Aziz Devrimci

Ah bir zengin olsam...

8 Eylül 2022
“Çağın en büyük hastalığı, başarı üzerine kurulmuş bir hayat isteği. Hayatın anlamı başarıda değil özgürlükte. Özgürlük ise başarma ve çuvallama riskini göze alıp yaşayabilme cesareti. Sadece başarı için yaşayan insanlar, köle ruhludurlar, özgür olamazlar.”(Jean-Jacques Rousseau)

“Başarının kıstası nedir?” diye sorsam, herkes kendine göre farklı şeyler söyleyecektir. Okul ve eğitim hayatında başarı, iş hayatında yükselme, sporla uğraşıyorsa derece almak veya şampiyonluk, sanatla ilgiliyse eserlerinin rağbet görmesi gibi örnekler çoğaltılabilir. Başarma ve çuvallama riskini göze alan bu düşünce biçimi azınlıkta olsa da bana göre çok naif, olağan ve anlaşılabilir kıstaslar. Özgürlüğümüzü bir nebze kısıtlasa da esiri olmadan başarmış olmanın, emeğin karşılığına kavuşmanın mutluluğuyla geleceğe, geçmişten bir başarı hikâyesi yüklemiş oluyoruz... Bir de öbür türlüsü var tabii... J.J.Rousseau’nun kast ettiği hasta tipler yani... Son zamanlarda başarının çoğunlukla parayla kıstas alındığı ve sevgili Tanju Okan’ın meşhur şarkısında sevgilisine seslendiği “Ah bir zengin olsam, sana neler neler alırdım” havalarının yaygın olduğu düşünce biçiminin kahramanları... Başarıyı, başarmayı seven, hem de çok seven. Başarısızlığa tahammülü olmayan, hazmedemeyen ve asla kabul etmeyen kahramanlar... Başarmak için her yolu deneyen, meşru olmazsa da kılıfına uyduruyor tabii ki... Eskiden çok ayıptı ama şimdilerde başarı için her türlü gayrimeşru yola başvurmaktan çekinmeyen, üstünde sakil dursa da uydurduğu kılıfı alnının ortasına etiketleyip bir de utanmadan dolaşabilen kahramanlarımız... Şarkının sonunu da iyi bilmeliler: “Belki de böyle bir zenginlik içinde olsaydık sevgilim... Bunca rahat yine de bedbaht, mutlu olmazdım ben...”

FLORANSA’DAN ‘LAMPREDOTTO’

İtalyanların bizle benzeştiği en önemli tarafı, sokak lezzetlerine olan aşırı düşkünlüğü olmalı. Biz Türkleri farklı kılansa, sokak tablalarının başında bekleyip yapılışını izlediğimiz, ekmek arası herhangi bir şeyden alınacak ilk ısırığın yerini tespit etmek. “Nerden ısırmalı” diye hayalini kurarken yaptığımız mühendisliği normal yaşamımıza yansıtsaydık eminim çok farklı olurduk. Her neyse, sadede gelirsek, “Lampredotto” diyeceğim. Sevgili Melih Baytürk aslında ünlü bir kameraman... Eski Çevre Sokak’ta “Tatlı-Tuzlu Fırın”ın bir köşesine kurduğu tezgâhta, İtalyan sokak lezzetleri de pişiriyor. Sadece cuma ve cumartesileri saat 20.00 ila 01.00 arası açtığı tezgâhı yakalamak için önceden plan yapmalısınız. Sevgili Melih’in özenerek pişirdiği “Lampredotto”yu çoğunuzun ilk defa duyduğunu biliyorum. Anlatayım: Bildiğimiz “şırdan”ın bizimkinden farklı pişirme yönteminin, İtalya’nın Floransa bölgesinde yaygınlaşmış nefis mi nefis bir atıştırmalığı. İyice temizlenen şırdanlar, kereviz sapı, soğan, maydanoz, sarımsak, havuç ve domatesle birlikte suda kaynatılıyor. Suyu süzüldükten sonra doğranıp ekmek arasına konuyor, üzerine taze soğan, maydanoz, sarımsak ve zeytinyağı ile püre kıvamına getirilmiş “Salsa Verde” dökülüyor. Sonrası size kalmış… ısıracağınız yeri tasarladıysanız, gömülün.

