Cüneyt Ülsever

Üç konu

27 Ekim 2010
BUGÜN basit gibi gözüken ama Türkiye’de demokrasinin nerede durduğunu, yasaların kişilere eşit uygulanıp uygulanmadığını sorgulayan üç bağımsız ama özü aynı konuya dikkat çekeceğim. * * *

1) Bundan bir süre önce YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan hukuki mülahazaları açık bırakma pahasına, üniversiteye türbanla girişi serbest bıraktı.

Hukuken düzenlemeler yapılması gerektiği halde atılımını doğru bulduğumu TV’lerde ifade ettim.

Başkan ayrıca tüm öğrencilerin teminatı olduğunu söyledi. Gönülden destekledim.

Ancak görüyoruz ki; Yıldız Teknik Üniversitesi, geçen hafta türban karşıtı eylem yapan 26 öğrencinin kampusa girişlerini, açılan soruşturma bitene kadar yasaklamış.

26 gencin hakkı gasp edilmiş.

Rektörlükten yapılan açıklamada:

“Açılan disiplin soruşturmasının sağlıklı yürütülebilmesi ve kampus düzeninin sağlanabilmesi amacıyla üniversitemiz kampuslarına soruşturma sonuçlanana kadar girişiniz yasaklanmıştır” deniyor.

Başkan benim yüreğim sızladı, “Adaletin bu mu YÖK!” diyesim geldi.

Sizin yüreğiniz ne durumda?

* * *

2) Radikal gazetesi yazarlarından Ahmet İnsel, geçen gün yaptığı söyleşide Diyanet İşleri Başkanı Prof. Ali Bardakoğlu’na, nüfus cüzdanlarındaki din hanesine ne dediğini sormuş. Şu cevabı almış:

“Nüfus cüzdanlarında din ve mezhebin belirtilmesinin toplumdaki ayrışmayı artırdığını düşünüyorum. Nüfus cüzdanlarındaki din hanesi kaldırılmalı.”

Öte yanda Rumeli/Balkan Türklerini Türk saymayan, siyasal söyleme “kökeni sahiden Türk” ve “etnik Türk” gibi ırkçı söylemler kazandırmaya çalışan, sonunda hızını alamayıp faşizm yolunda son merhaleyi kat eden Ali Bulaç ise değil din ve mezhebin, etnisitenin ve kültürel kökenin (herhalde eşcinsel ve ateleri kastediyor) de nüfus cüzdanlarına kayıt edilmesi gerektiğini söylüyor.

Nüfus İdaresi vatandaşlık numarasına “Yıldızlı Bir Numara” verip Ali Bulaç’ı “Türküm!” diyerek yalan beyanda bulunacak Rumelili, Balkanlı, Kafkas, Arap, Çingene, Kürt, Gürcü vb. vatandaşların yanlışını düzeltmek üzere “Irk Tayin Etme Yüksek Kurulu Başkanlığı”na atamalı ki, sistem doğru çalışsın!

Ancak ben yine de Başbakan’a Ahmet İnsel’in sorusuna demokrasi iklimi içinde cevap veren Ali Bardakoğlu’na kulak vermesini tavsiye ederim.

Üstelik, sık sık ulemanın ele alınan konular hakkında ne düşündüğünü merak eden Başbakan; Ali Bardakoğlu’nu bilim adamı olarak değil, ulema olarak da kabul edebilir.

* * *

Kapatılan DTP’nin siyasi yasaklı Genel Başkanı Ahmet Türk ve milletvekili Aysel Tuğluk milletvekilliklerinin iadesi için TBMM’ye başvurmuşlar.

Dilekçelerinde:
“12 Eylül referandumu sonucu kabul edilen yeni Anayasa 84. madde değişikliği ile partilerin kapatılması durumunda milletvekili üyeliklerinin düşürülmesi hükmü kaldırılmıştır. Bu hüküm yürürlüğe girmekle fiili olarak etkilidir” diyorlar.

Haklılar.

Yasalarda yapılan değişiklikler kişinin aleyhine ise geri işletilemez ama lehine ise işletilir.

