Ancak kör olası nazlı yar; sık sık biçim değiştiriyor. Kimi zaman gökdelenleri arşa uzanan nefis bir şehir silueti olarak (New York) çıkıyor karşıma; kimi zaman M.Ö. 6. yüzyıldan kalmış kayalara oyulmuş bir şehir (Ürdün / Petra) olarak geziniyor deli aklımın dehlizlerinde.
Tabii her zaman, ha deyince vuslata eremiyor insan. O yüzden bir gittiğim yere bir daha gidemeyişim. O yüzden, seyahat dergilerine bakamayıp, Hürriyet Seyahat ekini biriktiremeyişim. Evini istediği gibi döşeyecek bütçesi yok diye ev dekorasyonu dergisini eline alamayan arkadaşım var benim. Benim durumum gene de iyi sayılır.
Buraya nereden geldik? Söyleyeyim, yazı dizisinin son etabında Fethiye’deyiz. Geçen hafta; Fethiye, Ölüdeniz, Faralya ve Likya Yolu vardı bu sayfalarda; bugünse sıra yıllar önce fotoğraflarını görüp bir türlü aklımdan çıkarmadığım Kayaköy’de.
Bir yamacın eteğinde geçmişi dinlemek
Bir akşam üzeri varıyoruz Kayaköy’e. Yanımda; tüm Fethiye seyahatim boyunca beni yalnız bırakmayan, mihmandarım, bölgenin gönüllü turizm elçisi, Faralya’daki Villa Mandarin Otel’in zarif işletmecisi Ayşegül Nakkaş var. Kayaköy’ün girişinde biletlerimizi alırken kulağıma şöyle fısıldıyor:
TREKKİNG’den (*) fersah fersah uzak, yüz karası bir gezgin olarak Likya Yolu’nu ilk kez geçen yıl, Muğla Valiliği’nde katıldığım bir toplantı esnasında duydum. Fethiye Ticaret Odası’ndan gelen bir hanımefendi, Oda, Valilik ve Belediye katkısı ile Likya Yolu’nda önemli revizyonlar ve iyileştirmeler yaptıklarını, bu son hali ile mutlaka görmem gerektiğini, eğer yürümeye karar verirsem kendisi ile iletişime geçebileceğimi söyledi. Ancak benimle ilgili önemli bir ayrıntıdan habersizdi. Bana paraşüt ver atlayayım, bisiklet ver günde 60 kilometre yapıp bütün şehri, bölgeyi kat edeyim, spor ayakkabı ver hayatımda görmediğim bir şehirde günde 15 kilometre yürüyeyim, tak şnorkeli – tüpü gece dalışı bile yapayım, ama dağ tepe tırman deme! Biliyorum bu da benim özürüm, kabahatim. O yüzden dağ tepe tırmananlara hayranım.
Likya Yolu dediğin sağlam bir parkur!
“Ne olacak canım iki tepeyi yürümedin mi, tembel” dediğini görür gibiyim kendisi dağdan vadiye koşan (!) can okur, ancak Likya Yolu dediğin tam 509 kilometre. Fethiye’den başını uzatıp Antalya’dan çıkıyorsun. Ancak Kabak Koyu’nda tanıştığım, etabı tamamlamış yoldaşların anlattığına göre; Antik kentlerle, dağ köyleri ve şelalelerle bezeli, dünyanın belki de en güzel yürüyüş yolu! Ucundan kıyısından minik minik bulaştığım parkur olağan üstü güzellikte.
Kısa Kısa Likya Yolu:
GELDİK yolculuğun son durağına... Yani; Fethiye ve Ölüdeniz’i ardımda bırakarak tırmandığım yeryüzü cenneti Faralya (Uzunyurt) Köyü’ne. Bu arada, son etap cidden o kadar doyurucu, baştan çıkarıcıydı ki, yaz başından beri yaptığım 4000 km’ye, başımdan geçen türlü türlü maceralara, yorgunluğa, uykusuzluğa kısacası her şeye ama her şeye değdi. Ancak, Faralya ve devamındaki Kabak Köyü; hem denizden, hem karadan oldukça uzun ve tadı çıkarılası bir etap. O nedenle bu son bölümü 3 tefrika halinde okuyacaksınız, şimdiden koltuğunuza yaslanın mümkünse fonda hafif bir rüzgar hışırtısına, dalga sesi ekleyin.
