◊ Sizi Michael J. Fox’un hikâyesini anlatmaya çeken ne oldu?
- Davis Guggenheim: Komik olan hikâyeleri genelde onları aramadığın zaman buluyorsun... The New York Times’ı okuyordum, Michael’ın bir yazısı vardı. Açıkçası o çok dokunaklı, gerçek ve komik bir yazıydı. “Bu adam yazabiliyor” dedim. Böylece tüm sesli kitaplarını aldım ve dinledim.
◊ Michael, Davis ile yollarınız kesiştiğinde onun hakkında neler düşündünüz?
- Michael J. Fox: Davis ile tanışmanın, yazdığım şeylerden bahsetmenin zamanlaması inanılmazdı. Yazdıklarım için “Hikâyeme farklı açılardan bakamıyorum” dediğim anda “Bundan bir film yaparız” diye karşılık verdi... Ve üç yıl sonra işte buradayız.
LİSEDE SEVGİLİ BULAMAYAN BİR ADAMDIM
◊ Bu filmdeki hikâyenizi bir de sizin ağzınızdan dinleyelim...
- Michael J. Fox:
◊ Merak ediyorum, şarkı yazarken ‘görsellik’ sizin için sürecin bir parçası mı?
- Evet, görsellik her zaman sürecin bir parçası. Çünkü bir şarkı yazacağım zaman, hemen bunu sahnede nasıl sunmak isterim, bunun için bir müzik videosu yapsaydım nasıl görünürdü diye düşünmeye başlarım. Albüm hazırlarken ‘bunun neyi sembolize etmesini istiyorum’ diye kafama takarım... Dolayısıyla görselleri oluşturmak sürecin her zaman bir parçasıydı. 16 yaşımdan günümüze kadar olan kariyer gelişimimde daha fazla sorumluluk almaya başladım. Ve şu an, işte buradayız.
◊ 16 yaşından beri şarkı yazıyorsunuz, o dönemlerde hangi filmleri izliyordunuz? Hangi filmlerdeki görüntüler bir müzisyen olarak aklınıza kazındı?
- Müzikal olarak içinde bulunduğum belirli aşamalarda bazı filmleri her zaman çok sevmişimdir. “1989” diye bir albüm yaptım, o zamanlar John Hughes filmlerini izlerdim. “16 Candles” ve “The Breakfast Club”ı tekrar tekrar seyrettim. Pandemi döneminde de çok film izliyordum... Bir günde arka arkaya iki Guillermo del Toro filmi; “The Devil’s Backbone” ve “Pan’s Labyrinth”i izlediğimi hatırlıyorum.
◊ Hepsi harika filmler...
- Tüm dünyam halk masallarına, ormanlara ve efsanevi yaratıklara dönüştü. Ve o filmlerden çok etkilendim. “Shape of Water” da en sevdiğim filmlerden biridir. “Sense and Sensibility”i defalarca izledim. Ve bu, “Evermore” adlı albümün içindi... 70’lerde geçen, karakterlerin samimi bir şekilde birbirine dokunduğu bu romantik filmleri izlemeye başladığım bir dönem vardı. Bence o dönemleri sevdiğim için o filmlerin mideme yumruk attığı zamanlar çok oldu. “Marriage Story”nin aylarca beni üzdüğünü söyleyebilirim.
◊ Lydia Tár’ı canlandırması için neden Cate Blanchett’ı tercih ettiniz?
- Todd Field:Cate ile sağlıklı bir iletişimimiz olacağını, bu rolün ona tamamen oturacağını biliyordum. Bunu düşünmemin sebebi neydi ben de bilmiyorum ama tamamen içten gelen bir histi. O çok duru bir oyuncu. Cate’de gördüğüm o öz saflığı hiçbir oyuncuda göremedim.
◊ Karakteri yarattıktan sonra mı hikâyeyi yazmaya başladınız, yoksa senaryo zaten ana hatlarıyla belli miydi?