Dilerim, TBMM Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk’un haklarını iade eder.

* * *

Demokrasiler ayrıntılarda korunur.
Yazının Devamını Oku

Türkiye dünyada bir yol ayrımına giriyor

26 Ekim 2010
BEN ikinci kez yazıyorum. Bazı gazeteciler de yazdılar. Ancak, henüz yumurta kapıya dayanmadı. Dayanınca düşüneceğiz! Konu NATO kapsamında caydırıcı/savunma amaçlı füze kalkanlarının Türkiye’ye yerleştirilmesi!
Teklifin sahibi ABD öncülüğünde NATO!
Teklifin 19-20 Kasım’da Lizbon’da yapılacak olan ve ittifakın önümüzdeki 10 yıllık “savunma konsepti”nin kararlaştırılacağı NATO zirvesinin de ana gündem maddelerinden biri olacağı şimdiden belli.
Konseptin bu bölümü NATO’yu İran’ın olası nükleer saldırısından korumak için geliştirildi.
Türkiye tam anlamı ile köşeye sıkıştı:
Ya füze kalkanlarının Türkiye’ye yerleştirilmesini kabul edecek ya da etmeyecek!
* * *
Ederse, Recep Tayyip Erdoğan’ın Ortadoğu sokaklarındaki imajı silinecek, etmezse NATO’ya ortak savunma taahhüdü vermiş Türkiye kuruluşun 10 yıllık savunma konseptinden ayrı düşmüş olacak.
Bu durum Türkiye’nin fiilen NATO’dan çıkması anlamına geliyor.
Ahmet Davutoğlu “Biz çevremizdeki hiçbir komşumuzdan bir tehdit algılaması içinde değiliz. NATO’ya dönük de bir tehdit algılaması veya tehdit oluşturduğu kanaatinde değiliz” diyor ama bu savunmanın bir anlamı yok.
Mesele Türkiye’nin kendi durumunu veya Ahmet Davutoğlu’nun NATO’ya yönelik tehdit algılamasını nasıl kavradığı değil, bizzat NATO’nun nasıl kavradığıdır.
Üstelik, Davutoğlu’nun görüşüne Suudi Arabistan, Mısır, Körfez ülkeleri gibi Ortadoğu ülkeleri de katılmıyor.
* * *
Davutoğlu’nun: i) ortak hedef olarak İran veya Suriye’nin adı belirtilmesin veya ii) diğer NATO ülkelerine de füze kalkanı konsun mealli teklifleri de meseleyi sulandırmaya yetmez.
Adları belirtilmese de, füze kalkanının hedeflerinin önce İran, sonra Suriye olduğunu sağır sultan bile biliyor.
Başka ülke veya ülkeler de topraklarına füze kalkanı yerleştirilmesini kabul etseler bile Türkiye başka bir Müslüman ülkeyi açıkça karşısına alan tek Müslüman ülke olacak.
1 Mart Tezkeresi’nin reddi “Müslüman Türkiye Müslümanlara silah çekmez” jargonu ile takdim edilmemiş miydi?
Bu jargon değil miydi, Erdoğan’ı Ortadoğu’da kahraman yapan?
Müslüman Türkiye, Müslüman İran’a doğru füzeleri nasıl doğrultacak?
Bu tavrını Ortadoğu sokaklarına nasıl izah edecek?
* * *
Tersten bakalım; Türkiye İran’ı ortak tehdit olarak algılayan (bence haklılar) Batı’ya füze kalkanına izin vermemesini nasıl anlatacak?
Türkiye’nin dünyadaki önemi Batı’nın Ortadoğu’da temsiline soyunmuş olması değil midir?
Türkiye’nin Ortadoğu’daki flörtlerine öncelikle Batı’yı kucakladığı önkabulü ile göz yumulmaktadır!
Önceliğini değiştirmiş bir Türkiye’nin eksenini değiştirmediğini Ahmet Davutoğlu kime, nasıl anlatacaktır?
* * *
Tahminim odur ki, çeşitli bahaneler icat ederek Türkiye ülkemize füze kalkanı yerleştirilmesini kabul edecektir. Zira, Türkiye’deki rejimin eksen değiştirdiğini resmen ilan etmek için vakit hâlâ erkendir.
Ortadoğu’ya da “Türkiye’de statüko böyle zorladı” der, işin içinden sıyrılmayı denersiniz.
“İşe Yahudi lobisi karıştı” diyebilirsiniz.
Ergenekon’dan dem vurur, İran düşmanı katı laikleri suçlarsınız.
% 42’nin çevirdiği katakullilerden dem vurusunuz.
Ama Ortadoğu sokaklarında yerler mi, yemezler mi, orasını ben bilemem!
Yazının Devamını Oku