ÇİKOLATALI MUS VE ‘ADUJA’

Çikolata krizim tuttuğunda hep uğruyorum... “Aduja Çikolata”yı duymuşsunuzdur. Genç ve heyecanlı şefi “Derin Erbengi”nin sürekli gülümseyen yüzünü gördüyseniz unutmanız mümkün değil zaten. Olumlu enerjisini önce ellerine oradan da elleriyle yaptığı çikolata ve makaronlara lezzet olarak yansıttığını ben biliyorum, çikolatalarını yediyseniz siz de fark etmişsinizdir. Eskiden Ayrancı Tirebolu Sokak’talardı, şimdi Kavaklıdere’nin Tunalı’dan Esat Caddesi’ne kadar uzanan sokağı Abay Kunanbay Sokak’taki yeni yerlerine taşındılar. Son gittiğimde klasik tatlılardan “Chocolatte Mousse” yani “çikolatalı mus” tattırdı. Tadını anlatamam, ben bayıldım.. Gidip siz de bayılın derim.

Yazının Devamını Oku

Yaşamı köpürtmek

1 Eylül 2022
“Yaşamı yaşamak zorunda olmanın temel utancı içinde bir aradayız.” (Marguerite Duras)

Türk kahvesini bol köpüklü seviyoruz, ilk yudumda o köpüğü höpürdeterek damağımıza vakumlamanın hazzı mest ediyor. Yayıkta sürekli çalkalanarak köpürtülen ayranı da öyle seviyoruz. Köpük köpük içerken altlı üstlü dudaklarımıza bulanan köpükleri temizlemek için dilimizle yalanırken verdiği keyfi sevmeyen var mıdır? Kremanın köpüğü de var; özellikle İtalyan usulü yapılan sütlü kahvelerin bol kreması dudaklara yapışıyor ve ayran köpüğüyle aynı hissi veriyor, yalana yalana içiyoruz. İsmi lazım değil, bardağa boşaltıldığında köpürdükçe köpüren o buğday sarısı içeceğin köpüğünü unutmamak gerek, sevenimiz hatta bayılanımız olduğunu biliyorum. Köpük köpük içmekten haz aldığımız başka içecek var mı aklıma gelmedi şimdi ama bol köpüren sabunla yıkanmayı, köpükle liflenmeyi, mümkünse köpükler içinde yüzmeyi de seviyoruz. İştahınız kabardı “Off off” dediğinizi duydum. Merak etmeyin yazarken ben de iç çektim hatta yazıyı biraz daha köpürtmek istedim ama yerim sınırlı. Sadede gelirsek; köpüren şeyleri seviyoruz, köpürmeyi ve köpürtmeyi de seviyoruz. Kahveyi, ayranı, sabun köpüğünü anlayabilirim ancak hayatımızdaki her şeyi köpürterek yaşamak ne kadar sağlıklı emin değilim. Şu ayrıntıyı unutmayın; köpürmek için sıvılaşmak gerekiyor. Sıvılaştık muhtemelen her girdiğimiz kabın şeklini alıyoruz. Yukarıdan dökülen, çalkalanan, dalgalanan, kaynatılan, mayalanan sıvıların üzerinde oluşan “hava kabarcıkları yığınına” “köpük” deniyor. Bilin istedim...

GENÇLERİN BALIKÇISI ‘GABBİANO’

Gençlerin ve çocukların balığa mesafeli olduğunu biliyoruz. Özellikle burger ve pizza yaygınlaştıkça balık ve türevlerini akıllarının ucundan bile geçirmediklerini kendi çocuklarımdan biliyorum. İtalyanca’da ‘martı’ anlamına gelen Gabbiano’nun genç işletmecisi Şükrü ile genç şefi Gökhan, kafa kafaya verip gençlere deniz mahsullerini sevdirmenin yollarını aramış ve kısmen de bulmuşlar. Mesela Japonların buğday nişastası, un, soda, tuz ve yumurtayla hazırladıkları geleneksel kızartma yöntemi ‘Tempura’dan ‘Karides dinamit’ gençlerin ağız tadına uygun. Balık mücveri yani geleneksel lavunyayı fasulyesiz sadece kalamar, havuç ve biberle pişirerek yeni bir solukla gençlerin beğenisini almışlar. Karides, levrek ve taze otlarla harmanlayıp armut şekliyle sosladıkları ‘deniz mahsullü armut’ da gençlere iyi gelecek.