Aslında yolculuk epey zorlu başladı. Önce tam Ölüdeniz’den Faralya’ya tırmanacağım sırada benim küçük Gümüş’üm stop etti. Yolun ortasında kaldık öylece. Nuh diyor, peygamber demiyor. Bir kaç kişinin yardımı ile sağa çektik. Kafamı kaldırdığımda bir de ne göreyim? Yaklaşık 15 yıldır görmediğim, çocukluk arkadaşım Belce’lerin oteli Belcekız’ın önündeyim. Derhal resepsiyona gidildi, durum özetlendi, Belce’nin babası az sonra yanımdaydı. Akü ile ilgili bir problem olabileceğini 1-2 saatimi burada geçirirsem düldülün kendini toparlayacağını söyledi. Ben de bu arada çocukluğumdan beri görmediğim bu güzel oteli görme, Nebi Usta’nın elinden nefis bir öğle yemeği yeme şansı buldum. İki saat sonra arabamın başına gittiğimizde, hiç nazlanmadan çalıştı benimki de yolumuza devam ettik. Babamın dediği doğru sanırım... Dünyanın neresine gidersem gideyim aç kalmama potansiyeli ve şansına doğuştan sahibim.
Faralya’ya doğru...
Turkuaz renkli Ölüdeniz’i ardınızda bırakırken Faralya’ya ulaşmak için iki seçeneğiniz var. Biri, Likya yolu üzerindeki Kelebekler Vadisi’nden yukarıya yürüyerek hatta iplerle asılarak tırmanmak, diğeri de benim yaptığım gibi sakin sakin araba kullanmak. Daha tırmanırken oldukça heyecanlıyım, çünkü beni Faralya’da uzun zamandır merak ettiğim; dünya vatandaşı, 7 dil bilen Ghislain ve Türk ortağı Ayşegül tarafından 4 yıl önce açılan egzantrik bir huzur oteli bekliyor: Villa Mandarin. Gümüş tekrar stop etmesin diye dualarla gidilen yaklaşık 20 dakikalık yolculuktan sonra denizden 2000 metre yükseklikteki Faralya Köyü görünüyor. Yarlara kurulmuş 2 küçük mahalle geçtikten sonra Kars’tan getirilen nefis, ahşap, antika bir kapının önünde duruyorum.
Nev-i şahsına münhasır... Villa Mandarin
Ghislain Sireilles, 32 yıllık tur operatörlüğü işinin sonunda, Türkiye’de unutulmak üzere olan el sanatları, oymacılık, mermercilik ve daha birçok sanatı birleştirip Türkiye’nin değişik bölgelerinden topladığı halılar ve antikalarla bir mekan yaratma düşüncesini 3 yıl önce Mandarin’de gerçekleştirmiş. İstanbul’daki zorlu iş yaşamının yanı sıra; bir dönem çok ünlü bir otel zincirinde üst düzey yöneticilik yapan Ayşegül Nakkaş’ı da ikna ederek Villa Mandarin’i kurmuş. ‘Tripadvisor Travelers’ Choice 2012 en iyi oteller sıralamasında Türkiye sınırlarındaki en iyi 25 otel arasında bulunan otelin 8 adet ferah odasındaki çift kişilik jakuziler, sınırsız özgürlük dikkate alınarak pencere önlerine taşınmış. Sabahları köyden gelen malzemelerle hazırlanan kahvaltı ve yarım pansiyon olması sebebiyle sunulan akşam yemeğindeki dünya lezzetleri ile Fethiye mutfağının harmanı şaşırtıcı düzeyde iyi. İsli balık, karides güveç ve balık çorbası gibi lezzetler yöresel malzemelerle pişirilip Avrupai sunumlarla sofraya taşınıyor.
