Acil Afet Ambulans Hekimleri Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Dr. M. Turhan Sofuoğlu, bu konuda yıllardır uyarıyor: “Hazırlıklı olmak bir tercih değil, hayatta kalmakla ölüm arasında bir çizgidir. Bu çizginin en belirgin sembollerinden biri de hayat kurtaran afet ve acil durum çantasıdır.”
BİR ÇANTA, BİR HAYAT
Afet uzmanlarına göre ilk 72 saat, yani arama kurtarma ve profesyonel yardım ekiplerinin olay yerine ulaşmasının gecikebileceği süre hayati önem taşıyor. Bu süreçte bireylerin kendi başına ayakta kalabilmesi çoğu zaman bir çantada topladığı temel malzemelere bağlı.
Dr. Sofuoğlu’nun da altını çizdiği gibi bu çanta sadece nesnel bir malzeme yığını değil, aynı zamanda bir bilinç göstergesi. Tıpkı yangın tüpü, emniyet kemeri ya da sigorta poliçesi gibi varlığı çoğu zaman fark edilmese de yokluğu hayati sonuçlar doğurur.
İÇİNDE NELER OLMALI?
Peki, bu çantada neler bulunmalı? Öncelikle; kolay taşınabilir, suya dayanıklı bir sırt çantası tercih edilmeli. İçerikte ise şu temel başlıklar yer almalı:
* Beslenme ve su: Bozulmayan, yüksek kalorili gıdalar (konserve, enerji barları, kuru meyveler, kraker) ve kişi başına en az 3 litre içme suyu.
* Belgeler ve para: Su geçirmez bir dosya içinde kimlik fotokopileri, sağlık bilgileriniz, ilaç listesi, tapu ve sigorta belgeleri. Küçük miktarda da nakit para.
Alerjik hastalıklar sadece doğaya hassas bireylerin değil, kent yaşamına sıkışmış milyonların da sağlığını tehdit eden küresel bir meseleye evriliyor.
Bu değişimin detaylarını Ege Üniversitesi Göğüs Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Özlem Göksel ve ekibinden Uzm. Dr. Ecem Ay ile Uzm. Dr. Eda Aslan dikkat çekici verilerle ortaya koyuyor.
HAVANIN GÖRÜNMEYEN YÜKÜ
Soluduğumuz hava bugün yalnızca oksijen değil. Bahar aylarında ağaç ve çimen polenleri, yaz sonu ve sonbaharda ise yabani ot polenleri atmosferde giderek daha uzun süre kalıyor.
Prof. Dr. Göksel’e göre iklim değişikliğiyle birlikte polen mevsimi artık 20 ile 30 gün daha uzun sürüyor. Bu uzama alerjik rinit, astım ve konjonktivit gibi hastalıkların yalnızca süresini değil, şiddetini de artırıyor.
Uzm. Dr. Ay, özellikle kent içi hava kirliliğiyle birleşen polenlerin bağışıklık sisteminde daha güçlü alerjik yanıtlar oluşturduğunu belirtiyor. Polenler artık doğanın masum bir işareti değil! Kentsel hava kirliliğiyle etkileşim halinde sağlığı tehdit eden kompleks bileşenlere dönüşmüş durumda.
EVLERDEKİ ELERJEN DEPOLARI
Alerjen tehdidi yalnızca dış ortamla sınırlı değil. Uzm. Dr. Aslan, ev içi yaşam alanlarının da birçok görünmez alerjenle dolu olduğunu vurguluyor. Halılar, yataklar, perdeler, klima filtreleri ve nemli duvar yüzeyleri ev tozu akarları ve küf sporları için ideal yaşam alanları. Üstelik ‘doğal’ olduğu sanılan oda kokuları, aromaterapi yağları ve temizlik ürünleri de uçucu kimyasal bileşenleriyle güçlü tetikleyicilere dönüşebiliyor.
Bebeklerin dünyaya geldikleri ilk günden itibaren 'konuştuklarını' biliyor muydunuz? Priscilla Dunstan adlı bir müzisyen, oğlunun çıkardığı seslerin belirli bir döngüye sahip olduğunu fark ettikten sonra, 8000 bebek üzerinde araştırma yapmış ve bebeklerin, doğdukları ailenin dilinden bağımsız olarak, 3 aylık olana kadar aynı ses sinyallerini çıkardığını keşfetmiştir. Örneğin, -nee sesi (bazen "an-neee" olarak da duyulabilir) bebeklerin acıktığında çıkardığı bir sestir; kesik kesik -e e e sesi "gazım var" anlamına gelir; ağzı açık bir şekilde -aaa diye ağladığında ise "uyku sinyallerimi kaçırdınız, acilen uyumam gerekiyor" demektir.
