3 Şubat 2011
PROAKTİF=Önden harekete geçen, öncelik alan. * * *
Tunus birbirine girdi, Mısır cayır cayır yanıyor, Lübnan’ın, Suudi Arabistan’ın eli yüreğinde, Suriye, Ürdün, Yemen hop oturup hop kalkıyor, Davutoğlu’nda tıs yok!
Dışişleri Bakanı’nın hiperaktif olduğu kesin ama proaktif olduğuna bin şahit ister.
Bakan “hiper”liği “pro”luk ile karıştırınca Başbakan da “Mısır açılımı”nda postaktif (sonradan harekete geçen) duruma düştü.
Mısır’da Mübarek’in gidici olduğuna Süleyman Demirel’in Fırat’taki sağır çobanı bile kanaat getirdikten sonra Başbakan Mübarek’e “Git!” dedi.
“Goodmorning after breakfast!” (Ünlü İngiliz sözü, kahvaltıdan sonra günaydın denmez anlamında kullanılıyor.)
Daha 2 ay önce:
“Neden Türkiye liderliğini Balkanlar’daki eski Osmanlı topraklarında, Ortadoğu’da ve Orta Asya’da yeniden inşa etmesin?” (Jackson Diehl’in Ahmet Davutoğlu ile yaptığı söyleşi, Washington Post, 5 Aralık 2010) diye soran Ahmet Davutoğlu “idealler” ile “gerçek” birbirine girince suspus kaldı. Çünkü, bu durumda Kitab-ı Mukaddes’in (Stratejik Derinlik) söyleyecek bir sözü galiba yok.
Okyanus ötesinden ABD konuştu, kıta ötesinden İngiltere konuştu, dibinden İsrail konuştu. Türkiye iki arada bir derede sıkıştı kaldı.
Türkiye konuşamadı, zira elinde bu ülkelerde ne olduğuna dair analiz/istihbarat yok. Üstelik, kaos düzlüğe çıkana dek konuşmak tehlikelidir.
Altı sakal, üstü bıyık!
Davutoğlu’ndan rica ediyorum. Lütfen, bir süre retorikten vazgeçsin.
Gazeteciler önünde “proaktif”, “ön almak”, “oyun kuruculuk” gibi sözleri bir süre telaffuz etmesin.
* * *
Ben aklımın ermediği bir hususu akademik uzmanlığına büyük saygı duyduğum Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’na soracağım.
Kuzey Afrika ve Ortadoğu’nun birbiri ardına yanmaya başlamasına “domino etkisi” diyoruz. Büyük sıkıntıları olan milletler adeta birbirinden örnek alarak otokrat liderlere başkaldırıyorlar.
Dış Politika doktrini “domino etkisi”ni ciddiye alır mı?
Toplumlar birbirlerine bakıp, “bir gecede” kendiliğinden harekete geçerler mi?
Kitleler aynı anda, üstelik değişik ülkelerde; arkalarında bir “planlayıcı” olmadan başkaldırırlar mı?
Öfke ne zaman ve hangi koşullarda toplumsal isyana dönüşür?
* * *
Yoksa arkada bir “oyun kurucu” var mıdır?
Komplo teorilerinde hemen akla ABD veya İngiltere, Almanya, Fransa gelir ama bu kez böyle bir oyun kurucu muhteşem bir satranççı olan İran olabilir mi?
Şu anda “İslam” siyasi olarak kalkışmalarda arka planda duruyor ama esas itici “ideoloji” siyasi İslam (Müslüman Kardeşler ve türleri) olabilir mi?
* * *
Ben samimi olarak bu soruların cevabını bilmiyorum.
Onun için bir uzmana danışmak istiyorum.
Sorularımı Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na değil, akademisyen Ahmet Davutoğlu’na soruyorum.