İSTİRİDYE

Depo denebilecek miktarda ‘Potasyum’ içerir. Üreme sağlığı açısından gerekli hormonlarınızı dengelemek istiyorsanız düzenli olarak istiridye tüketmeniz önerilir. Doğal yöntem, hatta ‘Afrodizyak’ denebilecek kadar etkili olduğu tespit edilmiş. Ülkemizde çok fazla rağbet edilmese de Avrupa’nın birçok ülkesinde gençlerin tercih ettiği bir deniz ürünü. Limon ve karabiber katılarak canlı canlı hüplenmesi tavsiye edilir. Gökhan şef, fırınlayıp üzerine sarımsak ve otlardan oluşan sosla servis etti, sevdim. G.O.P Kırlangıç Sokak’taki, Gabbiano’ya mutlaka gidin sevgili martılar pardon gençler, cidden uçacaksınız.

Yazının Devamını Oku

Gökyüzüne bakmayı öğrenin…

25 Ağustos 2022
“1. Lüks yerine zarafet aramak, 2. Saygı istemek yerine değerli olmak, 3. Zengin olmak yerine kimseye muhtaç olmamak, 4. Sıkı çalışmak, sessizce düşünmek ve dürüst konuşmak, 5. Yıldızları, kuşları, kelebekleri ve bilgeleri açık kalple dinlemek. İşte benim senfonim” (W.E. Channing)

Doğa zariftir, doğallık da zarafetin ta kendisidir. Doğanın bir parçası olan tüm canlılar bu zarafet içinde doğar, yaşar ve ölürler. Balta girmemiş bir orman düşünün... Ormanda yürüyen bir kaplanın sizde uyandırdığı hisleri tarif etmeniz istense; muhtemelen ilk izlenimle ürkütücü ifadesini kullanacaksınız. Çünkü size zarar verebilme olasılığından korkarsınız. Korkuyla birlikte meraklandınız diyelim; daha dikkatli baktığınızda, doğayla uyumu, davranışları, avlanıyorsa avını kollama şeklini ve içgüdüsel davranışlarını yönlendiren doğallığını göreceksiniz. Bir adım öteye gidelim, gönül gözüyle ve ön yargısız bakalım, bu sefer korku tamamen kayboluyor, sevgiyle bakıyorsunuz. İşte o zaman kaplanın ve doğanın zarafetini görmeye başlıyorsunuz. Kendimize doğal görünüm vermekle doğal olmak arasında çok fark var. Doğal olmak zihnin herhangi bir etki altında kalmadan içten gelen duyguları, davranışları, ruha ve bedene önermesidir. İçgüdüsel doğallığın, saflıkla özdeşleşmiş halinin farkında değilsek, davranış biçimimizi belirleyen egolarımız şekillenmeye başlıyor. Egoların yönlendirdiği bakış açısına göre yaşam seçimimiz, bütün tercihlerimizi etkileyerek, bizim hayata hatta her şeye ön yargıyla bakmamızı sağlıyor. Ruhumuzla değil, gözümüzle bakmayı öğreniyor ardından lüks, şatafat, zenginlik gibi doğal olmayan geçici şeylere kapılıyoruz... Gökyüzüne bakmayı öğrenin... Önce ne kadar büyük, sonra ne denli zarif, bir sonraki bakışta sonsuzluğunu, en sonunda da kendi hiçliğinizi fark edeceksiniz...

OTLU PEYNİR YA DA PEYNİR OTU

‘Sirmo, Sirik, Heliz, Mende’ hepsi geleneksel ve yerel isimler, hepsi birbirinden farklı aromalara sahip, hepsi Doğu Anadolu’nun farklı bölgelerinde karın erimesiyle, kar suyundan oluşan çayların kenarlarında yetişen ot cinsi bitkiler. Yerel adları bilinmediğinde hepsine ortak olarak kullanılan isim ‘Peynir otu.’ Bu otlar peynirin dışında çökelek, lor ve hatta cacık yapımında bile kullanılıyor. Van, Hakkâri, Bitlis; otlu peynir ya da peynir otunun en yoğun işlenerek tüketildiği bölgeler. Yerel köylülerin karların erimesiyle başlayan ot hasadı sadece bir ay sürüyor. Bolca topluyorlar, bir kısmını hemen peynir yapıp gerisini salamuraya basıyorlar. Bahar otuyla otlanmış koyunlardan elde edilen sütle yapılan peynir; bu otlarla hemhal ediliyor. Çamur küpler, deri tulum veya bidonlara basılarak toprağa gömülüyor. En az 5-6 ay olmak üzere bir yıla kadar toprak altında dinlenen peynir çıktığında efsaneleşiyor. Son zamanlarda endüstriyel peynir üreticileri de yapmaya başlamış... Aman uzak durun, hepsi makineyle ve ruhsuz üretiliyor. Mümkünse yerel üreticilerden alın. Ben bir tane buldum ig.@oz_vanlilar_peynircilik sayfasında gezinin, üretici Ahmet Gözaçık bu işin ehli, deneyin derim.

