Paylaş
Eğer, dün yapıldığı gibi TOBB’un çağrısıyla “teröre karşı” bayrakları alıp Ankara sokaklarına çıkarsanız; AKP’nin “trolleri”nden biri olduğunu kendisinden haberdar olan hemen herkesin bildiği bir kuruluşun daveti üzerinde Cumhurbaşkanı, Başbakan ve TBMM Başkanı’nın da “şereflendirecekleri” bayraklı gösteride İstanbul Yenikapı’da toplanıp “terörü” tel’in ederseniz, asker ve polis gencecik insanların pisi pisine akıtılan kanlarının akmasının önüne geçebilir misiniz?
Eğer, “teröre karşı çıkış”, bir başka deyimle çok büyük kalabalıkları Türkiye bayrağı çevresinde kenetleyerek PKK’ya karşı büyük gösteriler düzenlemek; “Devlet-Millet bütünleşmesi” adı altında Tayyip Erdoğan ve onun AKP’sinin “seçim kampanyası” haline dönüştürülmeseydi, bir ihtimal, mümkündü akan kanı durdurabilmek.
“PKK karşıtlığı”, “terörü kınamak”, “ülke bütünlüğü üzerine iman tazelemek” ve “AKP yandaşlığı” eş anlamlı hale sokulursa, o vakit, bu gösterilerin elde edebileceği pek bir şey olabileceğini düşünmek pek gerçekçi gözükmüyor.
Keşke kan dursa, keşke şiddet durdurulsa.
Ama, yolu bu değil. Seçimlere bir buçuk aydan kısa süre bir kalmışken, bu kan dökülmesinin şu sırada aslında “bir numaralı sorumlusu” olarak görülmesi gereken bir kişi ve onun peşinden yürüyen siyasi kadro, kanın durdurulması konusunu “seçim kampanyası” haline dönüştürürse, hiç mümkün değil.
7 Haziran seçim sonuçlarını iptal ettirmek için, 1 Kasım’da yeniden seçimlere gidilmesini Cumhurbaşkanı istedi. Başbakan’ın kendi iradesine sahip olmayan, bir tür “23 Nisan Başbakanı” olduğunu bütün dünya ve bütün ülke, daha önceden görmediyse, 7 Haziran’dan bugüne kadar gördü. TBMM Başkanı ise, ülkede kan gövdeyi götürmeye başlamışken, inisyatif kullanıp TBMM’yi toplamak için parmağını kımıldatmayan bir TBMM Başkanı. 7 Haziran’da seçilmiş parlamentoyu adeta çalıştırmamak için başkanlık ediyor.
Şimdi kalkmış bu üçlü, seçimlere bir buçuk aydan az bir kala, “devletin en tepe üçlüsü”, “millet”in önüne geçip, “teröre karşı mücadele”ye önderlik etmeye kalkıyorlar. AKP’nin giderek azalan gözü kapalı, vicdanları mühürlü destekçilerinden başka kimseyi peşlerinden götüremezler.
Bu ülkede çok insan çok şeyin farkında. Birkaç gün önce, bir taksi şoförü bana olan-biteni gayet keskin bir isabetle özetleyiverdi:
“Bu PKK, 7 Haziran’dan önce yok muydu? Niye 7 Haziran’dan önce hiç saldırmadı? Niçin 7 Haziran’dan önce ne asker, ne polisten şehit haberleri hiç gelmiyordu? Eğer, HDP, barajı aşıp Meclis’e 80 milletvekili sokarak, Tayyip Erdoğan’ın hesaplarını bozmasaydı, AKP, diyelim onun istediği gibi 400 milletvekili çıkartsaydı, bu olanlar olur muydu?
Olmadığı için oluyor. Kim başlattı? Nasıl başlattı? HDP, PKK’dır dedi. PKK saldırıya geçti, dedi. Teröre karşı devleti, milleti savunmak lâzım dedi. Bunları derken, ‘koalisyon olmaz’, â Kasım’da yeniden seçime gitmek lâzım dedi. Böylece HDP’yi barajın altına itmek istiyor; MHP’ye giden oyları kendisine çevirmek istiyor.”
Aslında olayın “tümü” değilse de, “özü” bu. Gören görüyor. Tüm bu “denklem”de güvenlik güçlerinin ve Kürt halkının kanının dökülmesinden, bu şiddet ortamından hiçbir çıkarı olmayan şayet “tek” bir oyuncu varsa, o da HDP’dir.
Barajı güvenli bir oranla aşmış, TBMM’de üçüncü blok haline gelmiş, Kürt temsilini elde etmiş, Türkiyeli demokrat kamuoyunun desteklediği, kimilerinin “Beyaz Türkler” diye tanımladıkları kesimlerde bile belli ölçülerde sempatisini kazanmış, siyaset sahnemizin “güçlenen yeni aktörü”nün, kendisini “devre dışı” bırakacak böyle bir “şiddet sarmalı” ve “silahlı çatışma süreci”nden ne çıkarı olabilir?
