“Ölmeden önce cennete gidenlerin toplandığı yer” demiş ünlü Atinalı filozof Psyke, Bozburun Yarımadası için. Hepsi mi keyif erbabı bu Yunanlıların anlamadım. Marmaris Şehir Merkezi’nden Datça tabelasına sapıp hemen ardından Bozburun levhalarını izleyerek; Turunç, Amos Koyu, Kumlubük’ü (bknz geçen yılki yazılar) teğet geçerek ulaşıyorum Bozburun’a. Yarımada’ya adını veren, bir gelenin bir daha geldiği Bozburun; yarının konusu. Bugün yol üzerindeki 3 güzel köy bekliyor bizi: Hisarönü ve Orhaniye. Haydi buyurun...
Hisarönü Köyü
Marmaris –Datça yolunda ilerlerken Hisarönü tabelasını gördüysen, bil ki artık Bozburun Yarımadası’ndasın yolların fatihi okur. Her zaman esen, nemsiz bir havası, tertemiz suyu var. Sahili Marmaris Bölgesinin rüzgar sörfüne en uygun yeri. Tekneler, en sık Emel Sayın Koyu’na ve Kartal Koyu’na uğruyor, ama kıyıdan denize girmek de ömre bedel. Köyün sırtını verdiği Eren Dağı’nın efsanesi ile hayli ilginç... Efsaneye göre Rodoos Kralı Staphyus’un kızları kutsal şarabı korumakla görevlendirilirler. Bir gün uyurken evcil domuzlar fıçıları devirir ve tüm şarabı dökerler. İki kardeş, korku içinde sahile doğru koşarlar amaçları intihar etmektir. Apollon onları kurtarır. Ve Hisarönü Körfezi’ne bakan Eren Dağı’na bırakır. Köy halkı kısa zamanda kız kardeşlerden Molpedia’nın uykusunda hasta insanları iyileştirdiğini ve bu gücü dağın toprağından ve suyundan aldığını fark ederler. Şifa dağıtan bu genç kıza sağlık tanrıçası anlamına gelen Hemithia ismini verirler.
Yapmadan dönmeyin: Rüzgar sörfü, at safari, tekne turu, Yol üzerindeki Mavi Pide’den köz patlıcanlı kuşkaş pidesi, Hisaönü Köftecisi.
Nerede kalınır?
Golden Key Hisarönü: 10 dönümlük yemyeşil bir arazi üzerine kurulmuş Golden Key Hisarönü. Her şey ahşap ve doğal malzemeden. Daha çok çocuklu ailelerin tercih ettiği ama o kocaman, botanik bahçede çocuk seslerinin de arada kaybolup gittiği, sessiz, sakin, özenli bir otel. Konaklama yarım pansiyon. Sabah kahvaltısı ve akşam yemekleri abartılı değil ve çok başarılı. Sahili kilometrelerce yüzme hissi yaratıyor insanda. Personel yılardır değişmemiş. Bir gelen misafir, muhakkak ertesi yaz bir daha geliyor.
SEVGİLİ içini efkar basmış canım okur... Dünya çok karışık. Allahsız Suriye, basıyor kimyasalı el kadar çocuklara. Mısırlı Sisi, haşere gibi kendi halkını tarıyor. İktidar hırsı değirmen gibi öğütüyor masum insanları. Bizde de dolar olmuş 2 lira. Benzin 5 lirayı aştı aşacak. Küçük esnaf modeli bir küçük dolar borçlusu olarak her ay bankaya ödediğim 145 dolarcık bile içimi şişiriyor. Varın dolarla borçlanmışları ya da dolarla ticaret yapmak zorunda olan KOBİ’leri siz düşünün. Kilometrelerce uzaktayım tüm bunlardan. Biliyorum, yakında geri döneceğim. Kaçış yok. Ama şimdi minicik bir balıkçı köyünde (Söğüt), patlıcan bostanının ortasındaki çiçek gibi bir pansiyonun bahçesinden karşı bahçedeki inekle bakışıyorum. Köyün iki avcı köpeği, kedi ve sinek kovalamakla, yaşlılar meydandaki Dostlar Kıraathanesi’nde pişpirikle meşgul. Acayip bir dünya Güney Ege. Bütün dertlerin, bütün gösterişlerin ve dünyadaki tüm kötülüklerin uzağında. Konumuza geri dönersek; dün Akyaka’nın geçmişini, doğasını, koylarını, kite surf sahilini, doğal güzelliklerini okumuştunuz. Bugün sıra, nerede kalınır, ne yenir, ne spor yapılır, nerede sosyalleşir konularında. Biraz nefes almak, hayallere dalmak isteyen varsa buyurun dostlar Akyaka’sına.