YAZI dizisinin son, en zorlu, ama en görkemli etabındayız yattığı yerde benimle kıyı kıyı gezen canı tatlı okur. En zorlu çünkü, Fethiye’den çıkıp Faralya ve Kabak köylerine tırmanırken yol azıcık zor. Görkemli çünkü, ben böyle bir doğa, böyle güzel uçurumlar ve böyle şahane koylar ömrümde görmedim. Ancak Fethiye o kadar büyük ki, genelini bugün, olağan üstü güzellikteki Ölüdeniz; Faralya (Uzunyurt) ve Kabak köylerini ise yarın ve öbür gün mercek altına alacağız. Eylül tatiline ya da bayram tatiline çıkmayın derim! Benden söylemesi...
Fethiye’ye doğru
Yola çıkarken yanımda 2 rehber vardı. Biri dijital biri de sıkı bir rehber kitap.
Dijital olan www.timestops.mugla.com; rehber kitap ise ünlü fotoğrafçı ve gezgin Ömer Kokal tarafından bu yaz başı yazılan ve Voyager tarafından yayınlanan “Yol Notları” isimli kitap. Aslında her ikisinden de tamamıyla bu bölgeyi anlattıkları için sonsuz derecede faydalandım. Yolunuz buralara düşecekse, edinmenizde fayda var. Kılavuzumda da dediği gibi, “Bilir misin kanatları nasıl açılır bir yamaç paraşütünün rüzgara karşı? Ya da kelebekler nasıl da özgür uçar Kelebekler Vadisi’nde?” İşte, bu yüzden Göcek’ten çıkıp soluğu Fethiye’de aldım.
Fethiye... Tarihteki ismiyle Telmessos. Muğla’nın en büyük ilçesi olan Fethiye,
dünya üzerindeki tüm doğa, deniz ve adrenalin tutkunlarının özel tercihi. 2011 nüfusu 81.467 kişi olan Fethiye; pek saymakla bitmeyen alternatif turizm olanağı ile yaz – kış on binlerce seyyahın akınına uğruyor. Antik Telmessos kentini de içinde saklayan Fethiye ilçesi, Fethiye Körfezi’nin doğusunda, Fethiye Ovası’nın güneybatısında. 18 adet adaya sahip. Kıyı şeridinin uzunluğu 167 kilometro. Kızılada, Gemile, Domuz, Tersane, Katrancı, Şövalye ve Karacaören çevresindeki nefis adalardan birkaçı. Akdağ, Mendos, Babadağ ve Girdev dağları çevresindeki en büyük dağlar.
SICAK, kuru, tatsız bir yazdı geçen, bir çoğumuz için. Yok yere çocuklarımız öldü. Dünya karıştı. Neredeyse Suriye’ye giriyorduk. Hatta bir ara olaylar öyle bir noktaya geldi ki, hah şimdi tüm dünya birleşip bize girecek diye bekledim. Ağaçlarla ve doğa ile alıp veremediğimiz şey neyse bu yaz da bitmedi. Kesmeye, yakmaya, yeni betonlar için yeni yerler açmaya devam ettik. Tüm bunları yaparken de büyüdüğümüzü iddia etmeye! Bütün kıyı Ege’yi kasaba kasaba, köy köy dolaştım yaz boyunca, rant uğruna açılan kıyılara, açılmak istenenlere inanamazsınız. Zamanında SİT alanı ilan edilmemiş olsa, size garanti veriyorum tüm kıyı şeridinde bir tane ağaç kalmazdı. Yine de iyimser olalım mı? Olalım. Başka türlü yaşayabilme durumumuz yok çünkü. Acının panzehri sanat, savaşınki barış çünkü. Bu nedenle bugün 2 tane birden ruha iyi gelecek haber var.