Adaletin bu mu Adalet Bakanı?

24 Ekim 2010
12 Eylül faşizmi HSYK’ya Adalet Bakanı ve Müsteşarı’nı sokmuştu. 12 Eylül faşizmine son vermek üzere yola çıkan Hükümet, herhalde “İşime gelen faşizm bin yaşasın!” şiarı ile, HSYK’da Bakan’ı ve Müsteşarı’nı koruduğu gibi, Kurul’a ilave olarak personelden sorumlu Adalet Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı’nı, Adalet Bakanlığı Personel Genel Müdürü’nü ve eğitimden sorumlu Adalet Akademisi Müdürü’nü de soktu.
Hâkim ve savcılar tam anlamı ile yürütmenin memuru oldular ve HSYK hâkim ve savcıların özlük haklarını, Adalet Bakanlığı adına düzenleyen İnsan Kaynakları Departmanı haline geldi.
12 Eylül faşizmi böyle hal’loldu.
? İndirmediler, bindirdiler!
¡ ¡ ¡
HSYK seçiminden önce katıldığım bir TV programında “Adalet Bakanlığı’nın yaptığı listeden bahsediliyor” demiştim. Hemen ertesi günü bana e-posta yolu ile 10 kişilik (7 asıl+3 yedek) Adli Yargı bölümü listesi yollandı. (İdari Yargı bölümü listesi yoktu.) Sakladım. Ama gerek yokmuş. Seçimden önce gazetelerde tüm listeler yayınlandı.
Elimdeki liste tulum tuttu. Bir adet bile yanılma yok.
YSK adayların propaganda yapmasını yasaklamıştı. Oy kullanan 12.000 hâkim ve savcının 167 adayın (Adli Yargı listesi) hepsini tanıyarak oy verdiğini iddia etmek insan aklı ile açıkça alay etmektir.
Eğer, Adalet Bakanı’nın iddia ettiği gibi listeleri sadece aralarında konuşmuşlar ise, benim elimdeki Adli Yargı listesinin % 100 tutma ihtimali, 167 aday ve 10 (7+3) seçilmiş kişi olduğuna göre:
? % 0.000000000000000000000005927’dir! (% 0. 23 adet sıfır ve 5927.)
Bu yüzde ihtimali yılbaşında büyük ikramiye çıkma ihtimali ile neredeyse aynı seviyededir.
Bakan Bey sadece bizimle değil, matematik (ihtimal hesapları) bilimi ile de alay ediyor!
Yemezler!
¡ ¡ ¡
Listeyi Adalet Bakanı ve Müsteşarı hazırlamış, Müsteşar Yardımcısı ve Personel Genel Müdürü listenin propagandasını yapmışlardır. Nitekim:
“Listenin koçluğunu yaptığı iddia edilen Müsteşar Yardımcısı İbrahim Okur’un Vatan’a verdiği demeç tam bir itiraf:
‘YARSAV karşısında ortak hareket ettik ve öyle kazandık!’” (Tufan Türenç-Hürriyet-22 Ekim 2020)
167 adaylı Adli Yargı listesinden seçilen 10 (7+3) kişi 6401 ile 4570 arasında oy aldıklarına göre “ortak hareket” ancak ve ancak “propaganda” yaparak mümkün olur.
Her türlü propaganda YSK kararına göre suçtur. Ama, Adalet Bakanlığı’nın yaptığı propaganda katmerli suçtur! Zira, Bakanlık amir pozisyonundadır.
İşin en acı tarafı, kuvvetler ayrılığı ilkesi çerçevesinde bizim adımıza hukukun üstünlüğünü korumak üzere bağımsızlığı Anayasa tarafından garanti edilmesi gereken 12 bin hâkim ve savcı bu bağımsızlığa son darbeyi kendi elleri ile vurmuşlardır.
¡ ¡ ¡
Adam bağırıyormuş: “Karımı öptüler, karımı öptüler!”
Duyanlar “Sen de kadıya şikâyet et!” diye akıl vermişler.
Adam beter bağırmaya başlamış: “Ben neyleyim. Karımı zaten kadı öptü!”
Kadı izin verirse, ben de tüm “Yetmez ama evet”çi dostları yanaklarından öpüyorum.
Yazının Devamını Oku