YENİ OTELNo 22 Otel (Riders INN)
Bu oteli de www.gezlong.com üzerinden buldum. Senem ve Doruk, genç yaşlarında İstanbul’daki kurumsal hayatı bırakıp çocuklarının geçtiği Akyaka’ya geri dönmüş ve bu güzel, minik, sportif oteli açmışlar. Kite sahiline yürüyerek gitme olanağı ve sahiplerinin de kite’çı olmasından dolayı dünyanın her yerinden kite sörfçü ve benim gibi ruhu olan otel bulma meraklıları geliyor. Otelin restoranı big bite Akyaka’nın en iyi hamburgerini, partileme noktası barı Riders INN ise çok iyi lynchburg yapıyor. Müzik güzel. Kitesurf güzel. Ruh salaş. Her şey pansiyon kıvamında. Debdebe yok. Şatafat yok. Ağustos ayı fiyatı 2 kişilik oda + kahvaltı 160 TL. Eylül 15’ten sonra 120 TL.
www.no22hotel.com
YENİ OTELİskele Motel
Yolculuk sürüyor. Bodrum’u arkamda bırakıp daha önce hiç ayak basmadığım minicik bir kasabaya doğru yola çıkmanın heyecanı ile geçiyorum bu kez direksiyona. İstikamet Gökova. Ama önce hedef, ünlü Sakar Geçidi’nden aşağı sallanıp kendimi kitesurf’ün ve doğal güzelliğin cenneti Akyaka’da bulmak.
Bodrum-Akyaka arası yol, muhtemelen yeni yapılmış. Çift şerit, kaymak gibi. Bayram kalabalığı bittiğinden trafik de pek fazla sayılmaz. Ancak Akyaka’ya vardığımda işler değişiyor. Bu küçücük kasaba o kadar kalabalık ki; keşif işini pazar akşam üzerine bırakmaya karar veriyorum (Bu şu demek; Akyaka’ya rezervasyonsuz elinizi kolunuzu sallayarak gidecekseniz, cumartesi bunun için en yanlış zaman.)
Neresi bu Akyaka?
Türkiye’nin en Güneybatı ucundaki Muğla sınırları içinde yer alan Akyaka, Gökova Körfezi’nin doğu ucunda. Antik çağlardan beri üzerinde yerleşim olduğuna inanılan belde; yakın yıllara kadar gözlerden uzak küçük bir balıkçı köyü olarak kalmış. Geniş kitleler tarafından tanınması ise 1970’lere dayanıyor. O yıllarda çok küçük çaplı da olsa turizm faaliyetleri başlamış, bakir doğası, yazın bile hiç kesilmeyen meltemi keşfedilince Akyaka’da yazlık evler, turistik tesisler inşa edilmeye başlanmış. 1980’lerdeki turizm patlaması ile birlikte Akyaka bugünkü “turistik belde” görünümünü almış. Akyaka, 1971 yılında muhtarlık ve 1992 yılında belde ilan edilmiş. Ama bir farkla. Dünya Mimarlık Oscar’ı kabul edilen Ağa Han Ödülü’nü, Tarihi Muğla Evi projesi ile kazanan Nail Çakırhan’dan sonra Akyaka’daki her ev Muğla Evi konseptine uygun olarak inşa edilmiş. Bu nedenle hiç bir site gözü yormuyor, beton yığını gibi durmuyor Akyaka’da. Bunda en büyük etki ise Akyaka’da imara kapalı Ormanlık alanın büyük bir alan teşkil etmesi. Umuyorum ki, beldenin kalbinde yer alan, halka açık o güzelim Orman Kampı Alanı; kimselere peşkeş çekilmez.
NEDEN GİTMELİ?
* Azmakların efendisi için:
BİR yılda bir balıkçı kasabası, Dubai’ye nasıl dönüşür? Sağlam soru. Cevapları da basit üstelik. Yap-işlet-devret. Yeni açılan, herkesin ballandıra ballandıra yazdığı Yalıkavak Marina’dan bahsettiğim ortada sanırım. Kötü mü olmuş? Hayır. Zevksiz mi? Kesinlikle hayır. Ama çok büyük, çok lüks, çok şaşalı, çok iddialı. Çok, çok, çok kısaca.