YOĞURTLU KEBAP

Nasıl da özlemiştim Yoğurtlu Kebabı. Çocukluğumda her zaman yemek istediğim şahane bir keyifti, asla unutamadığım lezzeti hafızamda hep taze kaldı. Evlerde geniş tepsilerde en altta doğranmış çakıl ekmek ya da tırnaklı pide, üstüne ‘Imşavvat’ denilen yanık koyun yoğurdu, yoğurdun üzerine gezdirilen tereyağlı ‘domates biber sos’, en üste de lokantadan getirilen ızgarada pişmiş Mardin Kebabı doğranır ve afiyetle kaşıklanırdı. Lokantaya gittiğimizde de tercihim hep Yoğurtlu Kebaptı. Son yıllarda yeni neslin hızlı yeme alışkanlığıyla menülerden çıktı ve neredeyse yok oldu. Mardin’de dolanırken aklıma geldi, ihtimal vermiyordum ama en eski esnaf lokantalarından ‘Tülay Lokantası’na gittim. Sevgili Oktay (Armuşe) beklerseniz yaparım dedi. Yıllardır bekliyordum zaten yarım saatten ne çıkar ki. Beklediğime değdi, yanık koyun yoğurdunun Mardin Kebabı ile dansına kapıldım ve içine gömüldüm. Mardin’e giderseniz Tülay Lokantası’na uğrayın, mest olacaksınız.

Yazının Devamını Oku

Beklenti ve beklemek...

18 Ağustos 2022
“Beklemek bir alın yazısı olamaz... Mutluluğu beklemek, başarmayı beklemek, sevilmeyi beklemek... Bunlar ağacın dallarında kendiliğinden yetişen doğaya emanet edilmiş meyveler değildir. İnsanın doğası bir yerde kendine emanettir.” (Marcus Aurelius)

Hayatın doğasında elbette bekleyebileceklerimiz var. Bunlar doğanın döngüsü içinde milyonlarca yıldır sekmeden alıştığımız ve beklediğimiz durumlar. Gece göğe baktığımızda ayın, yıldızların görünmesini, sabahla birlikte güneşin doğmasını bekleyebiliriz. Emeklerken yürümeyi, sonra da koşmayı... Çocukken genç olmayı, yaşlanmayı ve ardından kaderine razı olmanın rahatlığıyla sırası geldiğinde ölümü de bekliyoruz... Zira doğanın kanunu ve çaresi de yok.. Bunu biliyoruz. Mevsimlerin değişimini, baharda yeşeren çiçekleri, yazın pişen meyveleri, sonbaharda dökülen yaprakları, kışın göçen kuşların baharda geri gelecek olmalarının sevinciyle yağan karda yuvarlanabiliriz. Emin olduğumuz ve ömrümüz boyunca tutunduğumuz bu değişim anlarını istesek de istemesek de zaten bekliyoruz... Mutlaka gelecektir. Durakta beklediğimiz otobüs, iskelede beklediğimiz vapur, istasyonda beklediğimiz tren de gelecektir, kurala bağlanmıştır çünkü... İnsanın toplumsal yaşamının gerekleridir ve herkesin bu kurallara uyması beklenebilir. Peki... Gülümsediğiniz insanın size geri gülümsememesi sizi gülümsemekten alıkoymalı mı? İnsanlara verdiğiniz güzel duyguları geri isteme hakkınız olabilir mi ya da olmalı mı? Yaptığınız güzelliklerin karşılığını beklemek; kendi içinizle birlikte o güzelliği de, dünyayı da kirletmez mi? Ne yazık ki, insani duygular asırlardır kurallara bağlanamadı... Bağlanamıyor... Beklentiler duygularımızı kirletiyor, buna inanın. Geleceğinden emin olamadığınız, mutluluğu, sevgiyi ve başarıyı bekleyemezsiniz... Bunun için çaba göstermeniz gerekiyor.