Türban düzenlemesi için bir öneri

21 Ekim 2010
AKP ve CHP’nin “türban meselesi”ni çözmeye niyetleri olmadığı aşikâr. İkisi de “türban yasağı”ndan nemalanma hesabı içindeler. Sadece CHP eskiden çözmek istemediğini açıkça beyan ederken şimdi çözecekmiş gibi yaparak farklılaştığı algısı yaratmaya çalışıyor.
Ne hazindir ki, siyasi partiler, biz gazeteciler, enteller, gençlerimizin geleceği ile oyun oynayarak siyaset yaptığımızı veya fikir ürettiğimizi zannediyoruz.
Yüzlerce baş örtme şekli arasında türbanın bazı kadınlarca siyasi simge olarak kullanıldığını ben de kabul ediyorum. Ama, kimin siyasi, kimin kişisel tercih nedeni ile türban taktığının objektif ölçüsünün olmadığı bir dünyada türbanın elinden siyasi simge olma vasfını ancak onu serbestleştirerek alınacağını da inatla söylüyorum.
Yargıtay’ın türbanın üniversitede kullanılmasının laikliğe aykırı olduğuna dair açıklaması ise işi iyice karıştırıyor. Aynı türbanın hem laikliğe aykırı (üniversite), hem de laikliğe uygun (sokak) olabilmesini hiç anlayamıyorum.
Kimsenin çözmeye niyeti olmadığını bile bile ben yine de bugün bir öneride bulunacağım.
* * *
Önerim hukuk devleti olmanın temel vasfı olan kişisel özgürlükler/haklar kavramı üzerine inşa edilmiştir.
1) Türbana kişisel özgürlük açısından baktığınızda kişisel özgürlüğünü kazanmış (veli vesayetinden kanunen kurtulmuş-reşit olmuş) her vatandaş istediği her yerde istediği gibi giyinir.
2) Kişisel giyinme özgürlüğüne tek engel edep/ahlaktır. Ancak, edep/ahlak yazılı kanunlarla değil, kamu vicdanı ile şekillenir.
3) Çalışma hayatında giyinme özgürlüğü kamusal alanda hizmet veren kişiler arasından, istisna olarak sadece kişisel özgürlüklerin/hakların kullanılmasına yönelik hizmet verenler için kısıtlanır.
4) Giyinme özgürlüğünün kısıtlanması laiklik ilkesi ile çeliştiği için değil, kişisel özgürlükler/haklar konusunda karar verenin dini/etnik/zümresel vb. farkını ortaya koymaması, dolayısı ile taraf olarak algılanmaması için gereklidir.
5) Taraflılıkta esas makul sayıda insan tarafından taşınan algılamadır.
* * *
Bu beş prensibe göre:
1) Üniversite çağına dek okullarda baş örtülemez.
2) Üniversiteden itibaren her türlü alanda baş örtmek serbesttir.
3) Dolayısı ile kamu hizmeti alan veya kamu hizmeti veren herhangi bir kişi kamusal alanda da başını örtme konusunda özgürdür.
4) İstisna olarak kamusal hizmet verenler arasında kişisel özgürlüklerin/hakların kullanılması ile ilgili karar verme görevinde olanlar, tarafsızlıklarına gölge düşürmemek adına, başlarını örtemezler, herhangi bir partinin, dinin, etnisitenin sembolleri olarak algılanan rozet, takı vb. kullanamazlar.
5) İstisnai durumda olan kamu görevlerine örnekler:
i) Hâkim ve savcılar (avukatlar değil),
ii) öğretmenler,
iii) müfettişler,
iv) askerler,
v) polisler,
vi) mali denetçiler vb.’dir.
Tıp doktorları muayene veya ameliyat sırasında sadece cinsiyet ayrımı yapamazlar. Ancak, giyinme özgürlüğü konusunda istisnai kısıtlamalara tabi değildirler.
* * *
Saydığım meslekler tüm kişisel özgürlük/hak kullanımı hakkında karar veren/uygulama yapan kamusal (devlete ait) mesleklerin hepsini katiyen kapsamıyor. Ben sadece örnekler vermek istedim.
* * *
Önerimi bir arada yaşama iradesini gerçekleştirebilmek için, tarafların kaygı ve haklarını inkâr etmeden, optimal/ortak bir zeminde buluşmak adına yapıyorum.
Yazının Devamını Oku

