20 Ocak 2011
DÜN yazdım. Uzun süredir Kıbrıs’a ilgimi kaybetmiştim. Ancak, 14-18 Ocak tarihlerinde katıldığım Kıbrıs ile ilgili anlaşmazlıkların çözümü (conflict resolution) atölye çalışması Kıbrıs’a ilgimi tekrar canlandırdı. 5 gün boyunca Türkiye, Yunanistan, KKTC, Kıbrıs Rum Kesimi’nden gelen katılımcılar Kıbrıs Meselesi’nin ne olduğunu, nasıl tarif edilmesi gerektiğini, çözümü durumunda tarafların ne kazanacağını, tarafların çözüm için hangi inisiyatifleri kullanması gerektiğini, çözümsüzlüğün kimlerin işine geldiğini teker teker tasnif ettiler.
5 Amerikan Üniversitesi’nden gelen “anlaşmazlıkların çözümü” (conflict resolution) uzmanları ellerindeki metodoloji ışığında tarafların yaptığı beyin fırtınasından -zaman zaman sert tartışmalar da oldu- çıkan önerileri somut-anlaşılabilir-sıralanabilir hale getirdiler.
İsteyen siyasetçi bu kategorik sıralamaları yol gösterici olarak kullanabilir.
Çözümün getireceği avantajların çokluğunu görünce insan “Neden bir türlü anlaşamıyoruz?” diye sormadan edemiyor.
Yoksa, çözümsüzlüğü çözüm addeden lobi bu kadar mı güçlü?
Yoksa çözümsüzlük bizzat çözümün kendisi mi?
* * *
Özel sohbette konunun uzmanı Prof. Dr. Birol Yeşilada (Portland Eyalet Üniversitesi) ilginç bir noktaya parmak bastı. Adada birilerinin malları üzerine oturmuş, karapara aklayan, kaçakçılık yapan bir mafya düzeni de var.
Onlar çözüm istemiyor.
Yeşilada diyor ki, anlaşmazlıkların çözümü için yeni düzenden onlara da pay vermek, onları da yeni düzenin parçası yapmak gerekir.
* * *
Sabahtan akşama kadar süren çalışmalar sırasında, bir ara çok kıymetli iki insan ile tanıştık. Emekli Büyükelçi John McDonald (Çok Ayaklı Diplomasi Enstitüsü Başkanı) ve Louise Diamond (Global Sistemler İnisiyatifi’nin Başkanı).
Bize birer kısa konuşma yaptılar.
Bu kişiler 1980’lerin başlarından beri Kıbrıs’ta Rum ve Türk tarafları bir araya getirerek birbirine tanıştırıyor, ortak programlar tertip ediyor, gençlere barışın anlamını öğretiyor.
İlginçtir, atölye çalışmalarına katılan ve şu anda Kıbrıs’ta çok önemli görevler yapan Türk ve Rumların bir kısmı zamanında McDonald ve Diamond’un öğrencisi olmuşlar. Onlar barış yolunun çok zorlu ama bir o kadar da keyifli olduğunu “öğretmenlerinden” öğrendiklerini gururla söylediler.
Çok ileri yaşına rağmen belagatinden zerre kadar kaybetmediği belli olan emekli Büyükelçi McDonald, barışa giden yolda siyasetçilerden tutun, işadamlarına, sivil toplum yöneticileri, gazetecilere kadar “ikna edilmesi” gereken bir sürü (ona göre 9 adet) toplum katmanı olduğunu, bunların her biri ikna edilmeden barışa ulaşılamayacağını 40 yıllık kariyerine dayandırarak anlattı. Geliştirdiği metot üzerine yazdığı kitap üniversitelerde ders kitabı olarak okutuluyor:
“Çok Ayaklı Diplomasi”.
* * *
Geliştirdiğimiz öneri matriksi son şekli verilene dek kamuya açıklanamayacağı için burada onlara yer veremiyorum.
Dilerim bu atölye çalışması 26 Ocak’ta Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-Moon başkanlığında Derviş Eroğlu ve Dimitris Hristofyas arasında yapılacak Kıbrıs Zirvesi’ne katkıda bulunur.
Eğer, zirveden en ufak bir olumlu adım çıkarsa sanırım, benim gibi Kıbrıs’ta çözümden umudunu kesmiş insanlar yeniden bir heves ve enerji kazanacaklardır.
Bakalım, liderler bu hevesi bize yeniden aşılayabilecekler mi?