Yazının Devamını Oku 2 Şubat 2011
MEHMET Baransu Hanefi Avcı ile ilgili yazdığı kitaba hem benim kendisi ile ilgili övücü sözlerimi reklam olarak koymuş, hem de benim Hanefi Avcı’dan belge aldığımı, sanki gazeteci için belge almak suçmuş gibi, ihbar olarak yerleştirmişti. (Avcı’dan hiçbir belge almadım. Verse idi alırdım.) Ben de Baransu ile yaptığım telefon konuşmasında bana verdiği bilgiler üzerinden “Baransu’nun Emniyet içinden sadece bilgilendirilmediğine, aynı zamanda yönlendirildiğine dair kanaat bende pekişti” diye yazmıştım. (23.01.2011)
Baransu bu kanaatime bir cevap yazısı yazdı. (Taraf, 01.02.2011) Cevap vermek hakkıdır. Ancak haddini aşıyor ve düzmece iddialarda bulunuyor.
Önce Emniyet’ten aldığı açık seçik belli bir bilgi ile, bir kişiyi utanmadan ve sıkılmadan ifşa da ederek (Aydan Kodaloğlu) detaylarını ilk defa duyduğum bir iddiada bulunuyor. Bu hanımın 28 Şubat dönemi komutanları ve ABD ile ilişkilerini açıklıyor!
Sonra da bana şöyle bir çamur atıyor:.
“(Kodaloğlu’ndan toplanan) Bilgilerin askerlere karşı uygulanan psikolojik harbin bir parçası olarak ‘bir kitapta’ kullanılmasına karar verildi. Bunun için uygun bir kişi arandı ve bulundu. Bilgiler Cüneyt Ülsever’le paylaşıldı ve Hacı romanı da böylelikle ortaya çıktı. İşte, Hacı romanındaki yazışmaların hikâyesi buydu. Ülsever’in hayal dünyasından oluşturduğunu iddia ettiği yazışmalar, bir hizmetçinin ekran okuyucuyla elde ettiği bilgilerden başka bir şey değildi.”
* * *
Mehmet Baransu:
1) Romanı okumadığın aşikâr. “Hacı” bir 28 Şubat dönemi eleştirisidir. Ayrıca Fethullah Gülen Cemaati’ne sahip çıkar. Romandaki tüm kişiler hayalidir. Tabii ki dönem hakkında eline geçen bilgilerden yararlanır.
Yazının Devamını Oku 1 Şubat 2011
CHP PM üyesi Muhammet Çakmak ile uzun bir sohbet yapma imkânını elde ettim. 1969 doğumlu Çakmak, din sosyolojisi üzerine uzmanlaşan genç bir akademisyen. Politikaya özel ilgisi olduğu da aşikâr. Çakmak ile sohbetimizin konusu “Türk elitinin İslam dini ile imtihanı” olarak da ifade edilebilir.
İnkâr edemeyeceğimiz bir Cumhuriyet mirası; yeni bir rejim kurmak amacıyla cumhuriyetin kurucusu elitin modern hayat tarzını yerleştirme adına muhafazakâr hayat tarzını arka plana atma, hatta kimilerine göre tamamen silme yönündeki beyhude çabalarıdır.
Bu beyhude çabanın doğurduğu mücadele bugün periferideki muhafazakârlığın merkeze gelmesi, merkezdeki modernitenin periferiye doğru çekilmesi sonucunu vermektedir.
Muhafazakâr anlayış seneler içinde CHP’yi de bu elit eleştirisi içine koymuştur.
Bugünkü CHP’li yöneticilerin çok büyük bir kısmının dindarlığından zerre kadar şüphem yok, üstelik kimsenin dindarlığı beni ilgilendirmez ama bugün itibari ile milletin büyük çoğunluğunun algılaması -illa ki gerçek değil- CHP’nin dinin sosyolojik izdüşümlerinden uzak durduğudur.
* * *
Sosyolojinin temel saptamalarındandır:
İnsan kendinden saymadığı (iç-grup) addetmediği, uzak durduğu (dış-grup) kişileri kendileri için en iyi önermeleri de getirseler dinlemezler, kaale almazlar.
Dine uzak durduğu algılaması içindeki CHP’yi de muhafazakâr çoğunluk kendinden saymamış, uzun yıllar bu partiye uzak durmuştur. (Bir süreliğine Ecevit dönemi hariç)
* * *
Eğer, CHP kendi seçmen kitlesinin dışına çıkıp daha önceleri oy alamadığı kitlelerden de oy almak istiyorsa önce bu kapalı ruhları açmak zorundadır.