Bebeklerin ilettiği bir diğer önemli ihtiyaç ise tuvalet ihtiyacıdır. Sanılanın aksine, bebeğiniz altını kirlettiği için değil, tuvalet ihtiyacını zamanında karşılayamadığınız için ağlar. Evet, doğru okudunuz; bebeğiniz çişini ve kakasını yapmadan önce size bunu haber verir ve yardımınızı ister beden diliyle, isterse ağlayarak. Bebeğinizi kucağınıza alıp tuvalete tuttuğunuzda rahatlar ve huzurlu bir şekilde gününe devam eder. Yenidoğan bebeğinizin bezini birkaç kez değiştirdiyseniz, siz de bunun farkına varmış olabilirsiniz; altı açıldığında güvenle tuvaletini yapar ve ardından size gülücükler atar.
DAHA UZUN UYUR
Bebeğinizle tuvalet iletişimine başlamak için hiçbir zaman erken değildir. Doğumdan itibaren bu süreci başlatabilirsiniz. Tuvalet iletişimi sayesinde, bebeğinizin sebepsiz gibi görünen ağlamalarının çoğu sona erebilir. Ayrıca gazını daha kolay çıkarır, geceleri daha uzun uyur. Bezini tuvalet olarak kullanmadığı için pişik, mantar ve idrar yolu enfeksiyonu riskleri de azalır. Tuvalet iletişimi, çevresel etkinizi azaltırken bütçenize de katkıda bulunur; daha az tüketerek ve çevreyi daha az kirleterek bebeğinizin ve gezegenimizin geleceği için büyük bir adım atmış olursunuz.
Ancak tuvalet iletişiminde en önemli şey, bebeğinizin ihtiyaçlarına yanıt verebilmektir. Bez kullanmaktan kaçınmak, maddi tasarruf sağlamak veya çevreye olan etkileri azaltmak gibi diğer unsurlar ikinci plandadır. Nasıl ki bebeğinizin emzirilmeye ihtiyacı varsa, tuvaletini yapmaya da ihtiyacı vardır; ve bunu sizin kollarınızda güvenle yapabilir.
İHTİYACA CEVAP VERİR
Tuvalet iletişimi, 2 yaşından sonra verilen tuvalet eğitimiyle karıştırılmamalıdır. Bu süreç, tuvalet bağımsızlığına odaklanan bir eğitim değil, bebeğinizin ihtiyaçlarına cevap verme yöntemidir. Tuvalet iletişimi, bebeğinizle sevgi dolu bir şekilde ilgilenmenin ve onun ihtiyaçlarını anlama çabasının bir yoludur. Bebeğinizin ihtiyaçlarını fark edip onlara yanıt verdiğinizde, aranızda güçlü bir bağ oluşur ve bu bağ, bebeğinizin mutlu, huzurlu ve güvenli bir şekilde büyümesine katkıda bulunur. Tuvalet iletişiminin, geleneksel tuvalet eğitiminden bir diğer farkı ise, bu süreçte eğitilen tarafın ebeveynler olmasıdır. Tuvalet iletişimi, baskı ve zorlama yerine ilgi ve şefkati ön planda tutan bir yöntemdir. Bu süreci doğru bir şekilde uygulamak ve sorularınıza yanıt bulmak için rehber niteliğindeki bu kitap size yardımcı olacaktır.
Akapunktur Uzmanı Dr. A. Tayfur Yağcı Obezitenin nedenleri ve akapunkturla tedavisini anlattı.
Peki öyleyse neden gereğinden fazla besin tüketiriz? Şişmanladığımızı görerek neden buna devam ederiz? Bu soruların yanıtları araştırılmış ve obez kişilerin yemek yeme konusunda daha çabuk uyarıldıkları, damak tatlarının daha gelişmiş olduğu daha geç doydukları ve yemek yeme işinin günlük yaşamları içinde kafalarını daha fazla meşgul ettiği gözlemlenmiştir.