Türkiye NATO ile karşı karşıya mı gelecek?

20 Ekim 2010
YILLAR önce “Başbakan NATO’dan çıkmayı mı düşünüyor?” mealli bir yazı yazmıştım. Başbakan da beni, herhalde bilgiyi “dışarıdan” aldığımı varsayarak, “hain” ilan etmişti. Tarihin cilvesine bakın ki, ben 28 Şubat döneminde Recep Tayyip Erdoğan’a “hain” diyenlere karşı çıktığım için yargılanmıştım. Başbakan en yakınındaki adamının sağda solda “öttüğü”nün farkına varamamıştı.
* * *
Spekülatif bir yazının sorduğu soru yıllar sonra Başbakan’ın önüne reel bir tercih olarak geliyor.
NATO, ABD’nin de teşviki ile, ortak tehdit olarak gördüğü İran’a karşı Türkiye’de füze kalkanı kurmak istiyor!
Hem ABD, hem NATO bu talebini açıkça ifade ediyor.
Halbuki hükümet bu kanaatte değil. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu açıkça diyor ki:
“Biz çevremizdeki hiçbir komşumuzdan bir tehdit algılaması içinde değiliz. NATO’ya dönük de bir tehdit algılaması veya tehdit oluşturduğu kanaatinde değiliz.”
Davutoğlu tüm NATO ülkelerinin yanlış bir algılama içinde olduğunu beyan ediyor. Öte yanda ABD Savunma Bakanı Robert Gates de Ankara’ya, füze kalkanı konusunda “Baskı yapmıyoruz, destek bekliyoruz” mesajı veriyor. Gates, Türkiye’nin İran’ın nükleer programına karşı BM’deki yaptırım kararına “hayır” demesinin “hayal kırıklığı” olarak yorumlanmasına rağmen, Türk-Amerikan ilişkilerini bir özdeyişle özetliyor: “Akıllı adam dostunu her zaman hatırlar, aptal adam işi olunca. Biz güvenliğimiz için birbirimizi hep düşünmeliyiz.” (Okan Müderrisoğlu, “Baskı yok, destek bekliyoruz”, Sabah, 19.10.2010)
* * *
Türk-Amerikan, Türkiye-AB ilişkileri basit bir denklem içinde yolunda gidiyordu.
Türkiye’ye Ortadoğu’nun “yeni Osmanlı”sı olma yolunda göz yumulacak, bu uğurda muhafazakar hayat tarzını öne çıkarması, demokraside ağır aksak hareket etmesi görmezden gelinecek, hatta “tek adam” sendromu kışkırtılarak Recep Tayyip Erdoğan’ın Ortadoğu’nun en popüler lideri olması teşvik edilecekti. Buna karşılık Türkiye Batı’nın Ortadoğu’da temsilcisi olarak dünyada enerjinin merkezi olan bu bölgede Batı’nın hak ve taleplerini savunacaktı.
Sınır bekçiliği diplomatik seviyede de olsa devam edecekti.
AB Türkiye’yi alacakmış gibi yapacak, Türkiye de AB’ye girmek istiyormuş gibi davranacaktı! Bu uğurda Türkiye’nin İsrail ile çatışmasına, Ermenistan ile imzaladığı protokolleri sumen altı etmesine kaş çatılsa da, fazla tepki verilmeyecekti.
* * *
Mevleviler misali bir kolu Ortadoğu’yu gösteren Türkiye’nin diğer kolu Batı’yı kucaklayacaktı.
Türkiye Batı ile Ortadoğu’nun yollarının kesiştiği noktada tam anlamıyla köprü vazifesi görecekti.
Ancak Türkiye Ortadoğu’da giderek Batı’nın kaldırabileceğinden fazla rol çalmaya başladı.
Sanki bir kolu Batı’yı gösterirken, diğer kolu Ortadoğu’yu kucaklamaya başladı.
En son Türkiye’nin İran’ın nükleer programına karşı BM’deki yaptırım kararına “hayır” demesi Ortadoğu’yu kucaklama algılamasında dönüm noktası oldu.
Bu tavır ABD’de de, Avrupa’da da ciddi olarak “Türkiye Batı’dan kopuyor!” kaygısı yarattı.
* * *
NATO ülkelerini İran’ın olası nükleer gücünden korumak ve caydırmak için Türkiye’ye füze kalkanı yerleştirme teklifi Türkiye tarafından reddedilirse, bu reddiyenin doğal sonucu olarak Türkiye NATO’nun “ortak savunma konsepti”nden kopmuş olacak. Yine “hain” demeyecekse Başbakan’a soruyorum.
Kendisi NATO’dan çıkma konusunda bir yol ağzında
değil mi?
Yazının Devamını Oku