Muhammet Çakmak bana CHP adına bu kapıyı aralamak için yaptığı çalışmaları ve ulaştığı izlenimleri anlattı.
İnsanlara onların değerlerine saygı içinde yaklaşınca gönül kapılarını nasıl açtıklarını anlattı.
Kanımca CHP’nin en büyük sıkıntısı hitap ettiği kitlelerin zihin haritalarını, değer sistemlerini, dünyayı algılamada doğru kabul ettikleri “gerçekleri” (paradigmaları) anlayamaması, anlamaya çalışırsa da kendi değerlerinden kopacağından korkmasıdır.
* * *
Ben de Muhammet Çakmak’a endişeli modernlerin zaten CHP’nin yanında olduğunu, daha önceleri ANAP ve DYP’ye, hatta MHP’ye oy vermiş, sonra AKP’ye yönelmiş, ama şimdi de onun otokratik politikalarından ürken önemli bir endişeli muhafazakâr kitlenin var olduğunu, bunların son DP Kongresi’nden sonra merkez sağdan tamamen ümitlerini kestiklerini, CHP’nin bu kitlelere yönelebileceğini anlatmaya çalıştım.
CHP, eğer bir oy atılımı yapmak istiyorsa, bir hedefi de endişeli muhafazakârlar olmalıdır.
* * *
Ben Türk siyasi hayatının “normalleşmesi”nin Türk siyasetinin tüm alternatifleriyle Türk sosyolojisine daha fazla uyumu ile paralel gideceğine inanıyorum.
Bu uyumun ileri gitmeye hiçbir engeli yoktur.
Bu açıdan Muhammet Çakmak’ın CHP’de verdiği mücadeleyi önemli buluyor ve takdirle izliyorum.
Dilerim, partidaşları bu yolda kendisine yardımcı olurlar.
Yazının Devamını Oku 30 Ocak 2011
TOPLUMLARIN kendi ana kültürleri çerçevesinde insan yetiştirme kültürleri de var. Türkiye’nin insan yetiştirme kültürü bireyi tamamen yok etmese de bazı prototipler yaratıyor. İnsanı bazı genellemeler yapmaya zorluyor.
Ben bugün, iyi tanıdığıma inandığım kedilerden ve medyadan hareket ederek bazı prototiplerden bahsetmeye çalışacağım.
Medyada dürüst ve doygun insanlar çoğunlukta ama ülkenin insan yetiştirmede en büyük zaaflarından birisi olan itibar açlığı ile kıvrananlar da var.
İtibar açlığı ile kıvrananlar genelde iki türlü:
i) Kimi tok evin aç kedileri.
ii) Kimi aç evin aç kedileri.
* * *
Tok evin aç kedileri genellikle refah dolu bir geçmişten geliyorlar, zaten arada bir ana veya babalarının ne kadar hürmetli insanlar olduklarını anlatıyorlar ama tok evde yetişmiş olmak onların ruhunu bir türlü doyurmuyor.
Her daim ve her dönem otoritenin peşinde koşmaktan, ona yaranmak için ter dökmekten yılmıyorlar.
“İt kağnı gölgesinde yürür de kendi gölgesi sanırmış” (Aziz Nesin-Zübük)
Bunlar gün geliyor idam edilen gençlerin milli iradenin talebi doğrultusunda idam edildiğini iddia ediyorlar, gün geliyor o gençlerin intikamını almak için yeminler ediyorlar.
Gün geliyor 12 Eylül’e alkış tutuyorlar. Gün geliyor “12 Eylül’ün faşist Anayasası değişsin” diye bağırıyorlar. Gün geliyor Evren’i ağırlıyorlar, gün geliyor Erdoğan’ın yanağından makas alıyorlar.
Aralarında bir hanımefendi var ki; otoriteye yağ çekmek uğruna tahrifat yapmaktan, kelime oyunu çevirmekten, göz boyamacılığından adeta zevk alıyor.
* * *
Tok evin aç kedileri arasında esasen otoriteye değil ama cukkaya tapanlar da var. Cukka, gerek TMSF’nin milletin cebinden ödediği yüklü transfer parası, gerek yine millet parası ile varlığını sürdüren TRT’nin hiç seyredilmeyen programlar karşılığında verdiği cüzi bahsişler olabiliyor.