BARIŞ VE SEVGİ PAYLAŞIMI ‘AŞURE’

Nuh, 150 gün süren büyük tufandan sonra karaya ayak bastığında elinde kalan son tahıllar, kuru meyveler ve yemişlerle, tufandan kurtuluşu kutlamak için pişirip ailesiyle birlikte yediği yemeğin adına ‘Aşure’ deniyor... Anadolu’da yöreden yöreye farklılık gösteren, içeriği ne olursa olsun tadıyla lezzeti; barış ve sevgiyi çağrıştırıyor. Nar tanelerini yeni yıl bereketini ifade eden anlamıyla kullanan Ermeniler de yeni yıl kutlamaları için ‘Aşure’ pişiriyor. Müslümanlar yine yeni yılın ilk ayı anlamındaki ‘Muharrem’in onuncu gününe denk gelen ve ‘Aşur’ denilen günde pişirdiğinde, şiddeti ve öldürmeyi protesto ediyor. Herhangi bir canlının öldürülmesinin yasak ve haram kılındığı bugünde pişirilen ‘Aşure’, barış ve sevgi yemeği olarak, zengin fakir gözetilmeksizin eş, dost, akrabaya dağıtılırken sevgi, saygı ve barış mesajları içeren cümleler kuruluyor. ‘Bism-i şah Allah Allah! Barekallah... Kurbanımız, muradımız, dileğimiz kabul ola! Evimiz, ocağımız şen, soframız bereketli, kısmetimiz bol ola!’ Afiyet olsun...

BİR ORTA DOĞU YEMEĞİ ‘İÇLİ KÖFTE’

Bir Yahudi kültürü ve yemeği olan içli köfteye, doğduğu asıl bölgesi Orta Doğu'da ‘Oruk veya Kibbe’ deniyor. Kavrulmuş kıyma ve soğana ilaveten sonradan eklenen maydanoz ve baharatlarla hazırlanan iç dolguyu; ince bulgur, çekilmiş yağsız et ve kişnişle yoğrularak hazırlanan hamurun içine koyduktan sonra kubbe şekli verilen dış katman derin yağda kızartılarak yeniyor. İç dolgusuna ceviz ya da çam fıstığı tercihe göre konan çeşitleri olmakla beraber; hamurunda ince bulgurun yanı sıra yarma ve irmik kullanılan ve haşlanarak pişirilen yöntemleri de var. Özel günlerin vazgeçilmez yiyeceği içli köfte, sofraların başköşesindeki yerini muhafaza etse de, yeni neslin uğraşı ve emek gerektiren bu yemeği öğrenip hazırlamak yerine makineyle yapılanları tercih ettiğini görmek beni mutsuz ediyor. Oysa ki; içli köftenin lezzeti onu hazırlayan ellerin mahareti ve sevgisinde yaşıyor.

Yazının Devamını Oku

Şartlar gereği...?

11 Ağustos 2022
“Görülmeye değer olmayan bir görüntüler bolluğu. Bilinmeye değer olmayan bilgiler bolluğu. Duyulmaya değer olmayan sesler bolluğu. Yaşanmaya değer olmayan anların bolluğu.”(Jean Baudrillard)

Fransız sosyolog ‘Baudrillard’ın içinde bulunduğumuz yüzyılı anlattığı yukarıdaki cümlesini okurken ne düşündünüz? Üzerine düşünmek gerektiği sonucuna vardıysanız olumlu bir adım... Şimdiki zamanda önemsediğimiz şeylerle, aslında önemsenmesi gereken şeyler arasında seçim yaparken aklımızı çelen duygusal ve görsel efektlerin gerçekliğinden emin olamadığımız sanal bir dünyada yaşıyoruz. Sizi anlık olarak heyecanlandıran, içine çeken ve arzu etmenizi sağlayan duygusal ve görsel efektler artık sadece reklamlarda değil, hayatınızın doğumdan ölüme kadar geçen her aşamasında etkili.

HAYATI GÜZELLEŞTİRİN

Mesela; ormanda, yeşil manzaralı, doğayla haşır neşir mütevazı bir evde oturmak yerine, kentin göbeğinde, bilmem kaçıncı katına hızlı asansörle çıktığınız bir gökdelenin, şehrin ışıltılı manzarasına bakan evini tercih ediyorsunuz. Size hangisi daha doğru diye sorsam; önemli bir bölümünüz orman ve doğa diyecektir. O halde, neden orada değilsiniz? sorusuna alacağım cevabı biliyorum: ‘Şartlar gereği’... Şartlar ve gerekleri nelerdir? Ben söyleyeyim, siz yorulmayın: ‘Öncelikle Para’... Peki neden? Çocukların iyi okullarda okuması, AVM ve marketler, ev ve araba masrafları, bilinmeyen gelecek için birikimler, eş, dost, sosyal hayat vs... ‘Değer mi?’ diye sorsam cevabınız muamma... Üzgünüm ama üretmiyorsunuz.. Muhtemelen yaptığınız iş bile ‘şartlar gereği’ bir şekilde tüketimle alakalı olmalı. ‘Ne yapalım sistem böyle’ dediğinizi duydum... Siz de ‘Beyaz Zambaklar Ülkesinde’ kitabının yazarı Grigori Petrov’un şu sözlerini duyun, “Hayatı kırıp döken asalaklardan değil, onu inşa eden ve güzelleştiren insanlardan olun.”