Genetik, metabolik, hormonal ve sinirsel birçok karmaşık sistem şişmanlığın oluşmasında rol oynar. Aile yapısı beslenme alışkanlıkları, yaşam tarzı, psikolojik sorunlar, bazı ilaçlar bu karmaşık sistemin herhangi bir basamağında etkili olarak şişmanlığa giden yolu açar.
Obezite bir hastalık olduğu için, diyet uygulayıp bırakmakla ortadan kaldırılamaz. Yeni beslenme alışkanlıkları ve yeni bir yaşam şekli gerekmektedir. Obezitenin de şeker hastalığı ya da yüksek tansiyon gibi yaşam boyu tedavi edilmesi gerekir.
Şişmanlık sıklığı dünyada giderek artmaktadır. Bu yüzdeye şişman olmayıp da ideal kilosunun üzerinde olanlar da katılınca bu oran daha da artmaktadır.
“Suda boğulma, özellikle yaz aylarında çocuklarımız için önemli bir risk olarak karşımıza çıkmaktadır. Boğulma, sıvıya batma nedeniyle solunum bozukluğu yaşanması süreci olarak tanımlanmaktadır. Boğulma sürecinde, herhangi bir aşamada kurtarma işleminin başlanmasıyla hiçbir semptom görülmeyebilir. Fakat ciddi sakatlıklar ve ölüm de görülebilir. Boğulma, tüm yaş gruplarında her yıl yaklaşık 360.000 insanın hayatını kaybetmesine neden olmaktadır. Çocuklarda kaza sonucu ölümlerin önde gelen nedenlerinden biridir. Boğulma, erkek çocuklarda, düşük sosyoekonomik seviyeli toplumlarda, yaz aylarında, 1- 5 yaş ve 15-19 yaş arası çocuklarda daha sıktır. Çocukların denetimsiz bırakılması, yüzme becerisinin olmaması, uyarıları dikkate almamak, korku-panik, su alanlarında riskli davranışlar, alkol/madde kullanımı, yorgunluk, hipotermi (vücut sıcaklığının düşmesi), düşük sosyoekonomik durum, öz kıyım düşüncesi, dalma öncesi hızlı ve derin nefes alma, travma, kalp hastalığı, gelişimsel bozukluk ve epilepsi (sara hastalığı) gibi hastalıklar boğulma için risk oluşturmaktadır.
NELER YAPMALIYIZ?
* Çocuklarımızı küvet, su dolu kova, havuz, deniz gibi ortamlarda asla yalnız bırakılmamalıyız. Unutmayın yüzme bilmeyen bir çocuk birkaç santimlik suda bile boğulabilir. Yeni yüzme öğrenen çocuklar yüzme becerisi olan bir erişkinle bir kol mesafesi kadar yakın olmalıdır. * Çocuklarımızı sudayken sürekli gözlemeliyiz.. Telefon kullanmak, sohbet etmek, ev işleriyle ilgilenmek veya alkol içmek dikkati dağıtabilir. Boğulma olaylarının saniyeler içinde olduğu unutulmamalıdır. * Küçük çocukla suya erişimin olduğu (havuz, jakuzi, açık su vb) bir yere gidildiğinde ebeveynler suya erişimle ilgili temel engellerin olup olmadığını kontrol etmelidir. Evde havuzların 4 kenarı en az 1,2 metrelik uygun çit ile kapatılmalı, güvenli kilitli bir kapısı olmalıdır. * Çocuklar ve ebeveynler yüzmeyi ve su güvenliği becerilerini öğrenmelidir. * Çocuklar ve gençler, deniz taşıtlarındayken güvenli can yelekleri giymelidir. * Suya atlamak veya dalmak, ciddi omurilik yaralanmasına neden olabilir. Ebeveynler, atlamadan veya dalmadan önce suyun derinliğini ve su altı tehlikeleri kontrol etmelidir. * Yüzme öncesi hava ve su koşulları güvenlik açısından kontrol edilmelidir. Ebeveynler, çocuklarının yüzeceği yerleri seçerken cankurtaranların bulunduğu yerleri ve yüzme için belirlenmiş alanları seçmelidir. * Kışın, donmuş su kütlesi üzerinde yürümekten, paten yapmaktan kaçınılmalıdır. * Herkes temel yaşam desteği eğitimi almalıdır.
İLK YARDIM NASIL OLUR?