Cukkaya tapan bazı aç evin aç kedilerini ise şimdilik Cine-5’te besliyorlar. Onlar henüz 1. sınıf yalaka olamadılar.
* * *
Aç evin aç kedileri arasında itibar açlığı had safhaya ulaşmış bir grup da var. Onlar zamanında çok çekmiş “eski tüfekler”. Zamanında sille tokat giriştikleri açık ve seçik bir sağ görüş olan liberalliği şimdi baş tacı yaparak otoritenin gönlüne giriyorlar.
Zamanında devlet yıkılsın diye çok gayret sarf ettiler ama şimdilerde devlet uçağında misafir olmaya bayılıyorlar. Davetlerde itibarlı adam muamelesi görmek, işadamları tarafından ağırlanmak için ölüp bitiyorlar.
Eskiden neye kızıyorlarsa şimdi o olmak istiyorlar.
Friedrich Nietzsche bu gibiler için diyor ki:
“Her kim ki canavarla savaşıyorsa süreç içinde kendisinin de canavarlaşmamasına dikkat etmelidir”.
Uyarıyor Nietzsche:
“Cehennem çukurunun içine bakarken onun da size baktığını unutmayın”.
* * *
Bir de tok evin tok kedileri var ki onları ise hiç ama hiç anlamıyorum.
Onların bu itibar açlığı hikâyesinde ne işleri var?
Not: Bu yazıya ilhamı mesleğinde 40 yılı doldurduğu halde cumartesi günü Milliyet’teki köşesinde kendisinin hâlâ ne olduğunu anlatmak zorunda hisseden bir gazeteci ağabey verdi.
Yazının Devamını Oku 27 Ocak 2011
TÜRK dış politikasının fayda/maliyet analizini dün kabaca yaptım. Kısa özet Lübnan’dır. Son kez Türkiye Lübnan’da “birlik beraberlik” için diplomasi yapmıştır. Ancak Hizbullah lideri ile yapılan “gizli toplantı”da çekilmiş ve dünyaya bizzat Hizbullah tarafından servis edilmiş olan fotoğraf (Davutoğlu’nun toplantıya “iliştirilmiş” hali) diplomasinin getirisini bütün dünyaya özetlemiştir.
Sonunda Lübnan’da Hizbullah, dolayısıyla İran ve Suriye ileri adım atmışlar, İran Ortadoğu’da etki alanını bir kez daha genişletmiş, Hizbullah bir kere daha dünyada meşrulaştırılmış, hükümetin kontrolü büyük çapta Hizbullah’ın eline geçmiştir!
* * *
Bugün sonuncusunu yazdığım üç yazılık dizide Türkiye’nin reel (gerçekçi) dış politikayı terk ederek idealist dış politikayı benimsemesini eleştiriyor, ötesi tehlikeli bulduğumu ısrarla ifade ediyorum.
Bugün iç ve dış politika arasındaki bağlantıyı irdeleyeceğim. Ancak hemen belirteyim:
1) Türkiye’nin dış politikası evrensel seviyede idealist değildir. Örneğin evrensel insan hakları veya demokrasinin evrensel değerleri konularında Türk dış politikası katiyen idealist değildir.
Sudan, Çin, İran’da olan bitenler, Hizbullah veya Hamas’ın “savaş yöntemleri”nde başvurduğu terör konularında Türkiye’nin tepki vermeye hiç niyeti yoktur. Bu konularda çıkarlarına uygun bir şekilde gerçekçi davranmaktadır.
2) Son dönemde iç ve dış politika büyük çapta üst üste binmektedir ama bu yaklaşım salt iç popülizm uğruna dış politikayı düzenlemek anlamını taşımaz.
* * *
İç ve dış politika iç içe geçmiştir, zira her ikisi de bu dönemde yol göstericilik açısından aynı kaynaktan beslenmektedir: İslami zihin haritası!
Dünyanın önemli bir bölgesine yüzyıllardır i) Batılı(cı) çığır haritası ve ii) İslami(cı) çığır haritası damgasını vurmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti, önemle Cumhuriyet’ten sonra yaptığı seçimle Batılı haritayı seçmiştir ama 6 yüzyılın inkar edilemez etkisi ile bu ülke alt yapıda İslami harita ile yoğrulmuştur.
