◊ Gabrielle, sizinle başlayacağım. Daha kitap çıkmadan bu projeye başlamışsınız. Bu nasıl oldu ve sizi Karim’le bir araya getiren şey neydi?
- Gabrielle Tana: Kitabı gerçekten yayımlanmadan önce okuyacak kadar şanslıydım ve bu kadından tamamen büyülenmiştim. Tudor tarihini okumuştum ama onun hakkında gerçekten bir şey bilmiyordum. Sonra Karim’in çalışmalarını gördüm ve birlikte yapacak bir şeyler bulmaya takıntılı hale geldim. Onunla tanışmak için Berlin’e gittim ve o zaten senaryoyu okumuştu, ilgisini çekmişti. Ve sonra aslında dünya değişti, COVID oldu ve her şey gerçekten durdu. Ama biz bu süre boyunca çalışmaya devam ettik. Aslında Karim, tarihin bu dönemi hakkında hiçbir şey bilmiyordu. 8. Henry’nin kim olduğunu bile bilmiyordu. Yani, o zamanı gerçekten tarih dersleri yapmak ve yazarlarla çalışmak için kullandık ve bu gerçekten gerçek bir ayrıcalıktı. Böylece talihsiz bir durumdan en iyi şekilde faydalandık. Sonra hayat normal düzene gelene kadar filmi yapabildik.
◊ Karim, sizi bu filme çeken ne oldu?
- Karim Aïnouz: Sanırım beni konuya ilk iten şey Gabby ile karşılaşmamdı. Büyük yapımcılarla karşılaşmam her zaman çok özeldir. Ama sanırım Gabby ile tanışmamdan sonra beni hikâyeye asıl çeken “Catherine” karakteri oldu. Neden daha önce onun hakkında bir şeyler yapılmadı diye düşündüm. Onun gücü ve bu kadının ne kadar modern olması ilgimi çekmişti. Bu yüzden, 500 yıl öncesinden bir karakterin bugün mantıklı olduğunu düşünmek çok ilginçti.
◊ Hikâye Britanya İmparatorluğu’ndan önceye, Tudor Hanedanı’na dayanıyor... Hikâyeyi anlatmak istemenizde ‘sömürgeleştirilmiş bir ülkeden’ gelmenizin etkisi var mı?
- Karim Aïnouz: Sanırım bu filmi yapmamın nedenlerinden biri de Avrupa tarafından sömürgeleştirilmiş ülkelerden gelmemiz. Bu yüzden, fikirle flört ederken, bunun bir parçası da tarihi bu perspektiften yazma isteğiydi. Yazılmış o kadar çok tarih var ki. Biz de filmin başında bunu söylüyoruz. Bunu yapabildiğim için gerçekten heyecanlandım. Geldiğim yerden birinin imparatorluğa dönüşecek olan yer hakkında yazdığını düşünmek gerçekten ilginç geldi. Asıl heyecan verici olan, filmin geçtiği yılın Portekiz’in Brezilya’yı işgal etmesinden, ilk kez Brezilya’ya girmesinden tam 45 yıl sonra olmasıydı. İngiltere’nin nasıl olduğuna bakma olasılığı beni gerçekten çok heyecanlandırdı.
TUDOR DÖNEMİ
Zaten İstanbul’un en önemli, en eski, en tarihi semtlerinden biriydi. Bizans döneminden itibaren liman, ticaret ve ulaşım merkezi olmuş.
Cenevizli, Venedikli ve Katalan tüccarlara ev sahipliği yapmış, mahallelerinde Osmanlı, Yunan, Ermeni ve Yahudiler bir arada yaşamış.
Farklı kültürlerin birleşme noktası olmuş.
Fransız şair André Chénier doğduğu yerde Karaköy JW Marriott İstanbul Bosphorus’ta İstanbul’un hareketli yaşamını deneyimledim.
Otel, şehrin en güzel bölümünde... Yeni Galataport, restoranlar, liman, tramvay, İstanbul’u İstanbul yapan tarihi ve kültürel noktalar yürüme mesafesinde.