- Todd Field: Pandeminin başlarında kafamda ufak ufak kurduğum ve artık onu kafamdan çıkarıp senaryoya aktarmak istediğim bir karakter vardı. Lydia’yı çok düşündüm ve bu kişi Cate oldu. Ardından sadece Lydia’yı düşünerek hikâyeyi yazmaya devam ettim.
◊ Lydia Tár’ın hikâyesine bir nevi korku filmi diyebilir misiniz?
- Todd Field: Bunu korku filmi olarak mı görüyorum, sanmam. Aslında filmi nasıl izlediğinize bağlı bu durum. Ama evet filmde korku unsuru var sanırım.
ZİRVEDEN İNMEK KORKU FİLMİ GİBİ DEHŞET VERİCİ
◊ Sophie Barthes, sizinle başlayalım... Bu film için ilhamınızı nasıl keşfettiniz?
- Sophie Barthes: Anneliği, rahmin metalaştırılmasını keşfetmek istedim. Ve sonra temayı geliştirerek karakterler devreye girdi. Ama daha çok tüm bunlar bir fikirle başladı. Çokça felsefe okudum. Fikirleri severim, büyük fikirleri...
Fikir ile başladıktan sonra arkasından zaten hikâye otomatik olarak geldi.
◊ Filmde hayatı ve teknolojiyi sorgularken iğneleyici sözler ve alaycı ifadeler kullanıyorsunuz...
- Sophie Barthes: Bence tüm bunlara gülmeniz gerekiyor, aksi halde bize gelmekte olan bu gelecek için ağlıyor olacağız. Ve bence kendimize şu soruyu sormalıyız, istediğimiz gelecek bu mu? Bu soruları şimdi sormazsak, tüm bu teknolojiler eninde sonunda kullanıma sunulduğunda bizler için çok geç olacak. Sorun şu ki, teknoloji bize yardım etmek için oradayken, teknolojinin biraz biz kölesi oluyoruz.
Bu film bir araç, izleyiciye ders vermek yerine, bu konuda bir tartışma başlatmak için onları güldürmek istedim.
BEBEĞİMİ BEKLERKEN
Dört filmlik seri için 20th Centruy Fox ile anlaşma imzalayan James Cameron, ikinci filmi “Avatar: Suyun Yolu”nu (Avatar: The Way of Water) geçen aralık ayında seyirciyle buluşturdu. Kullanılan görsel efektler ve serinin devam hikâyesi, gösterime girdiği günden itibaren beğenildi ve tekrar viral olmayı başardı. Ünlü yönetmen James Cameron ile filmin başarılı oyuncuları Zoe Saldana, Sigourney Weaver, Sam Worthington ve Stephen Lang, Kelebek için Barbaros Tapan’ın sorularını yanıtladı.
◊ James Cameron, “Avatar: Suyun Yolu” filminin yapım sürecinden bahsedebilir misiniz?
- James Cameron: Süreç muhteşemdi. Filmde kullandığımız Weta digital, VFX görsel efektler olağanüstüydü. Filmi beyazperdede izledikten sonra ne kadar gösterişli bir işe imza attığımızı bir kez daha anladım. Odysseia destanı gibi bir şey oldu. Herkes uzun zamandır bu filmi bekliyordu...
◊ Sizin de belirttiğiniz gibi, büyük bir kitle devam filmi için oldukça heyecanlıydı...
- James Cameron: Herkesin uzun zamandır beklediğini biliyorum. Sonunda ikinci filmi bitirdiğimiz için biz de çok heyecanlıydık. İkinci filmi çekerken, ilk film “Avatar”ı da sinema salonlarında hiç görme fırsatı bulamamış olanlar için yeniden düzenledik. Böylelikle insanlara hikâyeyi, dünyayı bir kez daha hatırlatmak istedik.
◊ En son yaptığınız işlerden biri “Wednesday”. Projeye nasıl dahil oldunuz?