AKP Hükümeti’nin içeride ve dışarıda yürüttüğü politikalar 80 küsur yıllık Batılı haritayı tamamen reddetmeden 6 yüzyıllık İslami haritayı ön plana çıkarma çabasına yöneliktir.
* * *
Bu karışım içinde AKP hükümeti:
1) Muhafazakârların (Müslümanların) Türkiye’de ve dünyada inkâr edilen haklarına sahip çıkmaya çalışan bir görüntü vermek istemektedir: Ezilmiş Müslümanlar!
2) Müslümanların dünyada çok daha ağırlıklı temsil edileceği bir ideal/hülya/özlem içeride ve dışarıda devamlı pompalanmaktadır: Yeşil Elma!
3) Özlenen dünyada Müslüman-Türklerin görevi/yetkileri vurgulanmaktadır: Yeni Osmanlıcılık!
* * *
Topluma/dünyaya pompalanan bu hedefler şu iki atılımla da oldukça başarılı bir görüntü vermektedir:
1) İçeride AKP hükümeti sağlık/konut/ulaşım/eğitim alanında “ezik” muhafazakârlara (garip-gurebaya) çok önemli maddi katkıda (gelir aktarımında) bulunmaktadır. AKP’yi iktidarda tutan tek değil ama en önemli öğe budur.
2) Müslüman dünyada çizdiğini iddia ettiği liderlik hedefi ile Batı’yı ateşten çıplak eli ile alamadığı kestaneleri (İran, Suriye, Hizbullah, Hamas) Türkiye kendi eli ile alarak rahatlatmaktadır. Mesaj taşıyıcılık görevi yapmaktadır.
* * *
Çok merkezli yeni dünyada reel/pragmatist (gerçekçi) dış politika terk edilirken esasında Batılı zihin haritasının yol göstericiliği terk edilmektedir!
Batı sosu ile yoğrulmuş İslami zihin haritası artık dış politikada yol göstericidir!
Yazının Devamını Oku 26 Ocak 2011
DÜN yazdım. <br><br>Ahmet Davutoğlu ısrarla komşularla sıfır sorunu hedefleyen “çok merkezli dış politika” izlediklerini söylüyor. Ben de ısrarla “netice odaklı dış politika” kavramı ile ifade ettiğim ve dış politika sonuçlarını somut ve gerçekçi fayda/maliyet analizleri ile irdeleyen bir takip yapmaya çalışıyorum. Gönüllerinde yatan aslan, tıpkı Britanya’nın eski kolonileri ile yaptığı gibi, Ortadoğu’da, Balkanlar’da, Orta Asya’da Türkiye önderliğinde bir milletler birliği yaratmaktır:
Yeni Osmanlı!
* * *
Fayda/maliyet analizinin fayda (+) hanesinde:
1) Bölgede bazı ülkeler ile kaldırılan vize işlemleri vardır. Vizenin kalkması muhakkak ki komşularla ticari faaliyetlere olumlu katkıda bulunacaktır.
2) Ortadoğu dışında Afrika Kıtası’na yapılan hamlelerin de ileride ekonomimize katkıda bulunması beklenebilir.
* * *
Maliyet (-) hanesine bakınca ise şunlar gözüküyor:
1) Türkiye 2009’da Obama’nın soykırımı tanıma sözüne set çekmek için Ermenistan’la 2 protokol imzaladı. Azerbaycan küstü. Başbakan apar topar Azerbaycan’a gitti. Gönül aldı. Baktı ki muhalefet de Ermenistan ile imzalanan protokollere şiddetli itiraz ediyor, protokoller o gün bugün sumen altı edildi.
2) Türkiye Suriye-İsrail arasında arabulucu olmaya soyundu. İsrail ile arası o kadar bozuldu ki artık Suriye-İsrail olası yakınlaşma girişimlerinde adımız bile geçmiyor. Mısır önde.
