Uzun zamandır şehirden uzak yaşıyordum. Şehirdeydim ancak şehrin hengâmesinden uzaktım. Hastanede geçirdiğim süre, sonrasında evde dinlenme derken epeydir dışarı çıkmamıştım. Geçenlerde güzel güneşli bir hava vardı, iyi de hissediyordum sıkıca giyinip yürüyüşe çıktım. Kış güneşinin ısıtan aydınlığı yavaş adımlarıma eşlik ederken kendimden geçmiştim. Epeydir yürüyüş yapmamanın verdiği özlem de vardı, hayata yeniden katılmanın sevinci de... Ara sokaklardan ana caddeye çıkana kadar yeniden yaşama katılışımın yüzüme yansıttığı gülümsemeyle yürüdüm. Bir anda gürültü patırtı korna sesleri arasında yaya geçidinden karşıya geçebilmek için süren uzun bekleyiş ve yayalara gösterilmeyen saygının gerdiği bedenim yüzümdeki tebessümü de alıp götürmeye yetmişti. Egzoz dumanının soluduğumuz atmosfere kattığı kötü gazlar kimsenin umurunda değildi. Araba kullananların başlarının öne eğik oluşunu üzüntülerine bağlamak istesem de önümden geçtiklerinde ellerindeki telefonları görünce sadece yutkundum. Arabaların birbirlerine ölesiye çaldıkları korna sesleri, kiminin camı açıp bağırışları ve ettikleri küfürler benim kulağıma hoş gelmese de duyanlar alışkındı, pek oralı olmadılar. Eskiden sadece gençler yolda yürürken ellerindeki telefonlara bakıyordu; şimdilerde yaşını başını almışlar da yürürken telefonlarıyla haşır neşir. Attıkları adımların onları götüreceği yer ve önlerini göremez halleri komik olsa da, geleceklerini de göremiyor olmaları trajikomikti. Neyse ki yeniden tenha sokaklara dönmüş biraz da sakinlemiştim. Fiziki sağlığın yanında, ruh sağlığının önemini yeniden kavramış ancak çok ürkmüştüm... Hem bana çarpmalarından ürktüm hem de telefonlarına bağımlı hâle gelmiş umursamaz ve saygısız bir toplumun bizi götüreceği yerden.
‘KULEDEKİ PİZZACI’
Bünyesinde barındırdığı iyi restoranlarla nam salan Atakule’nin; Botanik katında bulunan İtalyanca isimli ‘Pizzeria Alla Torre’ Türkçe’de ‘Kuledeki Pizzacı’ anlamına geliyor. Bana kalırsa Türkçe ismini kullanırım. Daha çarpıcı ve akılda kalıcı... Her neyse bunu fazla dert etmeyelim. Esas akılda kalması gereken şeyin damakta kalan ‘lezzet’ olduğu konusunda hepimiz hemfikir olmalıyız. Otoparktan botanik katına girdiğinizde ‘Kuledeki Pizzacı’nın yükseğe kurdukları fırınını görüyorsunuz. Acıktıysanız fırında pişmesi muhtemel pizzaları hayal ederken iç çekebilirsiniz. Vaktiniz yoksa sonra özellikle gitmek üzere plan yapmanız güçlü ihtimal. Ben de öyle yaptım... Birkaç ay önce uğramış, tadım yapmamış ancak aklımda kalmıştı. Geçenlerde Çeşme’den gelen kuzenim Cüneyt’i alıp soluğu ‘Kuledeki Pizzacı’da aldım. Mutfak şefi Muharrem Bakırhan, pizzanın ruhunu bilebilecek ölçüde deneyimli bir pizza ve İtalyan mutfağı ustası. Haliyle tadım seçeneklerini de Muharrem ustaya bıraktık.
‘GRAN BURRATA’
Şahane bir salatayla giriş yaptık ‘Somon Carpaccio’ nefisti. ‘Asparagi (Kuşkonmaz)’ isimli hafif bir pizzayla başladık. İçinde kuşkonmaz, domates ve fiordilatte peyniri olan sosu olmayan beyaz bir pizza. Servis edilirken üzerine konan stracciatella peyniri, sıcak pizzanın üzerinde gevşemişti, biz de öyle; çok sevdik. Ardından biraz daha ağır bir pizza geldi, ismi ‘Gran Burrata’ anlamı ‘Harika Burrata’ (bir tür peynir) gerçekten harikaydı. Domates sos, füme kaburga, yaprak parmesan, roka ve piştikten sonara üzerine konan kocaman burrata peyniriyle efsaneydi. Servis edilirken üzerine acı zeytinyağı ve karabiber dökelim mi sorusuna da, ‘Kuledeki Pizzacı’ya da “Evet” dedim. Mutlaka gidin!...