Boğulma durumunda mağdur sırt üstü, başı suyun üzerinde kalacak şekilde en kısa sürede sudan çıkarılmalıdır. Kurtarıcı soluk, mümkünse su içinde verilmelidir. Suda çırpınan kişiye yüzme bilsek bile yanaşmak risklidir, can simidi, ip veya uzun bir tahta parçası gibi malzeme atılarak kurtarılabilir. Mağdur sudan çıkarılınca dikkatlice bilinç, solunum ve nabız kontrolü yapılır. Boyun hasarı açısından dikkatli olunmalıdır. Solunumu engelleyecek materyaller var ise kişinin üzerinden çıkartılmalıdır. Gerekli ise solunum desteği ve kalp masajı yapılır, yardım çağrılır, 112 aranır. Akciğere aspire edilen sıvının boşaltılması için Hemlich manevrası gibi suyu çıkarmaya yönelik yöntemler kullanılmamalıdır. Kurtarıcı soluk verdikten sonra kusma görülebilir, bu durumda hasta yan çevrilip ağız içi temizlenir. Ebeveynlerin ve cankurtaranların yalnızca bir koruma katmanı olduğu, su içindeki ve yakınındaki çocukların, bir cankurtaran mevcut olsa bile sürekli bakıcı gözetimine ihtiyaçları olduğu unutulmamalıdır.
“Ailede, toplumda, ülkemizde ve dünyada büyük, geri dönüşsüz değişimlere şahit oluyoruz. Çok uzun izahlı, karmaşık, sıkıcı söylemlerin dışında oldukça basit ama etkili hatırlatmalar yapmak istiyorum. Yeni dönem tıp terminolojisinde çokça karşımıza çıkacak yeni tanımlamalardan ‘Kronik Enflamasyon ve Oksidatif Stres’ başlıkları yapacağımız takdimin genel parametrelerini oluşturmaktadır.
* Sirkadiyen Ritim: Biyolojik saat olarak da adlandırılabilir. Tüm metabolik süreçler, hormon salınımları, bağışıklık sistemi, uyku ve uyanıklık dönemini içine alan bu ritimle alakalıdır. Döngünün sağlıklı olabilmesinin temel parametresi ‘Güneş’tir. Gün içinde yeteri kadar güneş ışınlarından faydalanamazsak psikolojik problemler, günlük aktiviteyi sağlayamama, zihinsel sorunlar ve birçok kronik dejeneratif hastalık ortaya çıkar.
* Beslenme ve Enflamasyon: Aşırı fiziksel aktivite, çevresel enfeksiyon ajanları, radyasyon etkisi ve travmalara karşı vücut koruyucu bir tepki olarak ‘enflamasyon’ isimli bir fizyolojik süreç başlatır. Enflamasyonun akut evresi bağışıklık sisteminin cevabı ve yaşamın devamlılığı için gereklidir. Ancak uzun süreliyse ve tekrarlarsa kronik olarak tanımlanır ve birçok hastalığa ( oto-immün hastalıklar, metabolik sendrom, kalp- damar hastalıkları, kanser gibi) zemin hazırlar.
* Kronik Enflamasyonu Azaltmak İçin: Çok kolay çözümlere yönelik yeni bir farkındalık gerekir. Ülke olarak çok zengin bir kaynağa sahibiz: Güneş! Her gün öğle saatlerinde (11.00 - 13.00 arası ) yarım saat kadar güneş gözlüğü takmadan güneşe çıkmak ihtiyacımızı karşılayabilir. Yaz günleri şapka takmak, şemsiye altında olmak, koyu renk kıyafetle güneş altında kalmamak gibi önlemler göz ardı edilmemelidir. Yaş almış aile büyükleri, hiç olmazsa 10-15 dakika avuç içlerini güneşe tutabilirler.
Bir diğer önemli konu ise beslenme ile ilgili alışkanlığa dönüştürdüğümüz hatalı uygulamaları azaltmak olabilir. Buzdolabında 2-3 günden fazla beklemiş yemeklerin tüketilmesinin vücudumuza pek yarar sağladığı söylenemez. Mümkün olduğunca günlük taze yemek tüketilmelidir. Üretilen besinlerde tuz oranına dikkat etmek önemli olacaktır. Akciğer ve karaciğerde, tuz ile alınan mikroplastik hasarlarına yönelik birçok bilimsel çalışma yapılmaktadır. Kullandığımız tuzları kontrol etmek, sürekli aynı tuzu kullanmamak, zaman zaman değiştirmek faydalı olacaktır. Su için de aynı durum söz konusudur. Özellikle depremler ve yeraltı kaynaklarına ulaşmak için yapılan çalışmalarda insan bedeni için oldukça zararlı olan ağır metallerin ve arseniğin açığa çıktığı görülmektedir.