‘İNCİR KAYAKÖY’

Fethiye Kayaköy’de, yıllar önce şehir hayatından ve zorunluluklarından kopmayı başarabilmiş çok tatlı bir çift var. Sevgili Hilal ve eşi Serkan. Yerleştikleri tarihi Kayaköy’de evlerinin bahçesinde kurdukları ve sadece yaz aylarında açık ‘İncir Kayaköy’ isimli butik lokantanın butik ve eşsiz heyecanını, pişirdikleri yemeklerle gelen konuklarına da yaşatıyorlar. Hilal’in geleneksel yemeklerin esasını bozmadan, yeniden yorumlayabilme yeteneğinden çok etkilenip önceden birkaç yemeğini yazmıştım. Meyve ve sebzeyi mevsiminde kullanabildikleri aylık menülerinde hiçbir yerde rastlayamayacağınız şahane yemekleri, doğanın nefis kokuları ile birlikte duyumsayacaksınız.

TATLI ERİK DOLMASI

Yazının Devamını Oku

Algı oyunları

4 Ağustos 2022
“Gündelik yaşamda sınırlı sözcük dağarcığı, sınırlı duygu dağarcığı, sınırlı zihin dağarcığı, sınırlı bilgi dağarcığı, sınırlı yaşam deneyimi ve sınırsız bir kendini bilmezlik.” (Murathan Mungan)

Bilginin değersizleştirilerek bayağılaştırıldığı, basitleştirilen bilgilerin süslü sunum şekliyle yaratılmak istenen popülist algılarla, donanımı zaten yetersiz olan insanlarda oluşturduğu yapmacık duygu ve davranış biçimleriyle karşılaşmaktan gına geldi. Özellikle sosyal medyada takipçi, TV’lerde izleyici kazanmak isteyen influencer ve yapımcıların yarattığı ticari ve abartılı bilgi akışıyla avladığı sosyal medya kullanıcısı ve TV izleyicilerine aşıladıkları her şeyi biliyorum özgüveni. Şatafat ve lüks odaklı tüketici yaratma amacıyla yaygınlaştırılan yaşam tarzı ve bakış açısı, toplumu deforme ederken; günlük ihtiyaçlarını basitçe karşılamak isteyenlerin ekonomik zafiyetini kullanarak göz alıcı kampanyaları devreye sokuyor, yeme-içme, giyim-kuşam gibi doğal ihtiyaçları kalite ve faydasından ziyade lüks ve ucuz algısı yaratarak endüstriyel tüketime yönlendiriyorlar.

TİCARİ ALGI ÖNDE

İlgi alanım olduğu için özellikle takip ettiğim sosyal medyadaki yemek siteleri ile TV’lerde yemekle ilgili program ve yarışmaların tamamen ticari ve algı yaratma peşinde koştuklarını söylemem gerek. Restoranları sömüren yemek sipariş siteleri ile lüks tüketici avındaki restoran zincirlerinin kendi reklam ve tanıtımlarının yapıldığı bu program ve sitelerin ruhsuzluğunu geçtim, insanları aptal yerine koyan tarz ve bakış açıları gücüme gidiyor. Yemeği, süslü sunumla, keyfini ise lüks ve şatafatla algılatan bu yaklaşım ve pazarlama şeklini ret ediyorum. Yemek ruhtur, keyfi de onu pişirenin sevgisi ve o yemeği paylaştığın sevdiklerindir. Popüler kültür yüzeysellikten öteye gitmiyor. Ruh olmayınca yemek lezzetlenmiyor, kıyafet bedene oturmuyor...