Yargı bağımsızlığına el-Fatiha

19 Ekim 2010
BEN HSYK’ya Adalet Bakanı’nın “başkan” olarak katılmasını, yetmezmiş gibi Müsteşarı’nın heyette üye olarak kalmasını 12 Eylül faşizminin Hükümet’in işine yarayan kalıntısı olarak değerlendirirken, sözcü gazeteciler “Ama üye sayısı 22’ye çıkarılan HSYK’ya çok geniş bir yelpazeden üye seçilecek” diye cevap yetiştiriyorlardı. Ancak, HSYK’ya adli yargıdan seçilecek 7 asıl, 4 yedek, idari yargıdan seçilecek 3 asıl, 2 yedek üyelik için pazar günü yapılan seçimden, Adalet Bakanlığı’nın desteklediği liste tulum olarak çıktı.
Liste gazetelerde yayınlanmıştı, ben de saklamıştım. Liste hiç fire vermeden seçildi.
Bir listenin seçilecek 10 üyenin tamamını önden bilme ihtimali, istatistik hesaplarına göre, nerede ise bir kişiye büyük ikramiye çıkma ihtimaline eşittir.
Adalet Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı İbrahim Okur, Adalet Bakanlığı Personel Genel Müdürü Birol Erdem, Adalet Akademisi Müdürü Ahmet Kaya gibi bürokratlar HSYK’nın yeni üyeleri olarak görev yapacak. Milliyet Gazetesi’nin güzel üslubu ile ifade ettiği gibi “Bürokratlar, bakanlıktan çıkıp, HSYK binasına girecek!”
Artık, Personel Genel Müdürü de “departmanını” HSYK’ya taşır. Savcı ve hâkimlerden oluşan “Bakanlık personeli”nin terfi, tayin, ödül ve ceza işlemlerini Kurul’dan yönetir!
7+3 üye pazar günü seçildi. Zaten Bakan ve Müsteşar Kurul’da “doğal üye”.
22 üyeden 12’si şimdiden Hükümet’in cebinde.
İşin en acı tarafı, kuvvetler ayrılığı ilkesi çerçevesinde bizim adımıza hukukun üstünlüğünü korumak üzere bağımsızlığı Anayasa tarafından garanti edilmesi gereken 12 bin hâkim ve savcı bu bağımsızlığa son darbeyi kendi elleri ile vurdular.
Yargı bağımsızlığı 17 Ekim 2010 Pazar günü fiilen bitmiştir.
Ruhuna el-Fatiha!
* * *
İşin garabeti o kadar açıktır ki, referandum öncesi değişiklikleri canla başla savunan, bu uğurda kamuya yalan/yanlış bilgi vermekten çekinmeyen Osman Can’ın Hükümet’e destek vermek üzere kurduğu anti-YARSAV Demokrat Yargı Derneği’nin eşbaşkanı bile duruma isyan ediyor. Kendilerinin “biçimsel demokrasi”yi sağladığı için Anayasa’nın değişen HSYK maddesine sahip çıktıklarını, ama seçimlerle esasında “atama” yapıldığını söylüyor.
Onların bile umudu bitmiş!
Bakalım Adalet Bakanlığı’nın sözcülüğünü yapan gazeteciler durumu nasıl savunacak?
* * *
Adalet Bakanlığı Müsteşarı Ahmet Kahraman “Bugüne kadar kurul adına sekretarya hizmetlerini yapan bakanlıktaki bilgi birikiminin, hafızanın kurula taşınması noktasında bürokratların faydası olabilir. Bunu teşkilat değerlendirecektir. Bürokratların adaylığının bir mahzuru olmadığını düşünüyorum” (Milliyet-17.10.2010), demiş.
Ben de Müsteşar’a soruyorum:
Dünyanın neresinde “yargı bağımsızlığı”nın bilgi birikimi ve hafızası bürokratlara teslim edilir?
Siz Müsteşar olarak hangi HSYK kararında Bakan’la ters düşen görüş ifade edebildiniz? İlaç niyetine bir tanecik olsun örnek veriniz.
* * *
TSK bertaraf edildi, TÜSİAD tehdit edildi.
Anayasa ehlileştirildi (Bkz: Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın son demeçleri), HSYK adam edildi!
Hoş geldin sivil vesayet!
Yazının Devamını Oku