I. Uluslararası EGİAD Fotoğraf Yarışması
GÜZEL proje yapıyor EGİAD’çılar. Düşünerek yapıyor. Gündemi izleyerek, ülkeyi, bölgeyi, kenti koklayarak fikir üretiyor, fiiliyata döküyorlar. Ayakları yere basıyor. Memleket Hanya’ya giderken, onlar Konya’dan çıkmıyor yani. İşin eğlenceli tarafı da normal hayatta patron koltuğunda oturan bütün EGİAD üyeleri, dernek çatısı altında işçi. Tek tek sorumluluk alarak, görev, proje bitirilemediğinde hesap veriyorlar. Şimdi bir sanat projeleri var. Dünyadaki tüm fotoğrafçıların katılımıyla, yaşamın en önemli şartı, sağlık konusunu fotoğraf sanatçılarının vizöründen topluma taşımayı hedefliyorlar.
Daha önce, ilkini “İş ve Yaşam”, ikincisini “Kentine İyi Bak”, üçüncüsünü de “Yaşamda İletişim” başlığıyla ulusal alanda düzenleyen EGİAD, bu kez bir adım öteye giderek, TFSF (Türkiye Fotoğraf Sanatı Federasyonu), FIAP (Fotoğraf Sanatı Uluslararası Federasyonu) ve UPI’nin (Uluslararası Fotoğrafçılar Birliği) katkısıyla, EXPO 2020 sürecine destek amacıyla EGİAD 1. Uluslararası Fotoğraf Yarışması için kolları sıvadı. Yarışmanın ana teması: HERKES İÇİN SAĞLIK!
Böylelikle EXPO sürecinde de katkı vermeyi hedefliyorlar.
BİRAZDAN yaklaşık 6 saat sürecek bir araba yolculuğu için direksiyon başına geçeceğim sevgili okur. Bozcaada’dan İzmir’ime döneceğim. Saat 07.05. Daha valiz toplanacak, ada halkı ile vedalaşılacak, Çiçek Fırın’a uğranıp eşe dosta ada kurabiyesi alınacak. Veli Dede’den ‘acuka’ alınacak. O yüzdendir ki bugün sizi, benim bir zamanlar hayatımı değiştiren iki hikaye ile baş başa bırakışım. Bugünlük affola...
... Eski zamanların birinde bir adam hayatın anlamının ne olduğuna takmış kafayı... Bulduğu hiçbir yanıt ona yeterli gelmemiş ve başkalarına sormaya karar vermiş. Ama aldığı yanıtlar da ona yetmemiş. ‘Fakat mutlaka bir yanıtı olmalı’ diyormuş. Ve dolaşıp herkese bunu sormaya karar vermiş. Köy, kasaba, ülke dolaşmış, bu arada zaman da durmuyor tabii ki... Tam umudunu yitirmişken bir köyde konuştuğu insanlar ona, ‘Şu karşıki dağları görüyor musun, orada yaşlı bir bilge yaşar, istersen ona git, belki o sana aradığın yanıtı verebilir’ demişler.
Çok zorlu bir yolculuk sonunda bilgenin yaşadığı eve ulaşmış adam. Kapıdan içeri girmiş ve bilgeye hayatın anlamının ne olduğunu sormuş. Bilge, ‘Sana bunun yanıtını söylerim ama önce bir sınavdan geçmen gerekiyor’ demiş. Adam kabul etmiş. Bilge, bir çay kaşığı vermiş adamın eline ve içine de silme bir şekilde zeytinyağı doldurmuş.
‘Şimdi çık ve bahçede bir tur at, tekrar buraya gel. Yalnız dikkat et, kaşıktaki zeytinyağı eksilmesin, eğer bir damla eksilirse kaybedersin’ demiş.