SONUÇ: Sağlığımızı korumak ve daha mutlu bir yaşam sürmek için güneşten faydalanmak, taze besinler tüketmek ve su kaynaklarına dikkat etmek basit ama etkili adımlardır. Bu tavsiyeler sadece tıp biliminin gerekleri olarak görülmemeli aynı zamanda yaşanmış tecrübeler, atalarımızdan gördüklerimiz ve duyduklarımızla harmanlanmalıdır. En optimal sağlık çözümleri, bilim, doğa ve geleneksel yöntemlerin birleşiminden doğar. Sağlığınızı öncelikle kendinize emanet edin.
"Obezite, kişinin sağlığını olumsuz yönde etkileyebilecek ölçüde vücut yağının aşırı birikmesi ile karakterize edilen tıbbi bir durum. Genellikle bir kişinin boyuna göre ağırlığını hesaba katan Vücut Kitle İndeksi (VKİ) kullanılarak ölçülür. 30 veya daha yüksek bir VKİ, obez olarak kabul edilir. Obezite, aşağıdakiler de dahil olmak üzere bir dizi sağlık riskiyle ilişkilidir: * Kardiyovasküler hastalıklar: Obezite kalp hastalığı, felç ve yüksek tansiyon riskini artırır. * Tip 2 diyabet: Obezite, insülin direnci ve tip 2 diyabet gelişimi için önemli bir risk faktörüdür. * Eklem sorunları: Aşırı kilo, eklemlere ek baskı uygulayarak osteoartrit gibi durumlara yol açar. * Uyku apnesi: Obezite, obstrüktif uyku apnesi de dahil olmak üzere uyku bozukluklarına neden olabilir. * Solunum sorunları: Obez bireyler solunum güçlüğü çekebilir ve akciğer fonksiyonlarında azalma yaşayabilir. * Bazı kanserler: Obezite, meme, kolon ve prostat kanseri gibi belirli kanserlerin gelişme riskinin artmasıyla bağlantılıdır. * Akıl sağlığı sorunları: Obezite, özellikle toplumsal damgalama nedeniyle depresyona, kaygıya ve düşük benlik saygısına yol açabilir.
TEDAVİ SEÇENEKLERİ
* Yaşam tarzı değişiklikleri. * Diyet ve beslenme danışmanlığı. * Egzersiz ve fiziksel aktivite. * İlaçlar. * Obezite cerrahisi: Diğer kilo verme yöntemleri ile başarılı olamayan ileri derecede obez bireyler için bariatrik ve metabolik cerrahi düşünülebilir. Bu tür ameliyatlar mide boyutunu küçültür, gıda alımını sınırlar ve önemli ölçüde kilo kaybına neden olabilir. * Destek grupları ve danışmanlık. Obezite tedavisine yönelik yaklaşımın bireyselleştirilmesi gerektiğini ve sağlık uzmanlarının, hastanın özel ihtiyaçlarına ve sağlık durumuna göre hazırlanmış kapsamlı bir plan geliştirmede çok önemli bir rol oynadığına dikkat etmek önemlidir. Obezite karmaşık bir durumdur ve başarılı bir tedavi genellikle bir yaklaşım kombinasyonunu gerektirir. Siz veya tanıdığınız biri obezite ile mücadele ediyorsa, kalifiye sağlık uzmanlarından yardım almak çok önemlidir.
CERRAHİNİN RİSKLERİ NELERDİR?
* Cerrahi riskler:
SMYRNA’DA TIP OKULU
“Antik çağdaki adıyla Smyrna’nın bir sağlık merkezi olarak önem kazanmasının kentte, MÖ 2. yüzyıl sonları ya da 1. yüzyıl başlarında bir Tıp Okulu açılmasıyla başladığı, o tarihte yaşayan ünlü hekimlerin yazılarından anlaşılmaktadır. Egeli gezginler, Değirmen Tepe (Hatay, Eşrefpaşa) yakınlarında Asklepion (Tıp Tanrısı Asklepios adına yapılmış şifa yerleri) ve Tıp Okulu inşa edilmeye başlandığı ile ilgili bilgiler vermektedir. Smyrna’daki Tıp Okulu, özellikle anatomi, farmakoloji, jinekoloji yanında oftalmoloji konusunda ihtisaslaşmıştır. Yani günümüzden 2 bin yıl önce yaşadığımız şehir Tıp Okulu ve hekimleri ile oldukça meşhur bir yermiş. Kazıların devam ettiği Agora’da, duvar yazılarında (grafiti) Smyrna’ya gelip tedavi olan kişilerin hekimlere teşekkür ettiğini görebiliyoruz.