Yazının Devamını Oku 19 Ocak 2011
KIBRIS meselesi ile 2002-2004 yılları arasında çok uğraştım. Türk ve Rum kesimleri arasında bölünmüş Kıbrıs Adası’nın bağımsız bir devlet olarak birleştirilmesini öneren ve Birleşmiş Milletler tarafından hazırlanan Annan Planı’nın KKTC’de kabul görmesi için, bir grup meslektaş ile birlikte çok gayret sarf ettik.
Bilindiği gibi Nisan 2004’te KKTC ve Rum Kesimi’nde yapılan referandumlar ile oylamaya sunulan plan, Türk tarafında % 65 kabul gördüğü halde Rumlar planı % 76 ile reddedince hayata geçemedi.
Kıbrıs, referandum öncesi AB üyeliğine kabul edilince Rumların Türkler ile anlaşması için hiçbir neden kalmamıştı. Böylece AB, tarihinde yaptığı en büyük hatalardan birisini yaparak barışa ramak kala bizzat barışa engel olan kuruluş oldu.
Mehmet Ali Talat’ı KKTC Cumhurbaşkanlığı yarışında açıkça destekledim.
13 Ocak 2004 tarihinde kurulan CTP-DP Koalisyon Hükümeti’nde Başbakan olarak görev alan Talat 20 Nisan 2005’de yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerini 1. turda kazandı ve Rauf Denktaş’ın ardından KKTC’nin 2. Cumhurbaşkanı oldu. 18 Nisan 2010 tarihinde yapılan seçimler sonucu ise görevi Derviş Eroğlu’na devretti. Ben 2005-2007 arası Talat’tan çok şeyler bekledim. Ancak, Kıbrıs Meselesi’nin çözümünde katkı yapamayacağına kanaat getirdikten sonra Kıbrıs ile ilgili umudumu ve ilgimi 2007 itibari ile büyük çapta yitirdim.
* * *
Geçen aylarda kıymetli akademisyen Prof. Dr. Birol Yeşilada’dan bir davet aldım. Beni Kıbrıs ile ilgili bir “Anlaşmazlıklara Çözüm Arayışı” çalışmasına davet ediyordu.
Prof. Dr. Birol Yeşilada ve Prof. Dr. Harry Anastasiou uzun yıllardır birlikte ABD’de Portland Eyalet Üniversitesi’nde metodolojik olarak anlaşmazlıkların çözümü (conflict resolution) üzerine birlikte çalışıyorlar ve çeşitli grup çalışmaları ile Kıbrıs Meselesi’ne çözüm arıyorlar.
Barış İnisiyatifi adı altında bir programı da birlikte yürütüyorlar.
Dünyada barışın kaybedildiği bölgelerde barış yapmak, barışı inşa etmek, kolaylaştırmak, yerleştirmek ve kalıcılığını tesis etmek için anlaşmazlıkların çözümü konusunda çalışmalar yapan çeşitli akademik kuruluşlar var.
Yeşilada ve Anastasiou Kıbrıs ile ilgili ilk atölye çalışmasını 2009’da yapmışlar. Bu yıl ikincisini 14-18 Ocak tarihleri arasında Washington D.C.’de tertip ettiler.
* * *
Çalışmaya Portald Eyalet Üniversitesi dışında George Mason Üniversitesi, Amerikan Üniversitesi, Arizona Eyalet Üniversitesi ve Tufts Üniversitesi de katkıda bulundu.
Atölye çalışmasına Rum Kesimi’nden bir siyasetçi, bir STÖ yöneticisi, bir gazeteci katıldı.
Yunanistan’dan Başbakan Papandreau’nun yakın danışmanı (Paulina Lampsa), bir dış politika uzmanı ve bir gazeteci geldi.
KKTC’den gelen heyette Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu’nun Başdanışmanı Ergün Olgun, STÖ yöneticisi Bülent Kanol ve gazeteci Hasan Hastürer bulunuyordu.
Atölye çalışmasına Türkiye’den ise eski Dışişleri Bakanı, AKP milletvekili Yaşar Yakış ve ben katıldık.
Herkesin hiçbir kuruluşu temsil etmediği ve sadece kendi görüşlerini ifade ettiği 5 günde sabahtan akşama Türkiye-Yunanistan-KKTC-Kıbrıs Rum Kesimi açısından barışı kolaylaştıracak karşılıklı bağımlılıklar, barışı teşvik eden ve barışa engel olan güdüler tespit edildi, Kıbrıs meselesine şu veya bu şekilde taraf olan ülke ve kuruluşların tasnifi yapıldı.