Oysa ki, Yalıkavak düne kadar gösterişsiz, sakin, kendi halinde; belediyesi, meydanı, köftecisi, dondurmacısı, kitapçısı, köy kahvecisi olan, sahilindeki çay bahçesinden denize girilen, tek beach’i (XUMA) 16 yıldır aynı yerde duran, nispeten sakin bir kasabacıktı. Yani gösterişsizdi. Yani iddiasızdı. Yani Egeliydi.
Bunlar yine var. Ama tüm bunların iki adım ilerisinde, Ferrarili, 5000 TL’lik şampanyalı, bambaşka bir yaşam var artık Yalıkavak’ta: “Yeni Yalıkavak”.
Saint Trope’de yok. İçeride ayrı bir “zincir restoran” yarışı.
Bodrum’un genel halet-i ruhiyesi bu. Yerel üreticiyi, esnafı, bakkal Mehmet Amca’nın dükkanını, Balıkçı Hasan’ı yok etmeye devam. Sonra Mehmet Amca’nın oğlunun gidip o dev marketlerden birinde kasiyer, Hasan Amca’nın kızının o restoranların birinde garson olmasına neden şaşıyoruz ki hala Bodrum’da?
Sorun yatırımcıda mı peki? Hayır ismi üzerinde, yatırımcı. Para yatırıyor adam.
VAR böyle şeyler hayatta. Ne kadar paranız olursa olsun, sanatla, görgüyle ve estetikle terbiye edilmiş ruhunuz yoksa dokunduğunuz hiç bir şey güzelleşmiyor. İstediğiniz kadar mimarlara, tasarımcılara emanet edin; o mekana bir türlü ruhani bir güzellik katılamıyor. Hani çağlar boyu dünyayı etkisi altına alan sanat akımları vardır ya “empresyonizm, romantizm, yeni romantizm, yeni kavramsal” gibi... Yeni yapılmış devasa tuhaf camilere, balıkçı köyüne yapılma Dubai’den bozma marinalara baktığımda bana göre bu çağın, özellikle de Türkiye’nin şu sıralar içinde yüzdüğü sanat akımının adı olsa olsa “YENİ GÖRGÜSÜZ” akımı olurdu. Allah’tan böyle bir akım adı yok henüz literatürde. Ben şu an uydurdum.
Otelde bir art direktör
İşte Bodrum’un nefis koyu Torba’da karşılaştığım, çok zamandır gezmek istediğim Casa Dell’Arte, tüm bu iştahlı görmemişliğin uzağında bir otel. İsmi Latincede “sanat evi” anlamına geliyor. 2007 yılında her taşın, her tablonun, her heykelin özgün bir sanat parçası olduğu Büyükkuşoğlu Ailesi tarafından, aile koleksiyonlarını sergilemek, çağdaş ressam ve heykeltıraşlara platform yaratmak, Torba’yı sanatla buluşturmak üzere kurulan Türkiye’nin ilk yaşayan sanat oteli.
Yaşayan diyorum, çünkü otelin haftanın neredeyse 7 günü görev yapan, İTÜ’yü bitirip İsveç’te mühendislik doktorası yaparken yarıda bırakıp, Avustralya’ya gidip sıfırdan başlayarak fotoğrafçılık ve sanat okuyan bir art direktörü var Casa Dell’Arte’nin: Yavuz Erkan.
Casa Dell’Arte, 12 odalı inanılmaz bir residance ve hemen bitişiğinde 37 odalı, çocuklara ve sanata adanmış Casa Dell’Arte Luxury Family Resort’tan (Aile Suitleri) oluşuyor. Markanın ilk kuruluşu olan Casa Dell’Arte Residence, ailenin kendine ait bir evi bir sanat oteline dönüştürmesiyle ortaya çıkmış. Mimarisinden, doğasına; dekorasyonundan sunumuna kadar her ayrıntısı özenle ve ince bir zevkle oluşturulmuş.
Sanat, sanat, metrekarelerce sanat!
MUHTEMELEN Sayın Başbakan’la aynı gün Torba kıyılarındaydık.
Kendisi denizden, ben karadan. Kendisi görevi gereği tebdili kıyafet, ben görevim gereği parmak arası, şort, kamera, lap top, tablet, şnorkel.