Daha sonraki yıllarda, Osmanlı devletinin önemli bir ticari limanı olan İzmir’de 17. yüzyıldan itibaren kentte yaşayan gayrimüslimlere ait hastaneler, okullar ve ibadethaneler görülmeye başlamıştır. Bazıları günümüze kadar ayakta kalabilmiş bu hastanelerin tarihi oldukça ilginçtir. Hollandalı denizci ve tüccarların o zamanki adıyla Seydiköy’de (Gaziemir) bir koloni olarak yerleşmelerinden sonra 1675 yılında inşa edilen Hollanda (Felemenk) Hastanesi’nin İzmir’in en eski hastanesi unvanına sahip olduğunu çok kişi bilmez. Dr. Behçet Uz Çocuk Hastanesi’nin hemen yanındaki küçük kilise, eskiden Hollanda Hastanesi’nin bahçesindeymiş. 1922 yangınında sadece dış duvarları kalan, daha sonra da yıkılan, bağışçısın adı ile Wilhelminal Hastanesi olarak bilinen iki katlı bu hastaneden günümüzde resimlerinden başka hiçbir şey kalmamıştır. O tarihlerde Hollanda, İngiliz, İtalyan ve Rum hastanelerinin yan yana dizildiği ve önlerinden geçen sokağın Rumca “hastane” demek olan “İspitalya” adı verildiği bu bölge, eski Fransız haritalarında da hastaneler bölgesi olarak adlandırılmaktaydı. Tarihin garip bir cilvesi olarak bu bölgede günümüzde de İzmir’in en büyük çocuk hastanesi ve eski SSK dispanseri inşa edilmiştir.
İlk İzmir İngiliz hastanesi de Hollanda hastanesinin hemen karşısında Dr. Behçet Uz Çocuk Hastanesi’nin bahçesinde hizmet vermiş. 1730’dan sonraki haritalarda görülen bu hastane ile ilgili İngiliz arkeolog Sir Charles Thomas Newton’un 1857-1859 yıllarındaki yorumundan, hastanenin son derece pis ve bakımsız olduğunu anlayabiliyoruz. Yine o tarihlerde Kırım Savaşı sırasında Osmanlı ile birlikte Ruslara karşı savaşan İngiliz askeri yaralılarının İzmir’e gemilerle getirilmesi sırasında Konak meydanında bulunan ve daha sonra yıkılan Sarı Kışla bir süre İngiliz Hastanesi olarak hizmet vermiş. 1900’lü yılların başlarında Alsancak Garı’na yakın bir alanda İngiliz gemiciler için iki bölümlü İngiliz hastanesi hizmet vermeye başlamış. İzmir yangınında hasar görmeyen bu bina önce yangında kullanılmaz hale gelen Hollanda Hastanesi’nin yanındaki St. Antonio İtalyan Hastanesi’ne kiralanmış, günümüzde eğitim kurumu olarak kullanılmaya devam etmektedir. Yine hastaneler bölgesinde bulunan dönemin en büyük hastanesi 400 yataklı Rum Hastanesi ve 120 yataklı Ermeni Gureba Hastanesi de 1922 yangınında tamamen yanarak kullanılmaz hale gelmiştir. Geriye sadece resimler ve bulundukları yerin haritaları kaldı. Günümüzde Alsancak Devlet Hastanesi olarak hizmet veren eski Fransız Hastanesi de yangından zarar gördü, fakat sonra tadilat ve ek binalar yapılarak aynı yerde Türk hükümetine devredildiği 1978 yılına kadar Fransız Hastanesi olarak hizmet verdi. Bir başka ilginç bilgi de günümüzde yerli yerinde olmayan İskoç Hastanesi. 1886 yılında Basmane Garı’na yakın Melez Caddesi’nde küçük bir hastane olarak hizmet vermeye veren ve hastalardan ücret alınmayan bu hastanede misyoner İskoç hekimler görev yapıyormuş.
MEZARLIKBAŞI HAHAMHANESİ