(Yarın çıkan sonuçları irdeleyeceğim.)
Yazının Devamını Oku 18 Ocak 2011
BAŞBAKAN son iki haftadır, hoşgörüden ırak, otoritesini pekiştiren, bazı yandaş liberalleri bile kızdıran bir söylem tutturdu. Neden? Bu tavrı genellikle seçim yatırımı olarak değerlendiriliyor. Kimileri haziran seçimlerinde Anayasa’yı tek başına değiştirecek sandalye sayısına ulaşabilmek için MHP’nin altını oymaya çalışıyor diyor. Kimileri giderek pervasızlaşıyor diye kızıyor. Kimileri “gizli program” artık açıktan savunulmaya başlandı diye seviniyor veya üzülüyor. Kimileri Başkanlık rejimi provaları yapılıyor diye derde düşüyor.
Başbakan’ın muhakkak ki zihin dünyasında bir tarz-ı siyaset var.
Bu siyaset katiyen liberal-demokrat bir yönetimi hedeflemiyor. Benim sivil siyaset adını verdiğim bu anlayış Başbakan’ın zihin haritasına şekil veren otoritenin yanılmazlığı felsefesi ile pek uyumlu.
* * *
Ancak, Başbakan da bir insan. Onun da hepimiz gibi mağlup olduğu güdüleri var. Oturduğu makamın baş döndürmemesi ise mümkün değil. Hele hele otoriteye biadın kolayca otoriteye yalakalığa dönüştüğü ülkemiz gibi pederşahi geleneği hâlâ üzerinden atamamış ülkelerde liderin güdülerine mağlup olmaması çok zor.
Herkesin içinde “benden içeri bir ben” var ve (Freudien) “ide”i o makamda dizginlemek bir müddet sonra imkânsız hale geliyor.
Ben bu “ide”e nasıl mağlup olunduğunu iki eski Başbakan, hatta birinin kardeşi, diğerinin hanımında çok açık yaşamıştım.
* * *
Başbakan gerçek bir lider. Strateji dehası, muhteşem bir hatip, hayran olduğum seviyede çalışkan, dobra ve mert. Otoritesi tam bir pederşahi otorite.
İtiraz edene şahin, biat edene baba!
Ancak, onu da insan yapan bir denetlenemez güdüsü var.
Başbakan geçmişinde çok ezildiğini hissettiği için güdüleri onu rövanş almak üzere kodlamış. Ezildiği aşikâr. İstanbul Belediye Başkanlığı sırasında bile İstanbul’un küstah alaturka burjuvazisinin kendisini nasıl dışladığını hatırlıyorum. 28 Şubat mezaliminin ruhunda açtığı yaralara bizzat şahit oldum.
Başbakan kızgın bir insan!
* * *
Kendine özgüveni arttıkça hem muhafazakâr kesimde, hem Ortadoğu’da şanı yürüdükçe; o da Başkanlık hayallerine ve dahi Ahmet Davutoğlu’nun kurguladığı Yeni Osmanlı’nın muhayyel emperyal gücüne daha çok kapılıyor.
(Emperyal) Başkan Erdoğan, (Sekretarya) Başbakan Davutoğlu!
Kendisi gibi kızgın muhafazakâr tabanın da bu hayale kapıldığını her geçen gün daha açık gördükçe, uluslararası dengelerin bu hayali sadece seyrettiğini/hatta rıza gösterdiğini hissettikçe kızgınlığının siyasi getirisi olduğunu da düşünüyor.
* * *
Ancak, sanırım iki noktayı atlıyor:
1) Otorite, güç kadar zaafı da içinde barındırır.
2) Kızdığı, rövanş almak istediği kesim (% 42) hâlâ ülkenin en dinamik insan sermayesini oluşturuyor, siyasette azınlık olan bu kesim ülkelerin motoru olan nitelikli insan gücünde çoğunluk. Başbakan diyor ki:
“Engeller kalkarsa 57 İslam ülkesi, üretimiyle, teknolojisi ve beyin gücüyle kendi kendine yetecek konuma gelir”.
Bunu başarmak için büyük çapta % 42’ye büyük ihtiyacı var!