Dün, Sevgili Banu Şen’in kaleminden, tebdili kıyafet gezinin Bodrum’da yarattığı tsunami’yi okudunuz benim gibi merakla. Bugünse benim Bodrum’a bu kadar yakın olup da bu kadar sükûnet sahibi olduğuna inanamadığım Torba notlarım var.
Sayın Başbakan, Bodrum’daki 30 yıl önceki hükümetin başlattığı, bugünkü bakanlığın imara açmaya devam ettiği Bodrum kıyılarını neden Torba’dan gezmeye başladı bilemedim, çünkü Torba, Bodrum’un belki de en bozulmamış beldelerinden biri. (Örneğin, Torba’dan çıkıp arabasının burnunu Bodrum merkeze doğru çevirdiğinde, Güvercinada üzerine bir hilkat garibesi gibi kondurulmuş, kazulet, beton yığını otel enkazını görmeden geçmesi imkansız bir insanın). Neyse, biz yine de konumuza dönelim... Torba.
Halkı ile barışık bir beldeTorba, Bodrum’un eski hali gibi. Evet tüm sahil şeridi oteller tarafından çevrilmiş durumda, ancak bir farkla. Bu otellerin hepsinin ister gündüz, ister gece, Torbalıların otelin ortasından geçerek yürüyüş yapmasına olanak sağlayan halka açık patika yolları var. Yani, ister 5 yıldızlı, ister butik olsun hiç bir otel kendini halka kapatmamış. Ortasından elinizi kolunuzu sağlayarak geçiyor, isterseniz havlunuzu iskelelerine bırakıp denize girebiliyor ya da bir şeyler içebiliyorsunuz. Eğer ki, şezlong ve şemsiye isteyecek olursanız o zaman bunlardan faydalanmak için bir ücret ödüyorsunuz. Hatırlarsanız, ne Çeşme’de, ne de Bodrum’un bir çok başka koyunda bu otellerin içinden yürümek, şezlong, şemsiye kullanmasanız da denizinden faydalanmak imkansız. Torba’da, ben en azından kendi adıma böyle bir yasakla karşılaşmadım. Tebdili kıyafet otellerin içinden yürüyerek, kah denize girip kah fotoğraf çekerek tüm sahil şeridini adım adım dolaştım. “Buradan denize girmek yassah hanfendüü” tadında hiç bir engellemeye rastlamadım.
GÜNEY Ege etabının 2. rotası, an itibariyle başladı. Hemen bir müjde... Önümüzdeki yıl, Kuzey’den Güney’e tüm Kıyı Ege notlarımı, hap yapıp yanına alacaksın ey Kristof Kolomb ruhlu okur. Çünkü, kendi kendime, “Kıyı’dan Köşe”den adını verdiğim rehber kitabım, önümüzdeki bahara, doğum günüm ile birlikte kitapçılardaki yerini alacak.
Allah izin verirse. Tabii, önce bana hayalimdeki kitabı basacak çılgın bir yayın evi bulmam lazım.
Konumuza dönersek... Geçen yıl çıktığım Güney Ege gezisinden bambaşka bir rota çizerek tamamlamaya çalışacağım bu yaz, Türkiye’nin en şahane bölgelerinden birini... Bugün, yolculuğun ilk durağındayım. Daha önce hiç ayak basmadığım Güllük’te.
Güllük; Milas–Bodrum yolu üzerinden sağa ayrılan 8 km’lik yoldan varılan ve aynı adı taşıyan körfezini kucaklayan koyda yer alan şirin bir sahil kasabası. Milas’a bağlı bir belde konumunda olmakla birlikte aslında bir ilçe görünümüne sahip. Bodrum’un kalabalığı ile tezat oluşturan sakin, kendi halinde, sükûnet sahibi, barışçıl bir tatil yöresi.
İlk izlenimim, 60’larda, birbirinden renkli danslı balolarla hayatın tozunu attıran, 70’lerde biraz daha sakinleşip bir sayfiye yeri havasına bürünen, 80’lerde müteahhit ordularının sahil kasabalarını istila etmesi sonucu siteleşen; dünyalar güzeli bir körfez Güllük.
Denizi güzel, insanı güzel, balığı güzel. Her yerin site olması dışında, belde. Bundan 5 yıl öncesine kadar, gemilerle boksit ve feldispat rezervlerinin sevk edildiği Güllük Limanı’nın, merkezden başka bir alana taşınması ile derin bir nefes almış bu güzel kasaba.