3) Türkiye ABD (Batı) ile İran arasında da arabulucu olmaya kalktı. BMGK İran’a ambargo uygulamaya hazırlanırken Brezilya ile birlikte İran’ın tam istediği şekilde Tahran Deklarasyonu imzalandı. Deklarasyon Batı’da herhangi bir olumlu yaklaşım görmedi. Ardından BMGK’de ambargoya ret oyu verince Türkiye ABD Kongresi önünde müttefikliğinden şüphe edilen ülke durumunda düştü. Brezilya arada çark etti ama Türkiye idealist politika uğruna Batı’da “eksen değiştiriyor” şüphesine güçlü bir kanıt vermiş oldu. O gün bugün ABD ile ilişkiler limoni.
4) Türkiye Lübnan’da iç kargaşa çıkınca yine çok aktif tavır aldı. Davutoğlu Hizbullah lideri ile gizli bir yerde görüştü. Hizbullah o görüşmenin resimlerini dünyaya servis edince dünyada meşruiyet kazandı ama Davutoğlu’nun resimdeki “ilişik konumu” da ciddi sorgulandı. Hizbullah yine de bildiğini okudu.
* * *
Ben yukarıda sadece birkaç örnek verdim. İşte sonuçlar:
1) Türkiye önderliğinde bir milletler birliği yaratmayı hedefleyen hükümetin bölgedeki tüm girişimlerinin sonucu sıfıra sıfır elde var sıfırdır.
2) Üstelik, İsrail’e kafa tutan Türkiye’nin Arap sokaklarında kazandığı şan/şöhret Mısır, Suudi Arabistan gibi ülkeleri rahatsız etmektedir.
3)Sünni ülkeler Şii İran’ın Türkiye sayesinde kazandığı bölgedeki ivmeden ise ziyadesi ile tedirgindirler. Bu ülkeler İran karşısında İsrail’i bile müttefik görmektedirler.
4) Suriye yönetimi Türkiye’nin “Yeni Osmanlı” hevesini açıkça sorgulamıştır.
* * *
Peki bu girişimlerden kazananlar var mı?
Elbette var!
1) Batı ve ABD doğrudan görüşmek istemedikleri İran, Hizbullah, Hamas ile Türkiye üzerinden görüşüyorlar.
2) Hizbullah ve Hamas bildiğini okumaktan zerre kadar vazgeçmeden Türkiye üzerinden Batı’da meşruiyet kazanıyor.
3) Türkiye vasıtası ile Batı’yı oyalayan İran nükleer silah üretmek için devamlı zaman kazanıyor.
4) Sıkışık Suriye İran ile ABD arasında daha rahat hareket ediyor.
* * *
Kanımca, Türkiye’nin dış politikasının fayda/maliyet analizi kabaca yukarıdaki gibidir.
(Yarın: İç politika-dış politika ilişkisi.)
Yazının Devamını Oku 25 Ocak 2011
İDEALİST dış politika=İdeale/ fikri modele/ kurguya/ hayale dayalı dış politika.
* * *
Dünyanın artık eski çift kutuplu politikaya dayanmadığı bir gerçek. Yeni kavram çok kutuplu dış politika.
Artık ABD-AB, Rusya dışında Çin, Hindistan, Brezilya vb. gibi yeni kutuplar var.
Türkiye ve İran gibi bölgesel politikalara oynayan aktörler de var.
Bu gerçek seçilen kutba göre o kutbun en güçlü ülkesinin üstünlüğünü kabul eden (ABD veya Rusya) reel (gerçekçi) dış politika oyununu ortadan kaldırdı.
Ama reel (gerçekçi) dış politika oyununu ortadan kaldırmadı!
Ülkeler artık çok değişkenli bir matrix karşısında dış politika geliştiriyorlar, farklı olgular karşısında farklı tutumlar alabiliyorlar ama her bir olgunun kendi gerçeğini öne çıkarıp kendi çıkarları doğrultusunda pragmatik politikalar seçiyorlar.
Yazının Devamını Oku 23 Ocak 2011
ÜÇ adet Ahmet Altan var: 1) Romancı, 2) Taraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni, 3) Köşe yazarı.
Bir de insan Ahmet Altan var. Ancak, tabii ki herkes Ahmet Altan’ı şahsen tanımak durumunda değil. Ben şanslıyım. Kendisini şahsen tanıdım.
Ahmet Altan’ın en çok gülen gözlerini ve ince mizahını severim.
