Paylaş
Bizim de çözmemiz gereken bir iklim değişimi sorunumuz var. Ama bizimki kısa vadede daha tehlikeli. Belki öldürmüyor ama süründürüyor
Uluslararası İklim Değişikliği Paneli”nin (IPCC) senaryosuna göre Türkiye’de ortalama sıcaklık ileriki yıllarda, ortalama 2.5-4 derece arasında artacak, Ege’de ve Doğu Anadolu’daki artış 4 dereceyi bulacak. Türkiye’nin güneyi ciddi kuraklık tehdidiyle karşı karşıya kalacak. Ege, Akdeniz ve Güneydoğu Anadolu’yu kapsayan bölgelerde kış yağışları yüzde 20-50 arası azalacak. Kuzey bölgelerde sel riski artacak.
Su kaynakları zayıflayacak, orman yangınları çoğalacak, kuraklık ve çölleşme ile bunlara bağlı ekolojik bozulmalar ortaya çıkacak. Küresel ısınmanın potansiyel etkileri açısından da risk grubu ülkeler arasındayız. Zaten bu tip sonuçları yavaş yavaş görmeye başladık bile. Her gün ya bir sel haberi geliyor ya da sıcaktan kavruluyoruz.
Daha geçen hafta Çevre ve Şehircilik Bakanlığı küresel iklim değişiminin sonuçlarıyla mücadele edebilmek için şehirlerde önlemler alınacağını, düzenlemeler yapılacağını açıkladı.
SEL YA DA KURAKLIK DEĞİL
Fakat bizim bir başka iklim değişimi sorunumuz daha var. Sonuçları sel ya da kuraklık değil. Çevir kazı yanmasın şeklinde baş gösterip karakter zafiyetine hatta oradan omurgasızlığa kadar varan bir iklim değişimi bu. İnsanları başka biri gibi görünmeye, en hafifinden nasıl biri olduğunu saklamaya yöneltiyor. ‘Mahalle baskısı’ diye kodladığımız durumdan bahsediyorum. Bunun son örnekleri kürtaj tartışması ve aktris Nurseli İdiz olayıdır.
Daha birkaç hafta evvel tartışıyorduk kürtaj hakkını. Başbakan “Kürtaj cinayettir” diye kestirip atınca, üstüne bir de Uludere katliamıyla kıyaslayınca meseleyi dürüst bir şekilde tartışmanın imkânı kalmadı. Hakkımızı alabilmek için özür aramak, ağlak söylemler geliştirmek zorunda kaldık: “Hangi kadın ister, içinde büyüyen bebeğini aldırmak, ama işte koşullar.” “Peki ya tecavüz mağdurları ne olacak? Hadi bizi geçin onlara yazık değil mi?” “Ya çocuğun sakat doğma ihtimali varsa?”
Oysa şunu diyemedik: “Kardeşim seviştim, bir kaza oldu hamile kaldım. Ama anne olmak gibi bir niyetim yok. Şimdi yok ya da hiç yok. Her kadın anne olacak, üçer beşer doğuracak diye bir koşul da yok. İstemediğim bir çocuğu doğurmak önce çocuğun kendisine haksızlık. O yüzden kürtaj olmak ya da bu hakkımı saklı tutmak istiyorum.”
Şunu da diyemedik: “Benim de başımdan kürtaj geçti. Yapılması gereken bir şeydi, yaptım. Vicdan azabı da duymadım.”
Diyemedik, çünkü bunları dillendirsek kadınlığımız, ahlakımız, vicdanımız, inancımız tepeden tırnağa sorgulanacak, tetkik edilecek, müşahade altına alınacaktı.
NURSELİ İDİZ OLAYI
Şimdi aynı durumun tekil örneğiyle karşı karşıyayız. Neler dendi şu son birkaç günde Nurseli İdiz için?
“Be? parasyz sokakta kaldy”, “Otel sahibi haline acydy”, “Manevi çöküntü içinde”, “Ö?le saati raky içti”, “O anne kurtarylmaly”, “Hayyrsever bir i?adamy masraflaryny üstlensin”, “Hali acykly bir filmin kareleri gibi”, “O kadar borçla o içmeyecek de kim içecek”, “Alkolik olmuş”, “Ay yazık, yardım kampanyası başlatalım...”
Bana sorarsanız, hiç lüzumu yokken kendini savunmak zorunda kalan İdiz şöyle dedi:
“Ramazan ayı olmasından dolayı alkol aldığım için pişmanım. O gün çok üzgündüm, çok mutsuzdum, tatildeydim içki içtim. Onun dışında adam öldürmedim.”
Dört koldan herkes üstüne gelirken, o kendini bir tek buradan savunmak, ifade etmek, özür dilemek zorunda kaldı: “Ramazanda içtiğim için pişmanım.”
Çünkü biliyor ki pişmanlığını dile getirmese hayat bundan sonra kendisi için çok daha zor olacak.
Paylaş