BAŞKENTİN RUHU ‘HÜRRİYET ANKARA’

Farkında mısınız bilmiyorum ama ayrıcalıklı bir şehirde yaşıyoruz. Evet, başkent olmanın ayrıcalığının yanı sıra şehrin dokusunun insan yaşamına yansıttığı dinginlik de var tabii ki. Saygının, şehir sakinlerinin en öncelikli davranış biçimi olduğunu Ankara’ya misafir olan herkes biliyor. Türkiye’nin en büyük ikinci şehri olabilir; ancak Türkiye’nin en büyük ailesi olduğu, yerleşik ve örnek kent yaşam kültüründen de anlaşılıyor. Ülkenin ve kültürün başkenti unvanları yetmez, sevginin de başkenti olduğunu, Ankaralıların şehirlerine olan bağlılığında görebilirsiniz. Ankara ve Ankaralıların sahip olduğu bu bütünselliği okuyabilecek, hissedebilecek hatta koklayabilecek tek bir ruhu ve bu ruhunu yansıttığı tek bir gazetesi var, yazarı olmakla da övündüğüm... Kesinlikle; ‘Hürriyet Ankara’...

BU GAZETENİN MUTFAĞI ŞAHANE

Mutfakta yemek pişirmenin keyfini bilirsiniz mutlaka. Hazırladığınız yemeği tadan sevdikleriniz, dostlarınız ya da her hangi bir kimsenin duygu ve düşüncelerini anlamak için gözlerinin içine içine bakarsınız. Bir gülümseme veya bir rahatlama sezdiğinizde yemeğe verdiğiniz sevgiyi, emeği de o gözlerde görüyorsunuz. Hürriyet Ankara’nın mutfağı da öyle, haber ekibi ve yazarlar okuyucunun gözlerine bakar, kalbini görür. Mutfağımızın başında sevgili “Hande Fırat ve Fatih Tekeci” ile birlikte gazetenin şahane menüsünü servise hazırlarken yürekle çalışan nefis bir mutfak ekibi var.

Yazının Devamını Oku

İnsanlık onuru

28 Temmuz 2022
“Herkes kendi görüş alanının sınırlarını dünyanın sınırları zanneder...” (Arthur Schopenhauer)

Nasıl yaşanması gerektiği konusunda pek bir fikrimiz olmasa da, “kafamız bir dünya” yaşıyoruz bu hayatı... Bulunduğumuz çevreye göre şekillenen dünyamızda, doğrusunu yaşadığımızı sandığımız hayatın ne anlama geldiğini çözmeye çalışırken, çevremizdekilerin türlü varsayımlarla enjekte ettiği ve zihnimize yerleşen korkuların tasarladığı sınırların içerisine hapsoluyoruz. Her canlı gibi özgürlüğüne düşkünlüğü en belirgin özelliği olan insanın, özgürlüğünü teslim etmesi sadece korku ve şehvetle sağlanabiliyor. Yanlış okumadınız “korku ve şehvet.” Korkuların en başında doğal olarak “ölüm” var. Ölümden sonrası için sonsuzluk umutlarının heba olma ihtimalinden ürkmek de var. Boşluğa düşme, toplumdan dışlanma, cezalandırılma korkusu ile dünya nimetlerinden yoksun kalma, sevdiklerinden kopma, mutsuz olma korkuları insanı dizginlemiş, yaşamını sınırlarken kontrolünü de sağlamıştır. Şehvet de var tabii insanı dizginleyen... O da var ama sadece cinsellik anlamında algılamayın lütfen. Para, altın, elmas dendiğinde gözleri parlamayan, şehvete kapılmayan insan var mıdır? Şatafat, göz alıcı yaşam ve konforun, kadın-erkek fark etmeden insanı tahrik ettiği hepimizce bilinen bir duygu değil midir? Peki, hiç aklınıza düşmüyor mu Allah aşkına? “Bu mudur hayat?” Korku ve şehvetle sınırladığımız bir dünya mıdır sadece bizi dize getiren? Schopenhauer bu durumu da gayet net açıklıyor: “Doğuştan gelen tek bir yanılgı vardır. O da mutlu olmak için burada olduğumuzu sandığımızdır” diyor. Sizce, en özgün ve özgür halimiz, yalansız, dolansız, dili samimiyet, içgüdüsü adalet olan “insanlık onuru” da şekillendirmez mi hayatımızı? Bir düşünün isterseniz...