* * *
Keşke Başbakan bu yazıyı bir muhalif yazısı olarak değil de, eski bir arkadaşın uyarısı olarak okusa!
Yazının Devamını Oku 16 Ocak 2011
5 OCAK 2011 tarihinde yazdığım yazının başlığı “Hayalle Gerçek Arasında: Dış Politika” idi. O yazım “Yeni Osmanlı” tabiri etrafında Ahmet Davutoğlu’nun kendisi ile nasıl çeliştiğini açıklıyordu.
Geçen hafta Başbakan Kuveyt’e ve Katar’a gitti ve orada Araplara seslenirken:
“Biz bize yeteriz!” dedi. Ekledi:
“Engeller kalkarsa 57 İslam ülkesi, üretimiyle, teknolojisi ve beyin gücüyle kendi kendine yetecek konuma gelir”.
Kuveyt ve Katar gibi petrol zengini ülkelere işadamları ile gitmek ve bu ülkelerde yapılacak yatırımlardan pay kapmaya çalışmak çok doğru bir girişim.
Hele hele, Katar’ın 2022 yılında ev sahipliği yapacağı dünya futbol şampiyonası için yapacağı yatırımlardan yararlanmak “müdebbir bir hükümet” için kaçırılmaz fırsat.
Ancak...
Başbakan’ın yukarıda alıntı yaptığım sözleri bence “hayal ile gerçek arasında sıkışan dış politika” savıma çok güzel bir örnek.
Başbakan bu sözleri ile hem ev sahiplerinin ruhunu okşuyor, hem içerideki muhafazakâr oylara göz kırpıyor.
Ancak kafaları da oldukça karıştırıyor.
Benim aklıma bazı sorular takıldı:
1) Araplarla Türkleri “biz” potasında değerlendiren Başbakan uluslararası bir platformda neden referansını “din” (İslam) olarak belirliyor?
2) Araplarla Türkleri “biz” yapan din ve coğrafya dışında başka ortak öğeler nelerdir?
3) 57 İslam ülkesi “kanka” mıdır? Kuveyt, Irak hakkında, Mısır ve Suudi Arabistan, İran hakkında, Hizbullah Suudi Arabistan hakkında, Şiiler, Sünniler hakkında, Iraklı Sünniler, Iraklı Kürtler hakkında, Türkiyeli Türkler, Türkiyeli Kürtler hakkında ne düşünürler, birbirlerinin taleplerine nasıl bakarlar?
4) Araştırma-geliştirme hem Türklerin, hem Arapların çok gurur duyacakları bir konu değil.
Bilimi hayata taşımadan nasıl birbirimize yeteceğiz?
5) Ortadoğu’da dünyada bilinen enerji stokunun % 64’ü yatıyor. Ama, Araplar kendi ürettikleri enerjinin yılda sadece % 4’ünü kullanıyor. Bu demektir ki, Araplarda “sanayi” yok. Sınai ürünlerin ithalatını nereden yapacağız?
6) Vizeyi kaldırmak “serbest dolaşım bölgesi” kurmak değildir. Schengen’den üretilen Şamgen’i vizeyi kaldırmakla bir tutamayız. Başbakan Arap ülkeleri ile gerçekten Şamgen kurmak istiyorsa Schengen’den vazgeçmek zorundadır. (Gerekçe için Bkz: 9 Aralık 2010 tarihli yazım: Osmanlı’yı yıkan kavram: ‘Osmanlı Milletler Topluluğu’)
Başbakan’ın böyle bir niyeti var mı?
7) Ortadoğu ile dış ticaretin artması olumlu bir gösterge. Buna Araplara gösterilen özel ilgi ve sağlanan kolaylıkların yardımcı olduğu da aşikâr. Ancak, ABD ve AB’nin büyüme rakamlarının eksiye (-) döndüğü, buna mukabil Ortadoğu’da yine de artı (+) büyüme yaşandığı bir dönemde şans da yanımızda değil mi?
Başbakan da “biz bize yetmeyeceğimizi” biliyor. Gönül okşuyor. Ama, Ahmet Davutoğlu’nun pek özendiği Yeni Osmanlı kavramını da çok çekici bulduğu aşikâr.
Benim derdim Başbakan’ın bu şekilde yaptığı konuşmaların muhafazakâr seçmende yaratacağı beklentiler ve zaten içeride ve yurtdışında tartışılmakta olan “eksen kayması” tartışmalarına yapacağı katkıdır.