Üretken Altan’ın ise romancılığına hayranım. Bana göre özellikle “Kılıç Yarası Gibi” (1998) ve “İsyan Günlerinde Aşk” (2001) Türk romancılığının baş eserleri arasında yer alır.
Öte yanda Altan’ın sergilediği gazetecilik anlayışını benimseyemedim. Taraf başarısız bir gazetedir demiyorum. Gizli ellerin ulaştırdığı belgeleri yayınlayarak ülkenin gündemini belirlemek muhakkak ki başarılı gazeteciliktir. Ancak, ben Ahmet’in yerinde olsam durmadan “Acaba binlerce sayfa tutan belgelerde sahtecilik var mı?”, “Yoksa kullanılıyor muyum?” diye sorardım.
Ahmet Altan’ın köşe yazarlığını genel yayın yönetmenliğinden çok beğeniyorum.
Ancak, belli ki Recep Tayyip Erdoğan, yönetmenliğini köşe yazarlığına tercih ediyor.
Baksanıza, yönetmen olarak ürettiği belgelerden olabildiğince faydalandı ama köşe yazarlığında bir nebze “yoldan çıkınca” anında mahkemeye verdi. Hem de 50.000 TL gibi yüksek bir tazminat istiyor!
Davayı TÜSİAD’da ne kadar demokrat olduğunu anlattığı günden birkaç gün önce açtı.
Başbakan’ın bir sevdiği Ahmet var, bir de nefret ettiği!
Başbakan’ın savcısı olduğu Silivri davalarına Ahmet Altan’ın yönetmen olduğu Taraf Gazetesi sürü ile “belge” taşıdı. Bence davalarda gayriresmi savcı olma vasfını Taraf Başbakan’dan katbekat fazla hak etti.
Silivri davalarının tarihi hizmetinin hukuku aramak değil, siyasi rekabette hasma yumruk vurmak olduğu hakkındaki yaygın kanaate ben de katılıyorum.
2003-2004 yıllarında aldığım tehditler, yapılan dinlemeler, özel takipler vb. vasıtası ile demokrasiye hiç saygısı olmayan, kendilerini Allah’tan sonra en yetkili gören küstah komutanların var olduğunu bizzat yaşayarak biliyorum.
Ancak, hukuka bir gün ihtiyacım olacağını bilerek Silivri’de yargılananların tümü için hukuk istiyorum.
Hukuk intikam duygularının değil, aklın ve vicdanın terazisinde tartılmalıdır!
30 Haziran 2010’da Amerikan Ulusal Halk Radyosu’nda (NPR) röportaj yapan gazeteci Julia Rooke, Yasemin Çongar’ın (Taraf) tanıklarla konuşarak Balyoz Davası belgelerini ellerinden geldiği kadar doğruladıklarını söylediğini nakletti.
Ben bu kanaatte değilim.
1) Mehmet Baransu’nun “Mösyö: Hanefi Avcı’nın Yazamadıkları” adlı kitabında benimle ilgili yazdıklarını telefonda Baransu’ya bizzat sorunca verdiği cevaptan Baransu’nun Emniyet içinden sadece bilgilendirilmediğine, aynı zamanda yönlendirildiğine dair kanaat bende pekişti.
2) Ünlü Balyoz Davası’nın giderek kendisinde de daha ünlü hale gelen 11 No’lu CD’sinin kaydının en son 5 Mart 2003’de yapıldığını biliyoruz. Ancak, içinde 2008’e, 2009’a ait “bilgiler” de var! Hatta, 2003’te bazı kurumlarda çalışmayan kişiler çalışıyormuş gibi gösterilmiş. Bazı gazeteler CD’nin 2008’de (nasıl oluyorsa) güncellendiğini iddia ettiler. Yalanları hemen ortaya çıktı.
Belli ki Taraf eline gelen “belgeleri” olduğu gibi nakletmiş, öyle tanıklarla falan uğraşmamış. Mesleğin gerektirdiği kadar titiz davranmamış.
Şimdi soruyorum:
Recep Tayyip Erdoğan kendi kurmakta olduğu müesses nizama bu kadar gözü kapalı yardımcı olan Ahmet Altan’ı bir kalemde neden sildi?
Yazının Devamını Oku