TANDIR VE EKMEĞİN KOKUSU

Türkiye’nin güneyinde, güneyinin de doğusu hatta en doğusu denebilir bir yerde, Suriye’nin Kamışlı’sına sıfır, sıcağa 45 derece yakın, temmuzun son günleri Nusaybin’deyim. Doğup büyüdüğüm bu kentin, çocukluğumdan aşina olduğum en belirgin kokularından birinin, tandırın ve ekmeğinin sokaklardaki kokusunun peşindeyim. Eskiden evlerin avlularındayken, sonraları sokaklara ardından sadece mahallelerin belirli noktalarında görüldü. Şimdilerde neredeyse yok vaziyette, tandırdan ve kokusundan yoksun, ekmeksiz ve ruhsuz bir çehreye bürünmüş şehir. Neyse ki, eski Değirmen Mahallesi’ndeki ara sokakların birinde Nusaybin’le özdeşleşmiş meşhur lokantacı “Kermo”nun evinin avlusunda rastladım, sevincim çocukluğum oldu. Kermo’nun oğullarından Bozo Bedir sevgili kızı Merve’yle birlikte unutamadığı ekmeğin kokusunu yeniden yaymak için geleneksel tandırları eskiden olduğu gibi kurmuşlar. Hem Nusaybin’e hem de Türkiye’nin her yerinde yaşayan Nusaybinlilere kargoyla yolluyorlar. İg.@tandirekmegii hesabını tık’layın, kokusuyla birlikte size de yollasınlar.

Yazının Devamını Oku

Merhamet

21 Temmuz 2022
“Hepinizin içinde yok edici bir şeytan var. Ağaçlara da, kuşlara da, kadınlara da, birbirinize de hiç acımıyorsunuz.” (Anton Çehov)

 

Dostoyevski, “Bir ağacın önünden onu sevmeden, onun var oluşundan mutluluk duymadan geçilebileceğini aklım almıyor” diyor.
Kalbi olup da kullanmayı becerebilen her insan Dostoyevski ile hemfikir olmalı. Bir canlının var oluşundan duyulması gereken mutluluğu nefrete dönüştürebilmenin, şeytanla alakası vardır mutlaka! Ancak şeytanın direktiflerine boyun eğecek kadar zayıf yaratılmış olamayız. Kendi varlığımızdan bile mutlu olamıyorken, karmaşıklaştırdığımız yaşamımızda başka bir canlının var oluşunu hatta var olma ihtimalini bile hazmedemediğimiz gerçeğini kabul edecek kadar güçlü olmadığımız da aşikâr. Aslına bakarsanız kendi içimizle bir türlü oturtamadığımız hastalıklı bir ilişkimiz var. Bir yanımız mutluyken diğer yanımız o mutluluğu çürütecek teorilerin peşinde. Bir başka yanımız için duygunun anlamı bile yok. İçimizde yaşadığımızla duruma göre dışarıya aksettirdiğimiz iki kişiliğin yanı sıra bir de asıl yaşamak istediklerimizin hayalini kuran başkaca bir kişiliğimiz daha var. Üç farklı kişiliğin çakıştığı mücadelede kimin kazanacağı belirsizken, insanın güvenilirliğini sorgulamak da fayda etmiyor. İnsanın kendi iç muhakemesini sağlayan bu üç farklı kişiliğin dengesini yitirmesi iç karmaşaya, iç karmaşanın sebep olduğu kaos da şeytanın oyun sahası haline geliyor. Merhamet ve vicdan mücadeleden çekilirken, hırs ve hırsın getirdiği egolar egemen oluyor. Merhamet çekilince ne yazık ki sevgi de çekiliyor... Sonra ne ağaç kalıyor, ne kuş, ne de insan...



MINE D’OLİVE

Mülkiye mezunu Ankaralı kadın girişimci Damla Edes Öz, uzun yıllar çalıştığı kurumsal iş hayatını bırakıp “iyi tarım” yapmak üzere Ege’ye yerleşiyor. Başına bir şey düşüp düşmediğinden emin değilim ama neden böyle bir karar aldığını sorduğumda ise verdiği, “Çocuklarım için iyi bir dünya bırakmak istiyorum” cevabına, akan sular bile dururken benim durmamam olmazdı. Sevindim tabii ki. Paradan daha önemli değerlerin olduğunu kavrayan insanların varlığına sevinmemek olur mu hiç? Çok iyi şartlarla geçimini sağladığı kurumsal işini bırakıp, şimdilerde en sıkıntılı ve belirsiz iş kolu olan tarımı seçmesinin, kadın cesaretinin yanı sıra merhametli bakış açısının da etkisi olduğu gayet açık. Halen tam anlamıyla bilinçlenmemiş ve algıya dayalı bir tüketici toplumuna sahip olduğumuz kesin. Hem tüketici hem de üreticinin bilinçlenmesi için sevgili Damla ve Damla gibi düşünen yürekli kadınların çoğalmasını umuyorum.

Yazının Devamını Oku