Yazının Devamını Oku 13 Ocak 2011
ÜÇÜNCÜ gününde Prof. Dr. Hayrettin Karaman’ın Müslümanlar hakkında yaptığı tasnif üzerinden Türkiye’yi ve Hükümet’i irdelemeye devam ediyorum. Kabaca ve mealen diyor ki Karaman:
Muhafazakâr hayat tarzını benimsemiş kesimler arasında:
i) İslam ile laiklik ve liberal demokrasinin uyuşmadığını düşünen İslami klasikler ve
ii) İslam ile laiklik ve liberal demokrasinin uyuştuğunu düşünen İslami modernistler var.
Bence en önemli saptaması ise şu şekilde ifade edilebilir:
Tamamen İslami olmayan bir düzende yaşamak mecburiyeti varsa İslami klasikler inanç ve telakkilerini muhafaza ederler, uygulamayı ise imkân dahilinde yaparlar.
* * *
Dün şu saptamayı yaptım:
Muhafazakâr hayat tarzını benimseyenler Türkiye’de çoğunluktur. Aralarında hem İslami klasikler hem de İslami modernistler vardır ama İslami klasikler de muhafazakârlar arasında çoğunluktur.
Muhafazakârlar açısından baktığınızda, onların kültürü büyük çapta İslami algılama ile oluştuğu ve hayatı İslami paradigma ile anlamak ve yaşamak istedikleri için içselleşmiş dünyalarında demokrasi sadece kendilerinin hayat tarzını yaşama özgürlüğü olarak algılanmaktadır.
Demokratik ve laik bir ülkede ise onlar inanç ve telakkilerini içlerinde tutarlar, uygulamayı imkân dahilinde yaparlar.
* * *
Kanımca, yukarıda ve önceki iki yazımda analiz etmeye çalıştığım muhafazakârlar AKP’yi iki dönemdir (büyük ihtimalle üçüncü dönemde de) iktidar yapıyor.
AKP iktidarı da:
1) Gerek içsel, gerek dışsal etkileşim sonucu; önemle kendisine biçilen uluslararası rolü gereği gibi oynayabilmek için İslami modernist görüntü vermeye büyük özen gösteriyor.
Böylelikle, hem Batı ile Ortadoğu arasında köprü rolünü oynuyor, hem muhafazakâr sermayeyi, Erbakan’ın içine düştüğü yanlışı yapmayarak, yanına alıyor, hem de modern hayat tarzını benimseyenleri çok fazla endişelendirmemeye çalışıyor.
* * *
2) Ancak, AKP muhafazakâr oylar arasında da İslami klasiklerin çoğunluk olduğunu biliyor. Üstelik, onların kesin riayet ettiği biat kültürü Başbakan’ın tarz-ı siyasetine muazzam bir meşruiyet kazandırıyor. Hükümet bu çoğunluğa da:
i) Demokrasiden kastının muhafazakâr hayat tarzını yaşama özgürlüğü olduğu algılaması yaratmaya çalışıyor.
ii) Kendisini askeri vesayete (derin devlet) karşı panzehir olarak göstererek bazı entellerin yandaşlığını kazanıyor. (Onları ayrıca statü ve maddi açıdan desteklemesi ayrı bir fasıl.)
iii) Ancak en zor görevi, tamamen İslami olmayan bir düzende yaşamak mecburiyeti olduğu için, inanç ve telakkilerini muhafaza etmek, uygulamayı ise (şimdilik) imkân dahilinde yapmaları için ikna etmeye çalışıyor.
* * *
Bir ip üstünde üç topu sürekli havaya atıp, üçünü de devamlı tutmak zorunda olan bir cambaz gibi Hükümet bir yandan ileri demokrasiden dem vuruyor, diğer yandan türban ve imam hatiplilerin haklarını pompalıyor, bir yandan Yeni Osmanlı’yı oynayıp, diğer yandan bunu inkâr ediyor, bir yandan Ortadoğu’da Şamgen’i hedef gösterip, diğer tarafta Schengen’e bağlılığını ilan ediyor, bir yandan heykelleri “ucube” ilan edip, diğer yanda Alevi veya Çingene açılımı yapıyor!
İslami klasikler de zamanı gelince rüyalarını gerçekleştirecek Yeni Osmanlı düzeninde ve Başkanlık sistemi altında inanç ve telakkilerini tamamen uygulayacakları günü bekliyorlar.
