullah Ataç son yazılarından birinde, ‘Akılları pazara çıkarsalar kimin aklını alırdınız’ diyor ve kendisi Stendhal’inkini beğeniyor. Siz böyle bir soruyla karşılaşsanız kararınız ne olurdu?
Yakup Kadri: İhtimal ben de böyle bir sual karşısında Stendhal’i söylerdim. Zekâ itibariyle o devir muharrirlerinin (yazarlarının) belki en zekisidir. Buna ayrıca Nurullah Ataç’ın son zamanlarda adının üstüne ‘Monsieur’ (Sayın) kelimesini ilave etmekle biraz alaya alır gibi göründüğü Andre Gide’yi de ilave etmek isterdim.
Soru: Mevzu bulmakta zorluk çeker misiniz; rahat mı yoksa güç mü yazarsınız, çalışırken sessizliğe ihtiyaç duyar mısınız?
Kapaktaki alt başlık da şöyle: “Türkiye’den Almanya’ya işgücü göçünün öyküleri, haberleri, fotoğrafları.”
Albümü okurken, Almanya ekseninde Türkiye’nin de tarihine göndermeleri fark edeceksiniz. Yabancı bir ülkeye giden Türklerin bazıları, büyük kentlerden değil, Türkiye’nin birçok bölgesinden bir Batı ülkesine ayak basmışlardı. Göçü inceleyen birçok yazar, birinci kuşağın önemini vurgular.
Birçok yazar, Almanya’ya giden Türklerin uyum sorununu işlediler. Türklere Almanları, Almanlara Türkleri tanıttılar. Kimileri Türkçe yazdı kimileri de Almanca. Hiç kuşkusuz yazarların kaleminden de göçü incelemek gerekir.
Frankfurt Kitap Fuarı nedeniyle Almanya’yı biraz da olsa tanıdım. Açılan sergilerin bir bölümünü gezdim.
İlk yazı: “Federal Almanya Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier, Türkiye’den Almanya’ya 60 yıllık göçü Hürriyet için değerlendirdi. Cumhurbaşkanı Steinmeier’in, Hürriyet Avrupa Yayınları Sorumlusu Ahmet Külahçı’nın bu konudaki sorularını yanıtladığı söyleşi, 5 Ekim 2021’de gazetemizde yayımlandı. ‘Hürriyet Tanıklığında Göçün 60 Yılı’ kitabının önsözü olarak, söyleşinin tamamını yayımlıyoruz.”
Hürriyet Avrupa Genel Müdürü Ahmet İhsan Karakaşlı, Hürriyet’in Almanya serüvenine değiniyor: “Hürriyet Gazetesi, 60 yıl önce başlayan Türkiye’den Almanya’ya göçe ilk anlarından itibaren tanıklık ediyor. Elbette başlangıçta, yani 30 Ekim 1961’de Türkiye ile Almanya arasında İşgücü Anlaşması imzalandığında yaşanan süreç ‘göç’ kavramıyla tarif edilmiyordu.”
Almanya’nın birçok kentini gezdim, konferanslar verdim. Göçün yeni bir kültür oluşturduğunun tanıklığını yaptım.
Birçok belgeselde ben de konuştum. Ancak belgesel çalışmalarını izlerken tekrarlar dikkatimi çekti. Çalışmalar aynı adların çevresinde yapılıyor. Bazı adların birkaç kez belgeselleri yapılıyor, bazen de aynı adlar yeniden o adlar üzerine konuşuyor. Belgeselci arkadaşlara, sanat/edebiyat dünyasını gözden geçirip seçim yapmalarını öneriyorum. Gerçi birinin teklif etmesi ama sponsorluğunu da üstlenmesi gerekiyor.
Seçimin belli adlar üzerine odaklanması gelecek yıllarda başkalarının unutulmasına sebep olur korkusunu yaşıyorum.
Yerel yönetimlerin o kentte yaşayan, yazan birinin adına belgeselle çalışmalar yapmasını öneriyorum.
Bu girişim sadece kişiler üzerine değil semtler üzerine de yapılmalı, o semtte doğan, yaşayan ve aramızdan o semtte ayrılan birinin belgeseli birkaç açıdan önemlidir.
Görselliğin öne geçtiği bir çağda, belgesel çalışmaları yaşamımızda daha çok öne çıkıyor.
Her semtte yeni kütüphaneler açılıyor. Bağış yapanların da kısa bir hayat hikâyesi o kütüphanelerde bulunmalı. Bunca kitabı biriktiren, ülkesinin insanının bilim ve sanat açısından yücelmesine katkıda bulunan da anılmalı. Sadece ismiyle değil.
Anmalar gündeme gelince sokak adları konusundaki düşüncelerimi de tekrar edeceğim.
Yalnız sokak tabelalarında adlar yazılı ama onun niçin buraya konulduğu, kim olduğu yazılmıyor.