◊ Hem bir duruşma hem de çift hikâyesini nasıl bir araya getirdiniz?
- Arthur Harari: Çift hikâyesi ilk fikirdi... Ve sonra işler katmanlar halinde bir araya geldi...
◊ Senaryoyu Arthur Harari ile birlikte kaleme aldınız. Bir olayı analiz eden gerilim filmi yapma fikri nasıl ortaya çıktı?
- Justine Triet: En başta özet olarak, bir kâbustan bahsetmeyi, özel hayatımın başkalarının cehennemi olduğunu düşündüm. Sonra çok daha uzun sürecek bir dava hakkında bir film çekmek istedim.
◊ Bu filmi Sandra Hüller için yazdığınızı söylemiştiniz. Sizce onu bu kadar özel bir aktris yapan nedir?
- Justine Triet: Doğru... Bu karmaşık senaryoyu besleyen o oldu... Sandra’da özel bir şey var, nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum. Gerçekten çok ama çok özel bir oyuncu...
- Arthur Harari: Rol için ondan başka birini düşünmek imkânsız gibi geldi. Sandra filmin başlangıç noktalarından biriydi. Bu saplantıydı. Onu hikâyenin tam merkezine almanıza yönelik güçlü arzuydu. O aklımızda varken başka birine rolü veremezdik.
◊ Klasik bir soruyla başlayalım, bir projeye “evet” demenizi sağlayacak olan şey neydi?
- Doğru yerde olduğumu hissettiğimde “evet” derim. Bir projeye evet dedikten sonra, bu benim için hayati bir mesele haline geliyor. Ayrıca, her şey bir meydan okuma. Henüz keşfetmediğim bir şey verip veremeyeceğimi gerçekten bilmediğim deneyimlere ihtiyacım var. “Bunu yapabilirim” diye düşünürsem, o proje benim için daha az ilginç olur. “Little Girl Blue” filminin senaryosunu okuduğumda da, anlaşılmadığı ve kimse onu dinlemediği için mücadele eden, 2016’da Me Too hareketinden hemen önce intihar eden bu kadının duyulmasını istedim. Artık burada olmasa bile söylediklerini birinin dinleyip anlamasını istediğim için kabul ettim bu filmi.
◊ Me Too demişken... Bu hareket başlayalı birkaç yıl oldu. Sizce sektörde ne kadar yol kat edildi?
- Kadın hakları konusunda daha gidecek çok yolumuz var. Uzun zamandır oyuncuyum. İçinde bulunmamam gereken durumlara sokuldum. Bugün hâlâ gençliğimizden, oyuncu olarak sahip olduğumuz tutkudan yararlanacak bazı hasta adamlar ve bazen de kadınlar var. Ama bugünkü gençler bu yapılanların doğru olmadığını, biri rahatsızlık verici bir şey istediğinde “hayır” diyebileceklerini biliyor. Ben genç bir oyuncuyken, çok farklı bir seçeneğim olduğunu bilmiyordum. Gençlerin bizim yaşadıklarımızı yaşamayacaklarını bilmek, iyi hissettiriyor. Her devrim başarılı olmuyor, henüz hiçbir şeyin kazanılmadığını bilmemiz gerekiyor. Yapacak çok işimiz var. Bu devrimde erkekler, kadınlarla beraber hareket ettiklerinde işler gerçekten değişecek. Hepimiz aynı gemideyiz, bunu herkesin anlamasını istiyorum.
BU BİR İYİLEŞME YOLCULUĞU VE BANA KENDİMİ HATIRLATIYOR
◊ “Little Girl Blue” filminde canlandırdığınız ‘Carole Achache’ karakterinden bahseder misiniz?