Yazının Devamını Oku 12 Ocak 2011
DÜNKÜ yazımda Prof. Dr. Hayrettin Karaman’ın bugünün Türkiye’sini anlamaya ışık tutacak bir tespitine değindim. (Yeni Şafak, 9 Ocak 2011) Karaman Hoca şöyle bir tasnif yapıyor:
1) Laik ve liberal demokrasi ile İslam’ın bir arada nasıl olabileceğine kafa yoranların bir kısmı: “Bu ikisi arasında uyuşma ve uzlaşma olmaz” diye karar veriyorlar. (İslami klasikler -C.Ü.)
2) Eğer böyle bir düzende (tamamen İslami olmayan -C.Ü.) yaşamak mecburiyeti varsa müminler (klasikler), inanç ve telakkilerini muhafaza ederler, uygulamayı ise imkan dahilinde yaparlar.
3) Diğer bir guruba (İslam modernistleri) göre ise ‘İslam iman, ibadet ve ahlaktan ibarettir, diğer alanlarda dinin kuralları (Kuran ve Sünnet’in açıklamaları) sürekli ve bağlayıcı değildir; siyasi, hukuki, içtimai, iktisadi, medeni... alanlarda müminler çağın gereklerine (liberal laik demokrasinin kurallarına) uyarlar ve buna İslam engel değildir.
* * *
Kanımca, bu tasnif üzerinden AKP’ye oy veren kitle ve AKP’nin etkin siyasileri değerlendirilirse ülkenin nereye gittiği konusunda bir yorum geliştirilebilir.
Baştan belirteyim, söz konusu olan İslam yaşanan İslam’dır, Kur’an bu tartışmanın dışındadır. Yazı sadece AKP’ye oy veren geniş kitleleri irdelemektedir. Bu irdeleme katiyen AKP’ye oy vermeyenleri incelememektedir.
* * *
Türkiye’de hem klasik (“İslam ile liberal demokrasi uyuşmaz”), hem modernist (“İslam ile demokrasi uyuşur”) Müslümanların olduğu aşikardır.
Bu kitle topyekün muhafazakâr hayat tarzını benimsemiş çoğunluğu oluşturur ve AKP’ye iktidar yolunu açan bu çoğunluktur.
Bu insanlara sorulduğunda, tüm dünyada olduğu gibi, hemen herkes demokrasiyi istediğini beyan eder.
Ancak, sanırım Türkiye’de demokrasinin zihin haritalarında ne kadar yer ettiği ırgalandığında, modern hayat tarzını benimseyenler dahil, insanımızın önemli bir bölümünün demokrasiyi içselleştirmediği ortaya çıkacaktır.
Türk insanının dünyayı algılama paradigmaları ve ona yön veren kültüründe demokrasi/ başkalarının hakkına saygı/ diğerini kabul etmek/ kendisi gibi olmayana hoşgörü göstermek pek yoktur.
Muhazakârlar açısından baktığınızda, onların kültürü büyük çapta İslam’ı algılama ile oluştuğu ve hayatı İslami paradigma ile anlamak ve yaşamak istedikleri için içselleşmiş dünyalarında demokrasi sadece kendilerinin hayat tarzını yaşama özgürlüğü olarak algılanmaktadır.
“Eğer böyle bir düzende (tamamen İslam tarafından tarif edilmemiş düzen -C.Ü.) yaşamak mecburiyeti varsa müminler (klasikler -C.Ü.), inanç ve telakkilerini muhafaza ederler, uygulamayı ise imkan dahilinde yaparlar.” (Hayrettin Karaman)
* * *
Türkiye’de modern hayat tarzını benimseyenler uzun süre kendilerini çoğunluk zannettiler ve muhafazakâr hayat tarzını benimseyenleri devşirmeye çalıştılar. Ama onların da kültürleri en az diğerleri kadar demokrasiye kapalı idi. Sonunda dayatma sökmedi ve sanal iktidarlarını terk ettiler.
Ancak benim iddiam odur ki, AKP’ye hayatiyet veren muhafazakârların içinde İslami klasikler çoğunluktur ve AKP Türkiye’de klasik müminlerin inanç ve telakkilerini muhafaza ettikleri, uygulamayı ise imkan dahilinde yaptıkları bir orta yol bularak siyaset yapmak zorundadır.