Gazetecilik ahlakı ne durumda?

17 Ekim 2010
İKİ soru:

1) Gazeteci kendi köşesinden bazı gazetecilere pespaye küfürler edebilir mi?
2) Gazeteci köşesini devamlı Hükümet sözcülüğüne ayırabilir mi?
Zerre kadar aklı ve vicdanı olan için sorunun cevabı tabii ki hayır!
Ancak, gelin görün ki, yandaşlık uğruna en basit etik kurallar bile artık izansızca çiğneniyor.
* * *
1) Engin Ardıç dünkü Sabah köşesinde aynen şunları yazabiliyor:
“... Aydın (Doğan) Bey, sekiz yıldır körü körüne çok sert, hatta ‘vahşi’ muhalefet yaptı. Kimi adamları ruhlarının ‘puşt’ eğiliminden, kimi adamları da ‘solculuk falan ettiklerini’ sanarak bu vahşi muhalefete destek verdiler...”

Yazının Devamını Oku

Doğruyu söyleyen Adalet Bakanı’na teşekkür ediyorum

14 Ekim 2010
ÖNCE Okyanus Ötesi’nden şahane bir saptama (okyanus ötesi zannettiğiniz Okyanus Ötesi değil). Okur şöyle yazıyor: “Osman Can referandum öncesinde ‘Bu Anayasa darbe anayasasıdır, değişmesi gerek’ diye TV’lerde kendini gösteriyordu. Simdi ise Evren’in 80 Darbe Anayasası’nın ürünü YÖK tarafından direkt olarak İÜ Hukuk Fakültesi’ne atandı... Darbe (Evren) Anayasası’nın ürünü YÖK tarafından kadro elde etti.”
Okur Osman Can’ın Kenan Evren’e borçlandığını da söylüyor.
Yalçın Bayer bunun böyle olacağını “Şeker Çocuk” başlığı altında daha 26 Ağustos 2010’da yazmıştı. (Hürriyet)
Osman Can 12 Eylül faşizminin en önemli kurumlarından YÖK’ün şahsa mahsus tahsis ettiği kadro ile atanmayı hazmediyor ve görevine başlıyor!
Aynı Osman Can Avrupa’da bir sürü ülkede Adalet Bakanı’nın HSYK benzeri kurumlarda yer aldığını da söylemişti. Ancak, bizzat Adalet Bakanı onun gibi “yalan/yanlış” konuşanları tekzip ediyor.  
* * *
Geçen akşam bir tartışma programında Avrupa’da hiçbir ülkede Adalet Bakanı ve Müsteşarı’nın HSYK benzeri kurumlarda yer almadığını söyleyince bir emekli savcı “pek çok ülkede olduğunu” söyledi. Israrla ülke ismi vermesini isteyince ve ben hırgür çıkarınca birkaç ülke adını yalan/yanlış telaffuz etti. Ben de çileden çıkarak kendisine “yalancı” diye bağırdım ve beni mahkemeye vermesini istedim. Bir diğer emekli hukukçu da İsveç’te HSYK üyelerini hükümetin seçtiğini söyleyerek arkadaşına destek çıktı! Halbuki konu “Adalet Bakanı” idi.