Bu dönemde, meydanlara “barış” diye çıkacaklar arasında, samimiyetine en fazla güvenilecek olan haliyle HDP’dir.
Kadri Gürsel, Diken’de “Atlantik Ötesinden 1 Kasım Uyarıları” başlıklı, Amerikalı önemli bir yetkiliyle görüşme izlenimlerini aktaran bir yazı kaleme aldı.
“HDP’nin kanın bolca aktığı bir seçim sath-ı mailinde iktidar sözcüleri ve medyası tarafından ‘terörün uzantısı’ gibi gösterilerek şeytanileştirilmesinin arkasında yatan siyasi mantığın çok iyi görülüp kavrandığı…
Anlamakta zorlanılan ise HDP’nin muhtemel bir çözümün Türkiye’yi birleştiren aktörü olarak rol oynama şansının berhava edilmesinde, Kandil’in şiddet eylemleri yoluyla pay sahibi olmakta neden ısrar ettiği…
Neticede ‘Türkiye partisi’ olma iddiasıyla yola çıkan bir legal partinin sonunda ya baraj altında kalarak ya da gayrimeşrulaştırılmak suretiyle işlevsiz bir konuma itilmesi, nereden bakarsanız bakın Kürt siyasetinin aleyhine.”
Yani, Amerikan yönetimi çevrelerinin, son “savaş hali”nin arkasında Tayyip Erdoğan’ın 1 Kasım hesaplarının bulunduğunun farkında oldukları, buna karşılık PKK’nın (Kandil’in) buna yaptığı “kanlı katkı”yı anlamakta zorlandıkları.
Washington, “bir numaralı uluslararası tehdit” olarak gördüğü IŞİD’e karşı savaşta, “Suriye sahası”ndaki “en yakın
müttefiki”ni PYD-YPG’de bulmuş durumda.
“Merkezi Komutanlık”ın başındaki General Lloyd Austin, Senato Askeri Hizmetler Komitesi’nin önünde bu durumu, önceki gün şu sözlerle açıkça ilân etti:
“Özel harekât güçlerimiz kuzey Suriye’de Yeni Suriye Gücü programını ve onların eğitilmesi ve donatılması programının tümüyle geliştirilmesini beklemeden, en başından beri YPG gibi unsurlarla temas kurdular. Savaş alanında (IŞİD’e karşı) bunlar fark yaratıyorlar.”
Amerikalılar, PKK ile PYD, HPG ile YPG arasında “Berlin Duvarı”nın bulunmadığını bilecek kadar istihbarat imkânlarına ve değerlendirme yeteneğine sahipler.
PKK, PYD ve YPG üzerinden hareket ederek Washington ile “ilişki zemini” oluşturabileceği bir dönemde, böyle bir “tarihi fırsat” söz konusu iken, üzerindeki “terör örgütü” etiketini güçlendirecek bir tavra yönelmiş olmasının mantığını anlamak, gerçekten kolay değil.
Bütün bu nedenlerden bakılırsa, PKK’nın 1 Kasım sonuçlarını beklemeden “tek taraflı” da olsa, “ateşkes” ilân etmesi, başta “barış”ın kendisi, çok geniş çevreleri için “Kazan-Kazan” sonucu verecektir.
Kandil’den gelecek bir “ateşkes ilânı”nı, kim askeri operasyonların sonucuna bağlarsa, yanılır. Zira, bu, 30 yıldır çalınmış olan bu sıkıcı plağın, Erdoğan ve AKP tarafından seçim öncesi çalınmasından başka bir şey olmaz.
Nedeni basit: “Kürt sorunu”na “askeri çözüm”ün mümkün olmayacağı, PKK’nın askeri yöntemlerle bitirilemeyeceğinin artık öğrenilmiş olması gerekiyor. Zaten, “Oslo Süreci” ve son “Çözüm Süreci”, bir bakıma da bu “idrak” sonucu başlatılmadı mı?
Eğer PKK’yı vur-kır ile bitirmek mümkün olsaydı, Oslo’da gizlice, İmralı üzerinden kamuoyunun gözleri önünde bunca yıldır görüşmeye ne gerek kalırdı?
Tabii, gerek AKP’de ve gerekse devletin derinliklerinde, bir tür “Sri Lanka Çözümü”nün peşinde koşarak hayal kuranlar olabilir. Ancak, bölgedeki yeni durum, Kuzey Irak (Güney Kürdistan) hinterlandı ve Rojava’nın ortaya çıkışından sonra, bu hiç mümkün değildir.
O nedenle, 1 Kasım’dan önce “demokrasi ve barış güçleri”nin önünü açmak, bu kanlı savaşın günümüzdeki asıl sorumlularını gözler önüne daha açık bir şekilde serecektir.
“Akıl” ve “doğru siyaset”; kanın durması ve durdurulması için, “sahte gözyaşı dökenler”in düzenlediği “Teröre karşı kardeşlik mitingleri”nden çok daha etkili olacaktır.
Paylaş