Paylaş
Biliyorum bu olaylar sadece Türkiye’de olmuyor, bütün dünyada benzer olaylar da yaşanabilir.
Türkiye’de bu olayların sayısında o kadar çok artış var ki...
Ama en çok içimi acıtan, bu cinayeti işleyenlerin arkasında duranlar. “Aslan gibi delikanlılar” diye övgüler dizenler.
Ne zaman bu noktaya geldik? Ne zaman vicdanlarımızı bu kadar yitirdik? Dünyanın her yerinde suç işleniyor ama burada farklı bir şey var. Cezasızlık kültürü, şiddetin normalleşmesi, adaletin artık kanıksanmış bir kavram haline gelmesi...
Bu hikâyeyi unutursak, sıradaki kurbanın adı bir başkası olacak. O yüzden bir kez daha soruyorum. Şiddetin böylesine kutsandığı bir toplumda biz ne yapıyoruz?
Gerçek sanat zamansızdır
MARİA Callas’ı anlatan ‘Maria’ filmini izledim. Uzun zamandır bir filmi bu kadar merakla beklememiştim. Çünkü ben bir Callas hayranıyım. Onun sesi, duruşu, sahnedeki asaleti, sanatına duyduğu derin tutku... Hayatı boyunca zirvede kalmayı başarmış ama bir o kadar da yalnızlaşmış bir kadın. Ve şimdi onun hikâyesi; Angelina Jolie’nin muazzam oyunculuğuyla yeniden hayat buluyor.
Angelina Jolie’nin Callas’ı canlandıracağını ilk duyduğumda tereddütlerim vardı. Acaba Callas’ın sahnedeki büyüsünü, yaşadığı duygusal gelgitleri, içindeki çelişkileri yansıtabilir miydi? Ama filmi izlerken o tereddütlerim kayboldu. Jolie, müthiş bir iş çıkarmış. Callas’ın hem sahnedeki tanrıçamsı duruşunu, hem de sahne dışında savrulan, aşkı ve kabul görmeyi arayan kırılgan ruhunu çok iyi aktarmış. Haluk Bilginer’in performansı ise tek kelimeyle şahane. Türkiye’den bir oyuncunun böylesine büyük bir yapımda olması gurur verici.
Maria Callas, yalnızca bir opera sanatçısı değildi; aynı zamanda bir devrimciydi. Operaya, tiyatral bir derinlik kazandıran isimlerden biri oldu. Onun öncesinde opera şarkıcıları, şarkılarını teknik olarak mükemmel söylemeye odaklanırdı. Ama Callas, her performansını bir oyunculuk ustalığına çevirdi. Sesinin genişliği kadar, sahnedeki duygusal gücü de onu eşsiz kıldı. Bu yüzden, La Divina yani “İlahi” olarak anıldı.
Ancak sahnedeki ihtişamının aksine, özel hayatı hep fırtınalıydı. Aristotle Onassis’le yaşadığı aşk, en büyük hayal kırıklıklarından biri oldu. Onassis’in onu bırakıp Jackie Kennedy ile evlenmesi, Callas’ı derin bir yalnızlığa sürükledi. Sahnedeki tanrıça, gerçek hayatta terk edilen, kırılan, yalnız kalan bir kadındı.
İşte film tam da bu zıtlıkları gözler önüne seriyor. Callas’ın iç dünyasını anlamamıza yardımcı oluyor. Bir sanatçının yalnızlığı, yaratıcılığının bir bedeli midir? Sanata adanmış bir hayat, mutlulukla bağdaşır mı? Film boyunca bu sorular zihnimi kurcaladı.
Ve düşünmeden edemedim. Bizim ülkemizde neden daha çok sanatçının hayatı filme alınmıyor? Türkiye’nin de çok büyük sanatçıları var. Zeki Müren’den Leyla Gencer’e, Safiye Ayla’dan Yıldız Kenter’e kadar sinemaya aktarılmayı hak eden onlarca isim var. Sanatın ve sanatçının değerini anlamak, onların hikâyelerini gelecek kuşaklara aktarmak bizim sorumluluğumuz değil mi?
Maria Callas gibi sanatçılar, yalnızca kendi dönemlerine değil, tüm zamanlara aittir. Çünkü gerçek sanat, zamansızdır. Ve işte bu yüzden, Callas hala yaşıyor. Sesiyle, hikâyesiyle, sanatıyla...
Kışı kış, yazı yaz
gibidir İzmir’in...
BİRKAÇ yıldır böyle bir soğuk yaşamamıştık. Biz İzmirliler için kar özlemi devam ediyor. İstanbullular ise şimdilik karın keyfini çıkarıyor, sonrasında kentte yaşanacak kaosu düşünmek istemiyor. Cuma günü İstanbul’dan gelen arkadaşlarım birkaç defa, “Biz İzmir’in bu kadar soğuk olduğunu bilmiyorduk” dediler. Hep hatırlatıyorum.
Bir İzmirli olarak Kars’a, Ankara’ya, Van’a gittiğimde İzmir’deki kadar üşümüyorum.
Bizim nemimiz insanının içine öyle bir işler ki; ne olduğunu insan anlayamaz.
Bizim İstanbullular; kalın giyinmelerine rağmen üşüdüler, tir tir titrediler.
Ben yine uyarayım.
İzmir’e gelirken; sadece yaz günlerini hatırlamayın.
Kışı kış, yazı yaz gibidir İzmir’in…
Paylaş