-
Kaya Demirer: Bundan 2-2.5 sene önce yeni projeler üzerine Ferit Bey’le (Şahenk) sohbet ederken “Aklımda bir fikir var” dedim. İstanbul dediğiniz zaman o kadar çok etnik köken, mezhep ve kültür var ki... Yüzyıllarca birçok medeniyete merkezlik yapmış. “Tercihen Londra’da müthiş bir İstanbul mutfağı restoranı açalım” dedim. Ferit Bey de “Varım” dedi.
RESTORANI İLK ÖNCE YURTDIŞINDA AÇMAK İSTEDİM
Ben çalışmalara başladım. Ferit Bey’e “Şimdiye kadar hiç kimsenin ben İstanbul mutfağı lokantası yapıyorum diyememe nedeni, konu mutfak olunca kavga çıkması olmalı. Çünkü farklı kültürler, benzer yemekleri sahipleniyor. Bugüne kadar da kimsenin yapmama nedeni muhtemelen budur.Mutfak öyle bir şey ki insanların içine işliyorsun. Bunun için gelin biz bunu yurtdışında yapalım. İstanbul’da yapmaya çalışmayalım, çünkü bizi eleştirirler” dedim.
Bu arada Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, Ferit Bey’e “AKM terasta çok güzel bir yer var, orada güzel bir lokanta olur” diyor.
Ferit Bey de beni aradı, “Bir ihale var, İstanbul mutfağı olarak bana tanımladığını yaparsak gireceğim” dedi.
Önce İstanbul’da açmak istememiştim ama işin içine bakanlık da girince kabul ettim.
◊ Sizinle birçok defa röportaj yaptım. Ne zaman “Türk mutfağını nasıl daha uluslararası yapabiliriz” diye sorsam cevabınız “Modernize edin” oluyor. Bir Türk tarifini günümüze nasıl adapte ederdiniz?
- Artık birçok tarifi modernize ettiklerini görüyorum. Benim için en önemli şey lezzet ve tat. Türk mutfağı birçok baharata sahip. Herkes üzüm yaprağına sarma yapıyor değil mi? Her yerde var. Mesela sarmayı kuzu etiyle denerdim. Belki kuru üzüm eklerdim. Yaprağın içini biraz değiştirirdim...
◊ Kariyerinizde en gurur duyduğunuz ve en unutamadığınız an hangisiydi?
- En gurur duyduğum restoranlarımın uzun ömürlülüğü... Spago Beverly Hills, 42 yıldır açık.
Hayatımdaki en iyi hayır cevabıydı
◊ Ve hâlâ Los Angeles’ın en hit restoranlarından biri...
- İşte bu beni çok gururlandırıyor. 60’lı yılların sonunda Monako’da Hotel de Paris’teki Baumanière’de çalışmaya başladım. Oradan önce şef olmayı düşünmüyordum bile. Mükemmel bir restorandı. Sahibi 72 yaşında tutkulu bir insandı. Onu tanıdıktan sonra “Ben de böyle olmak istiyorum” dedim. Hayatıma etki eden anlardan biriydi mesela. Sonra bu şekilde beni şekillendiren bir sürü an oldu. İnan bana anlar geliyor ve gidiyor önemli olan o anı yakalayıp tutmak. Yoksa kaybolursun.Los Angeles’a taşındım. Ma Maison Restoranı’nın şefi ve ortağı oldum. Muhasebe bilgim hiç yoktu ve iflas ediyordum. Mutfak için aldığım her şeyi nakit parayla cebimden alıyordum. O imkanlar içinde bile iyi yemek yapıyordum. Az ama iyi yemek. Yavaş yavaş tanınmaya başladım. Orson Welles’le arkadaş oldum. Joan ve Jackie Collins gelmeye başladı. Mekanı Hollywood sinema dünyasından insanlar fark edince her şey değişti. Ma Maison’da kimse şef olmak istemiyordu bile. Ben ortağı ve şefi olduktan sonra ucuz görüntüsünü değiştirdim.Plastik sandalyelerden kurtuldum. Korkunç bir yerken iyi yemek ve hizmet kaderini değiştirdi. Sonra başka bir restoran sahibiyle ortaklık için görüşmelere başladım. Yüzde 50, yüzde 50 olacaktı ortaklığımız. “Hayır ben her zaman yüzde 51 alırım” dedi ve ortaklık olmadı. İyi ki olmamış Sunset’te Spago’yu açtım. O adamın yüzde 50’ye hayır demesi hayatımda aldığım en iyi hayır cevabı ve andı...