- Pandemi döneminde tanışıp beraber çalışmaya başladığım muhteşem şarkı sözü yazarı ve prodüktör Alana Da Fonseca sayesinde “Wednesday”e dahil oldum. Alana ile hem çok iyi anlaştık hem de enerjilerimiz uyuştu. “Wednesday”deki enstrümantal ve cappella aranjmanları için Alana ile anlaştılar. Ancak Alana’nın backround’u daha çok pop ve capella üzerine, benimkiyse klasik ve orkestral. Bu yüzden benimle beraber çalışmak istedi. Bir gün aradı, “Esin birkaç çılgın virtüöz çello ve lise bandosu aranjmanı yapmak ister misin? Tim Burton istedi. Adams Ailesi’yle ilgili yeni bir seri yapıyormuş ve Wednesday çello çalıyormuş” dedi. Tabii ki anında kabul ettim.
◊ Peki “Wednesday” için yürüttüğünüz yaratıcı aşama nasıldı?
- Yaratıcı süreç son derece Hollywoodvari bir şekilde gerçekleşti. Son dakika ve acil... Her şey Alana’nın “Hadi yarın Romanya’da (çekimler Romanya’da yapılıyordu) sabah olmadan ‘Paint in Black’i bitirmemiz gerekiyor” demesiyle başladı. Jenna Ortega’nın sabah çello dersi varmış, ona yetiştirmemiz gerekiyormuş. Hemen işe koyulduk. Jenna, ekranda düzenlemelerimize senkronize çalacağı için pre-prodüksiyonda dahil olduk projeye. Yani biz çalışırken elimizde dizinin görsel dünyasıyla ilgili hiçbir ipucu yoktu. Sadece karanlık, şaşırtıcı, ürkütücü ve fantastik bir şeyler yapmamız gerektiğini tahmin ediyorduk. Bu projenin diğer tuhaf yönü ise “Wednesday”in müziklerini düzenlerken henüz Amerika’da bile değildim. Pandemiyi ailemle birlikte geçirmek istediğim için İstanbul’daydım. Pijamalarımla ergenlik yıllarımın geçtiği odamda Tim Burton için çalışmak sanırım başıma gelebilecek en çılgın şeydi. Çekimler ve montaj bittikten sonra aranjmanlarımız gerçek bir çellist tarafından kaydedildi. Dizide eserleri lise öğrencileri çaldığı için kusursuz olmak yerine performansta ufak pürüzler bırakarak çalındı. Özetle iş birliği ve hayal gücüne dayalı, ani ama bir o kadar da keyifli bir süreç geçirdik.
TIM BURTON İÇİN YAPIYORDUM İYİ OLMALIYDI
◊ Film ve dizi müziği yapmanın başlangıç noktasından en son haline kadar aşamaları nelerdir?
- Aşamalar şöyle... Önce yönetmen ve yapımcılarla tanışılıyor ve müzik için belirledikleri vizyonla ilgili genel bir toplantı yapılıyor. Film “locked picture” etabına geldiğinde yani artık zamansal senkronizasyon oturduğunda, sahnelerin sırasında ve uzunluğunda daha fazla değişiklik yapılamayacak noktaya gelindiğinde, filmde kullanılacak her müzik parçasının (“cue” diyoruz) nerede başlayıp nerede biteceğine karar verdiğimiz, bunu yaparken de her birlikte filmi izlediğimiz başka bir toplantı yapıyoruz. Bu toplantıda her parçada hangi duyguları uydurmam gerektiğini, hikâyeyi müzikle anlatırken kimin dilinden anlatmam gerektiğini konuşuyoruz. Sonra ben artık yaratıcı olarak üretmeye başlıyorum. Filmdeki ana karakterler veya ana temalar için melodiler bulup yönetmenle paylaşmaya başlıyorum. Filmle eşzamanlı olarak birkaç sahneyi besteleyip yönetmenle paylaşıyorum, yorumları doğrultusunda düzenlemeler yapıyorum. En çok revizyon gelen süreç filmin ilk çeyreği. Çünkü bütün temaları, kullanacağınız enstrümanları, armonik dili o dönemde oturtuyorsunuz. Vizyon üstüne anlaşmaya vardıktan sonra gerisi kolay. Her şey onaylandıktan sonra eğer bütçe yeterliyse kaydedilecek canlı enstrüman-ların kayıt aşaması gerçekleşiyor. Müzik miksleniyor, yani müziğin içindeki ses dengeleri yapılıyor. Müzikle diyalog ve ses efektlerinin dengesinin sağlanması da son aşama oluyor.