Yarın İslami klasik ve İslami modernler arasına sıkışmış AKP’yi irdeleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 11 Ocak 2011
PROF. Dr. Hayrettin Karaman “İslam hukuku” alanında en önemli otoritelerden birisidir. İnancı hazmetmiş insanların adabı içinde en sert tartışmaları bile muazzam bir hoşgörü içinde yapar. Dünyevi görüşlerinin bir kısmına katılmasam da kendisi ile sohbetten büyük keyif alırım.
Karaman Hoca 9 Ocak 2011 tarihinde Yeni Şafak’ta bir makale yayınladı: “Sekülerleşme ve Yozlaşma”. Ertesi gün Mehmet Y. Yılmaz da bu önemli makale ile ilgili bazı görüşlerini nakletti. (Hürriyet-10 Ocak 2011).
Ben bugün Karaman Hoca’nın yazısından çok önemli gördüğüm bir alıntı yapacağım:
* * *
“Dini yorumlayanlar laik ve liberal demokrasi ile İslam’ın bir arada nasıl olabileceğine kafa yoruyorlar ve bunların bir kısmı: ‘Bu ikisi arasında uyuşma ve uzlaşma olmaz, bunlardan biri varsa diğeri -en azından tam uygulama bakımından- yoktur, İslam’ın değişmezlerini değiştirmeden onu, liberal laik demokrasiye uydurmak mümkün olmaz, bu sebeple eğer böyle bir düzende yaşamak mecburiyeti varsa müminler, inanç ve telakkilerini muhafaza ederler, uygulamayı ise imkân dahilinde yaparlar’ derler. Ben de böyle diyenlerden biriyim.
Diğer bir grup (İslam modernistleri) ise ‘İslam iman, ibadet ve ahlaktan ibarettir, diğer alanlarda dinin kuralları (Kuran ve Sünnet’in açıklamaları) sürekli ve bağlayıcı değildir; siyasi, hukuki, içtimai, iktisadi, medeni... alanlarda müminler çağın gereklerine (liberal laik demokrasinin kurallarına) uyarlar ve buna İslam engel değildir’ diyorlar.”
* * *
Hoca açıkça laikliği ve liberal demokrasiyi İslam ile uzlaşmaz buluyor ama liberal demokrasi ile İslam’ın uzlaşabileceğini düşünen İslam modernistleri olduğunu da vurguluyor.
Bir bilim adamının istediği gibi düşünme hakkını savunmak liberal demokrasinin temel taşlarından birisidir. Zira demokrasilerde demokrat olmayanlara da yer vardır.
Benim aklıma esasen iki soru takıldı:
1) Anayasa değişikliğine % 58 ile evet oyu verenler İslam ile demokrasinin uyuştuğuna mı (modernist görüş), yoksa uyuşmadığına mı (klasik görüş) inanıyorlar?
2) Onların oyları ile iktidara gelen AKP yöneticilerinin etkin olanları hangi cephede duruyor?
* * *
Meramımı basit iki örnekle anlatmak isterim: 1) Kanuni Sultan Süleyman’ı ilk bölümünde “içki içen, şehvete düşkün” bir kişi olarak gösterdiğine kanaat getirerek, bir dizi filmin ardını arkasını beklemeden diziyi daha ilk bölümünde yerle bir eden nümayişçiler muhtemelen referandumda “daha fazla demokrasi” beklentisi ile “evet” oyu kullandılar.
Anladığım kadarı ile onlara göre Kanuni; Harem’de Harvard eğitimi veren, aseksüel, sabah akşam memleket meselesi düşünen, çiftleşmeden çoğalan insanüstü bir yaratık idi. Bunun için; diziyi çekenlerin değil ama dizinin katli vaciptir. (Galiba Bülent Arınç da aynı görüşte.)
Çok büyük ihtimalle “ileri demokrasi” isteyen kesimin içinden gelen bu nümayişçiler İslam’ın demokrasi ile geçinip gidebileceğini mi düşünüyorlar, yoksa sadece kendilerine mi demokratlar?
* * *
2) Dışişleri Bakanı Erzurum’da verdiği yemekte 150 küsur büyükelçiye “talimatla” kravat çıkarttırmış, göbek attırmış. Büyükelçiler çok eğlenmişler. Masalarda önce alkollü içecek yokmuş, bazı büyükelçiler talep edince dışarıdan rakı getirtilmiş.