◊ Frank ve Kathleen, ilk sorum size... James Mangold’un 5’inci “Indiana Jones” filminin yönetmenliği için doğru isim olduğuna nasıl karar verdiniz?
- Kathleen Kennedy: Her şeyden önce; o mükemmel bir film yapımcısı ve sinemayı çok seviyor. Bu çok net. 70’lerin sonlarında yarattığımız bir şeyle 2023’e adım atmak... Bence bu, sadece filmi gerçekten seven biri tarafından yapılabilir. O kişi de James Mangold’du.
- Frank Marshall: James’le çalışmanın en sevdiğim yanı; aile gibi hissettirmesi. Çok iyi bir iş birlikçi ve iyi bir aile babası. Sette çok fazla sevgi ve kahkaha vardı. Bunu yapabilecek en doğru kişi oydu.
◊ James, teklif geldiğinde tereddüt ettin mi?
- James Mangold: Tereddüt ettim, çünkü bu büyük bir sorumluluk. Ayrıca böyle bir filmden o kadar çok beklenti olduğunu anlıyorsunuz ki, yalnızca bazılarına ulaşabiliyorsunuz. Çünkü herkesin kendi versiyonu, kendi “sevgili Indiana Jones”u var ve hepsini memnun etmenin hiçbir yolu yok...
Bir de bu film, efsanevi bir ekibe sahip. Dürüst bir film yapıp yapamayacağımı anlamaya çalışmak önceliğimdi. Bu koltuğa sadece bir boşluğu doldurmak için değil, aynı zamanda bir hikâye oluşturmak için geliyordum. Ve bu harika aileye girdim. Benim için bu filmi yapmamın en büyük sebebi; Frank ve Kathleen’dir.
“Kutsal Hazine Avcıları”nı 17 yaşındayken New York’un dışındaki bir alışveriş merkezinde açılış gününde izlemiştim ve yönetmen olmamın nedenlerinden biri de o andı. 3 yıl önce kendimi Steven (Spielberg), Kathy, Frank ve Harrison ile karşı karşıya bulmak ve onlarla film çekmeye davet edilmek, kurduğum tüm hayallerin ötesindeydi...
◊ Cannes Film Festivali’nde ilk gösteriminizi yaptınız. Neler hissettiniz?
- Sam Levinson: En büyük hayalim gerçek oldu... 10 yaşındaydım, dünya sineması hakkında pek bir şey bilmediğimi hatırlıyorum. İzlememe müsaade edilmeyen Tarantino’nun çılgın filmini, bir arkadaşımla onların evine gizlice girip izlemiştik. Bu sayede Cannes Film Festivali’ni keşfettim.
Buraya gelme hayalim vardı. Bu festivalde yaşayabileceğim en dokunaklı ve duygusal deneyimlerden birini yaşadım. Çok sevdiğim bu kadroyla burada olmak benim için dünyalara bedeldi.
◊ Dizide ünlü bir pop şarkıcısını canlandırdınız...
- Lily-Rose Depp: Jocelyn, etrafında tuttuğu insanlarla mücadele ediyor ve ona doğruyu söyleyip söylemediklerini merak ediyor. Bence bu hayatta da olan bir şey. Her şey kendinizi iyi insanlarla çevrelemekle ilgili. İşte bu yüzden burada, tüm bu harika insanlarla çevrili olduğum için çok mutluyum. İkinci olarak, bu proje ve bu insanlar benim için her şey demek. Biz gerçekten bir aile olduk.
ÇIKIŞ NOKTAMIZ ÇARPIK BİR PERİ MASALI YAPMAKTI
◊