DÜN yazmıştım, bayram boyunca çalışıyorum diye. Dünyaca ünlü seyahat dergisi Travel + Leisure’ın Foça çekimleri var 3 gündür. Aynı zamanda Vouge için de çeken Emel Ernalbant’ın elinden çıkma tüm kareler. Ben de tek tek Foça keşiflerini kaleme alacağım derginin Eylül sayısında. Bu nedenle sabah gün doğumu, akşam gün batımı demeden keşifte ve çekimdeyiz.
Ama öncesinde, bazılarını buraya taşıyayım istedim. Çünkü, Foça bana bu yaz, her zamankinden daha güzel göründü. Öncelikle son bir kaç senedir tüm sahile kurulan ahşap iskeleler sayesinde, Foça denizle buluşmuş. Siz turistik bir ilçenin merkezinden, evinizin, otelinizin önünden denize girebilmek ne büyük lükstür bilir misiniz? Çeşmeliler iyi bilir mesela. Çünkü, şimdi hiç biri evininin önünden denize giremiyor Çeşmeliler!!!
Çocukluğumda böyle değildi Foça. Denizin kıyısında balıkçılar, hemen önünde tekneler vardı tam merkezde. Dolayısı ile denize girmek için koylara gitmek gerekliydi. O da araban varsa. Şimdi durum çok farklı; tekneler başka bir yere alınmış, tüm sahil şeridi ahşap kaplanmış, 10 adımda bir genişçe ve estetik iskeleler yapılmış. Genç yaşlı, çoluk çocuk yürüme mesafesinden denize giriyor. Kimse kimseyi rahatsız etmiyor. Denize girme kültürü burada hayatın doğal bir uzantısı gibi. Sahil şeridinin hemen yanında bir bisiklet yolu. Bariyerlerle kesin bir biçimde ayrılmış araç trafiğinden. (Yaya yolundan ayrılamamış maalesef. Çünkü yayalar, Türkiye’nin her yerinde olduğu gibi ısrarla bisiklet yolundan YÜRÜMEYE devam ediyor, çıldırıcam). Balıkçıların az ilerisinde kocaman bir meydan ve bağları çeken balıkçı heykeli. İyi bir heykeltıraşın elinden çıkma, belli. Yerli hatta yabancı turistler heykelle poz veriyor.
Mesut Ve Fatoş’un Yeri (Çarşı Lokantası)
Mesut Kabulcu, doğma büyüme Foçalı. Eşi Fatoş Hanım da öyle. Ama anneanne tarafından göçmen ikisi de. Fatoş Hanım, Limni Adası’ndan gelen bir mübadil ailenin kızı. Eli doğuştan yatkın bizim kıyıların yani Ege’nin mutfağına. Öğretmenlikten emekli olunca Çarşı içindeki bu köşe dükkanı bir zeytinyağlıcı yapmaya karar veriyorlar. 2006’dan beri kışın şevketi bostandan, türlüye, pırasaya; yazınsa beyaz enginara, bamyaya, börülce salatasına dair nefis kokular yükseliyor bu dükkandan. Akşam servisi yok. Gün içinde bazen biraz beklesniz de masa bulabilirsiniz. Ki beklemeye değer. Çarşı’da kime sorsanız gösterir.
Sahil Lokantası
Bilen bilir, benim Foça’daki tek balıkçım Sadık Abi (Fokai)’dir. Amfitiyatro’nun hemen üzerindeki bir taş avluda, limana bakan manzarası ile nefis meze ve balık yapar. Bu kez arkadaşımızın ısrarı ile bir kereliğine farklı bir lokanta denemeye karar veriyoruz. Eski Foça’nın yaklaşık 40 yıllık balık lokantası; Sahil. Balık halinin bitişiğinde. Yediklerimiz taze, ızgara kalamar usulünde, salata taze ve diri. Ahtapot salatasına silme biber domates değil, ahtapot doğramışlar. Bir balık lokantasına ilk puanı beyaz peynirinden veriyorum senelerdir, Sahil beyaz peyniri ile 10+ alıyor bizden. Çok insancıl bir hesapla kalkıyoruz masadan 2 kişi. İşletmesi 3 yıl önce değişmiş. Türlü sıkıntılardan sonra şimdiki sahiplerine geçmiş, müşteriler memnun. Biri kadın ve Alman; 3 çekirdekten yetişme güzel insan yürütüyor yeni işletmesini. Hem İngilizce, hem Almanca biliyorlar. Rezervasyonda fayda var: (0232 812 22 20)