Adam, gözü çay kaşığında, bahçeyi turlayıp gelmiş. Bilge bakmış, ‘Evet’ demiş, ‘Kaşıkta yağ eksilmemiş, peki bahçe nasıldı?’
Adam şaşkın...
‘Ama’ demiş, ‘Ben kaşıktan başka bir yere bakmadım ki!’ ‘Şimdi tekrar bahçeyi dolaşıyorsun, kaşık yine elinde olacak ama bahçeyi inceleyip gel’ demiş bilge.
BOZCAADA’dayım.
Bu yıl henüz yaz gelmemişti daha, mevsim bahardı, ada ile başladı denize yolculuğum; yapraklar sararırken yine adada sona eriyor.
Hazal Yılmaz’ın dediği gibi, “Öyle bir yer bu ada. Dünyanın neresinde olduğunu unuttuğun, memleket meseleleri masaya yattığında ‘Her şey güzel olacak’ saflarında yerini aldığın, sokakları süpüren adamın durup ‘Sizin için temizledim’ diyebildiği, göz göze geldiğin herkesin gülümsediği, kitapların bir günde bittiği, telefonu fotoğraf makinesi kıvamında kullandığın, binaların üzüm, hanımeli, şarap koktuğu...”
Bağbozumu şenliği vardı geçen hafta adada. Bu hafta sonu da Yerel Lezzetler Festivali.
Biliyor musunuz yüzyıllar sonra şarapla değil, üzümle yapıldı adada bağbozumu. Şarap tadımı yoktu. Şişesi, etiketi yoktu. Kokusu ve rengi vardı bir tek hafızalarda.
BAZEN dünya üzerindeki tüm tekneler Türklere ait ve hepsi de Göcek’te toplanmış hissi verse de, Türkiye’de en sevdiğim köşelerden biri Göcek. Geçmişte Hyparna ve Kamche isimleriyle Karia ve Lykia sınırlarının belirlendiği Göcek, tüm zamanınızı teknede karaya çıkmadan geçiremeyeceğiniz kadar güzel bir belde. 2010 yılında ciddi bir kirlilik alarmı veren Göcek’te, belediye, Deniz Temiz Derneği Turmepa ve denizcilerin duyarlılığı ile atıkları elektronik ortamda izleyen mavi kart uygulamasına geçilmiş ve denize atık bırakan teknelere 50 milyara kadar ceza kesilmeye başlanmış. Bu karardan sonra ciddi biçimde yeniden eski temiz görünümüne kavuşmaya başlamış Göcek. Şimdi Turmepa, 15 günde bir, Göcek’te denizde 10 ayrı noktadan numune alıp analiz yaptırıyor.
Tekne turu: Göcek’te yaz ve gündüz aylarında yapılabilecek en güzel şey ya günlük tur tekneleri ile kişi başı 50 TL’den başlayan fiyatlarla koy koy gezmek, ya da daha sakin, kendi halinde ve kişiye özel bir hizmet istiyorsanız günlük ya da 3-4 günlük gulet kiralamak. 1 günlük kendi arkadaş grubunuza özel kiralama yapacaksanız günlük tekne fiyatları bin TL’den başlıyor. Ancak bizim yaptığımız gibi öğle saatlerinde marinaya gidip o gün tura çıkmamış teknelerden biriyle pazarlık yapıp yarı fiyatına denize açılmak ve ücreti de kendi aranızda bölüşmek de mümkün. 3-4 günlük bir tur içinse araştırıp size tavsiye edebileceğim tekne La Nonna. 22 metrelik, 8 kişilik bu ahşap guletin eylül ayı günlük kiralama bedeli 670 euro, ekim ayında ise 500 euro. Bu fiyatlara tekne kirası, mürettebat, marina giderleri ve günde 3 saate kadar seyir için yakıt dahilmiş. www.lanonnayachtgocek.com Farklı yat seçenekleri için ayrıca bu siteye de göz atabilirsiniz: www.guletyat.com
En güzel koylar ve adalar
Bedri Rahmi Koyu