◊ Alek, bu belgeseli üstlenme sürecinizden bahseder misiniz? “Doğruluk mu Cesaret mi” belgeselini yaptıktan sonra, “Bir daha asla müzik belgeseli yapmayacağım” demiştiniz... Fikrinizi değiştiren ne oldu?
- Alek Keshishian: Evet, bir daha asla müzik belgeseli yapmayacağımı söyledim ve sözüme sadık kaldığım için gerçekten mutluyum çünkü bunun öyle olmadığını düşünüyorum... 2016 yılında Selena, bana bu belgesel teklifiyle geldiğinde çok gerçekçi ve savunmasız olduğu için ona karşı tabularımı yıktım, eridim. Çoğu pop yıldızının aksine, Selena’nın zırhı yok, bu beni hayrete düşürdü.
◊ Hayatınızı tüm dünyayla paylaşmak nasıl bir duyguydu?
- Selena Gomez: Bütün vücudum titriyor, inanılmaz gergin hissediyordum. Benim için çok zor olacağını düşündüğüm için belgeseli ilk gösterime girdiği gün herkesle beraber izlemedim ama onur duydum. Bu kadar ilgi göreceğini asla beklemiyordum.
◊ Alek’le böyle bir belgesel yapmak için size ne ilham verdi, nasıl bir araya geldiniz?
- Selena Gomez: “Doğruluk mu Cesaret mi” belgeselini izledim. Alek ile daha önce menajerim Arlene aracılığıyla tanışmıştım. Ayrıca benim bir müzik videomu da yönetti ve “Belki de bir turne belgeseli yapmalıyız” dedik. Ve çok geçmeden turdan çok daha fazlası olduğunu fark ettik. Hayatımdaki güzel, karmaşık, trajik anlara nazik davrandı ve içinden geçtiğim süreci Alek’le paylaşırken kendimi rahat hissettim. Onu çok seviyorum.
KENDİMİ BİR NEVİ FEDA ETTİM
◊ Kahramanmaraş merkezli depremlerin haberini nasıl aldınız? Hazırlıklarınız ne kadar sürdü?
- Arledge: Deprem gecesi buraya telefon geldi. Hemen hazırlıklar için seferber olduk ve ertesi gün yola çıktık. İncirlik’e inmemiz 30 saat sürdü. İndikten sonra anında araçlara binip Adıyaman’a doğru yola çıktık. İncirlik’ten Adıyaman’a gitmemiz 8 saat sürdü. Vardıktan sonra gruplara ayrıldık. Konaklama yapacağımız kampımızı kurduk. Sahada enkaz altındaki insanları bulmak ve kurtarmak için günlerce çalıştık.
◊ Çalışmaları nasıl yürütüyorsunuz?
- Arledge: 4-5 kişilik gruplara ayrılarak. Çalışma alanlarını bulduktan sonra gerekli mühimmatı kullanarak işe başlıyoruz. Türkiye’de çalıştığımız bazı binalar gerçekten büyüktü.
◊ Peki sizi en çok etkileyen, kalbinize en çok dokunan ne oldu?
- Arledge: Aslında tüm yaşananlar kalbime dokundu. Türk insanının ne kadar dirençli, ne kadar dayanıklı olduğunu gözlerimle gördüm. O insanlar her şeylerini kaybetmişti. O halde bile bize hâlâ kahve ikram etmeye çalışıyor, karnımız aç mı diye soruyor ve yemek ikram ediyorlardı. Bizim yardım için orada olmamız onları mutlu etmişti. Minnet duyuyor ve bir şekilde teşekkür etmek istiyorlardı. Türk insanı beni gerçekten çok etkiledi. Kesinlikle muhteşem insanlar...