* * *
Son dönemde Adalet Bakanlığı’nın sözcülüğüne soyunan Nazlı Ilıcak dün Adalet Bakanı ile yaptığı söyleşiyi yayınladı. (Sabah, 13 Ekim 2010)
Söyleşinin bir yerinde şu konuşma geçiyor:
“- Avrupa standardına yakışmayan bir yapıdan söz ediliyor; Adalet Bakanı ve müsteşarının Kurul’da yer alması, olumsuz karşılanıyor. Adalet Bakanı’nın Kurul’da bulunduğu Batı’dan bir örnek verebilir misiniz?
- Örneği hemen Fransa’dan vereyim. Cumhurbaşkanı, başkan, Adalet Bakanı, başkan yardımcısı. Ama diyeceksiniz ki,
- 2010’da bu sistem sona eriyor.
- Tam da onu söyleyecektim. Adalet Bakanı’nı ve Cumhurbaşkanı’nı Kurul’dan çıkarıyorlar. Fransa’nın yeni getirdiği sistemi benimsesek, burada kıyamet kopar...”
* * *
Bakan “Adalet Bakanı ve müsteşarının Kurul’da yer alması” sorulunca önce “örneği hemen Fransa’dan vereyim” diyor. Sağ olsun Nazlı Hanım “2010’da bu sistem sona eriyor” diye uyarınca, o da sağ olsun, doğruyu söylüyor. Böylece Avrupa’da hiçbir ülkede Adalet Bakanı veya Müsteşar’ın HSYK üyesi/başkanı olmadığı ortaya çıkıyor. Bakan Bey eski sistemde “Adalet Bakanı var” derken de yanılıyor ama önemi yok. Ancak Fransa’daki sistem Türkiye’de uygulansa neden kıyamet kopar, Bakan açıklıyor ama ben anlamadım.
İşin doğrusu şöyle:
“Avrupa’da hiçbir ülkede hem bakan hem de müsteşar HSYK’ya üye değil. Sık sık Fransa, İtalya örnekleri veriliyor. Fransa’da Cumhurbaşkanı’nın Yüksek Yargıçlar Konseyi Başkanı olması kuvvetler ayrılığı ilkesine aykırı görüldüğünden anayasada değişiklik yapıldı... İtalya’da ise cumhurbaşkanlığı sembolik bir makam... Gerçekte başkanlık yüksek yargı tarafından yürütülüyor.” (Rıza Türmen, Milliyet, 6 Eylül 2010)
* * *
Bu ülkenin namusunun emanet edildiği hukukçuların utanmadan/sıkılmadan ve dahi ısrarla yalan/yanlış bilgi vermeleri beni çileden çıkarıyor!
Bas bas bağırıyorlar:
“Yaşasın 12 Eylül faşizminin işimize gelen yönleri!”
Yazının Devamını Oku