Paylaş
Her sabah, yaşasın güneş doğdu diye uyanıyoruz.
Sonra kentin orta yerine, canın yongasına, yonganın tam ortasına fünyeyi çekiveriyorlar.
“Ben küçükken de Demirel vardı, hala var” demek gibi olağan mı artık bu ülkede terör? Evden çıkarken, hanede kim varsa sıkı sıkı sarılmalı mı her sabah?
Dağlar çok derin, çok yüksek, çok kalabalık.
O dağların eteklerine uzun yıllar hiçbir şey götür(e)medik biz.
Kendi kanununu yazdı Doğu’da hayat. Farkına vardığımızda, eline silah tutuşturulan gencecik bedenler tutmuştu dağın yolunu.
Bir ülkenin iki yakası. Doğusu ve Batısı. Bir canın iki yarısı.
Ama bir o kadar birbirinden uzak. Bir o kadar yabancı.
Ne biz istiyoruz onları, ne de onlar bizde ısrarcı.
“Onlar” dediğim, benim ülkemin yarısı.
Onların “bunlar” dediği yedi kuşak evvelinden akrabası.
Ayrı düşülür de bu kadar uzağa düşülür mü?
Nefret edilir de aynı hanede yaşarken bu kadar cana kastedilir mi?
Gencecik bedenleri toprakla sarmaladığımız günlerde, normal hayata çeviremiyorum bir türlü gözlerimi.
İntikam yemini edelim desem insanlık razı değil, sussam gönül...
Halbuki, belki de kaçımız Kürt anadan doğduk, kim bilir kaçımızın babası Türk...
Arap baharını merak ederken, pencerelerden geçip giden cenazelere bakakalan Arap kızları gibiyiz.
Suskun, tepkisiz.
Bir harf öğrendim, hayatım değişti!
En çok maili atanmayan öğretmenlerden alıyorum.
Bu kadar harfi yan yana getirebilmemin sebebi onlar.
Onlardan biri, İzmirli aydın kadın Emine Bilge Ozansoy, bana okuma yazmayı öğretti.
Benim gibi daha binlerce beyin bir harf öğrenmek için yol gözlüyor.
O yıla çıkmayı bekleyen öğretmen adaylarından 21’incisi de yaşamına son verdi geçtiğimiz gün sessiz sedasız. İsimsiz.
Tek dileği hayat boyu ismini unutmayacak insanlar yetiştirmekti.
Aralarından biri İzmirli’ydi...
Kendi dünyasında ölümsüz olacakken, ölümü seçti.
Özür diledik, geçti mi?
Paylaş