Aklıma takıldı, ev sahibi sıfatı ile, kendi inancı paralelinde başkalarının alkol içme hakkını kısıtlayan Davutoğlu liberal-demokrasi ile İslam’ın uyuşacağını mı düşünüyor, yoksa tersini mi?
Ben şüpheliyim. Ancak, hakkını da yemeyelim; sonradan ortaya çıkan rakı talebini de reddetmeyen Bakan acaba “klasik İslam” anlayışı ile başladığı geceye “İslam modernistleri” anlayış ile mi devam etti?
* * *
Hayrettin Karaman’ın yaptığı ayrım bugünkü Türkiye için hayati önemdedir.
Yarın devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 9 Ocak 2011
EŞİM Neriman 1999’dan beri uluslararası bir görev yapıyor. 2006’dan beri de o çokuluslu şirketin başkanlarından birisi olarak yurtdışında tam zamanlı görevli idi. Ben kendisini kışları ziyaret edip yanında birkaç ay kalıyordum. O da yaz tatilinde ve bazı hafta sonları Türkiye’ye geliyordu.
2011’in başından itibaren aynı şirketin Türkiye Başkanı olarak görev yapacak, görev yeri İstanbul olacak.
Açıkçası, 2010 yılı sonu itibari ile yurda kesin dönüş yaptı.
¡ ¡ ¡
1999’da uluslararası göreve atandığında, onun tabiri ile o kapıdan çıkınca ben de anında “bacadan çıkardım”. Herhalde, hâlâ bir gece enerjim vardı ki, iki-üç gece üst üste mumu çeşitli meyhanelerde söndürmek bana büyük keyif verirdi.
Ancak, gel zaman git zaman acı gerçekle karşılaştım. Yaşlanıyordum. Yaşlanınca da bende gece enerjisi falan kalmadı.
Meyhanelerin yerini TV karşısındaki üçlü kanepe aldı. Pijamam, terliğim, televizyonum ve ben artık mutlu bir birliktelik yaşamaya başladık. Bir süre muhterem (kayınvalidem) ile birbirimize evde yarenlik ettik. Gece karşılıklı edilen birkaç söz iyi gelmeye başladı.
“Varsın yine bir yudum su veren olmasın
Başucumda biri bana ‘su yok’ desin de...”
Ancak, o da 2006 baharında hepimizi terk etti, gitti!
Yapayalnız kaldım.
Artık, koskoca bir evde pijamam, terliğim, televizyonum ve ben birbirimize yetmemeye başlamıştık.
Bir çift söze hasret kalmıştım ama o bir çift sözü meyhanelerde arayacak takatim yoktu.
Önceleri çok cazip gelen bekâr-evlilik artık bıkkınlık getirmeye başlamıştı.
¡ ¡ ¡
Eşime ısrar etmeye başladım.
“Sılaya dön!”
O da benim gibi fark etmeye başlamıştı ki yalnızlık Allah’a aittir.
Sonunda geldi. Kesin dönüş yaptı.
Hemen bayrama soyundum. Allah yıllar süren dualarımı nihayet kabul etmişti. Çok mutlu oldum. Ancak...
¡ ¡ ¡
İki gün içinde fark ettim ki, Neriman eski Neriman’dı. O ünlü bitmez tükenmez enerjisi yerli yerindeydi. İlk iş olarak benim “bekâr hayat tarzıma” el koydu, anında “aile baskısı” uygulamaya başladı. Ona göre ev yıllar içinde mahvolmuştu.
İki haftadır evi düzeltiyor!
Sabah 06.00’da kalkıyor ve her katı, her odayı didik didik ediyor. Benim ne kadar düzensiz, ne kadar vurdumduymaz olduğumdan ha bire dem vuruyor. Ne dem vurması, ne kadar savruk/hoyrat bir adam olduğumu ha bire yüzüme vuruyor. Evde ne kadar birikmiş eski eşya varsa atıyor. Olan benim kitaplarıma da oluyor. Ne demekse “lüzumsuz kitaplar” da evden atılıyorlar!
Ben ise evin her gün elimin altından kaymakta olduğunu kaygıyla izliyorum. Evde her şey ama her şey değişiyor. Bir gece eve gelip benim koltuğumda, benim pijamalarım içinde, benim terliklerim ayağında, benim dizilerimi seyreden birisinin bana:
“Sen de kimsin?” diye sormasından çok korkuyorum.
¡ ¡ ¡
Karım eski karım ama düzen yeni düzen!
Alışırım inşallah!
Yazının Devamını Oku