Günlük yaşam, sorumluluklar, zorunluluklar bir yana çekerken; hayaller, arzular ve gelecekle ilgili düşünceler farklı bir yana sürüklüyor. Bir nevi boşluktayız; evrene sorgu, sual kâr etmiyor. Alıştırıldığımız yaşamın, ensemizde hissettiğimiz nefesi bize “koş” diyor, biz de koşuyoruz. Bazen hayatın olması gereken akışına, bazen de dayatılan yaşamın akıntısına kapılıp gidiyoruz. Her hâlükârda koşarak; hayatı yormayı ve yenmeyi düşünüyoruz. Hayatı yorabilmiş miydik? Emin değilim ama biz insanların hırsları, egoları, arzuları yorulmuyordu. Nefes nefeseydik ancak yine de durmuyorduk, dinlenmek ya da önümüze bakmak için de durmamıştık. Hele ki düşünmek... Hiç ama hiç aklımızda yoktu. Ne istediğimizin farkında değildik, daha iyisi ve daha da iyisi diyerek anlık ve geçici hazlar veren; ego tatmininden ileri gidemeyen duygulara “hayat” demiştik.
Hayat sadece bizimle mi alakalı sanıyoruz? Dünyanın bir tek bizim etrafımızda döndüğü algısına kapılmamızı sağlayan duygu hangisi? Sokağa çıktığımızda gördüğümüz insanlar, binalar, arabalar bizim hayatımızın akışı için tasarlanmış birer konu mankeni, dekor veya görsel efekt mi sizce? Cevabınız evet ise öncelikle silkelenin derim; ya da “film bitti çıkışlar sağdan” diye seslenirim. Son ihtimal uyuduğunuzu düşünüp dürterek uyandırmaya çalışırım.
Fiziki olarak uyku halinde olmayabiliriz ancak ruhen uyuyakalmıştık... Hayat biz istesek de istemesek de bütün hızıyla akıyordu zaten... Ve biz bu hayatın umurunda bile değiliz. Çok da şey etmemek lazım...
TÜTSÜLENMİŞ LEZZET ‘KARA TAVUK’
Tavuk ve yemeklerine karşı hepimizin mutlaka bir mesafesi olmalı ve her yerde tavuk yenmemeli diyorum. Ayrancı Mesnevi Sokak’tan geçerken dikkatimi çekmiş bir türlü uğrayamamıştım ‘Kara Tavuk Lokantası’na. Bu sefer kardeşim Nezo üşenmeden park yeri aradı ve uğradık. Tam benim sevdiğim tarzda, sokak arası küçücük bir dükkân. Büyüklüğü tavuk kümesinden hallice desem yeridir. Dükkânda tütsü fırını ve tavukların sergilendiği tezgah dışında ayak üstü yemek için bir banko var. İçerinin loş ve islenmiş halini tezgâhın arkasındaki İkbal hanımın gülümseyen yüzü aydınlatıyor. Restoranın işletmecisi Can bey tavukları Bolu’daki butik bir tavuk çiftliğinden temin ettiklerini söyledi; kokusundan zaten belliydi. 3-5 saat boyunca odun dumanıyla islenen tavukların derileri de mutlaka yenmeli. Yan yana dizili tavuk butların siyah görünümleri ürkütmesin tadına baktığınızda içine gizlediği meşe ve kiraz odunu aromaları mest ediyor. Ben but yedim, Nezo tiftiklenmiş baget yedi. Zerdeçal ve tane karabiberle lezzetlendirilmiş basmati pirinciyle birlikte servis ettikleri tavukların lezzeti katlanıyor. Yanında Kore salatası ve ekşi elma ile hazırladıkları barbekü sos veriyorlar. Canınız tavuk çekerse, yakınsanız yürüyün, değilseniz üşenmeyin bir vasıtayla gidin. Pişman olmayacaksınız...
‘EFSANE ÜÇLÜ’ ÇİĞ KÖFTE, URFA KEBAP, ŞEHRİYELİ BULGUR
Ben hastaneye yatmadan önce soğuk hava dalgasının kar yağışı ile birlikte yurda gireceği söyleniyordu. Hastaneye yattım ameliyattan sonra yattığım yataktan dışarıyı izlerken güneşle göz gözeydim. Ne kar yağmıştı ne de yağmur... Yaklaşık bir ay sonra güneşli bir günde taburcu oldum kış ortasıydı ne su vardı ne sulu kar, etraf kupkuru insanlar da ıslanmadığına memnundu. Benim aklımsa karda, hiç olmazsa yağmurdaydı. Kar yağışını okullar tatil olsun diye isteyecek yaşı çoktan geçmiştim, kardan adam yapma fikri üşütüyordu, kartopunu da uzaktan izlemeyi yeğlerim. Derdim başkaydı benim... Ekinler ne olacaktı, kuyular, nehirler, dereler dolar mıydı suyla? Barajlar dolmazsa oturduğunuz lüks dairenin musluğu akar mıydı? Peki umurunuzda mı tüm bunlar, tedbir nedir?
Henüz gelişimini tamamlamamış toplumların gündemini çoğunlukla siyaset, spor ve magazinsel olaylar belirliyor. Konuşulması istenen konular ortalığa serpiştirildikten sonra toplum uyarılmış oluyor. Ardından kimin canı daha çok ne çekiyorsa ucundan tutup eğip bükmeye ve kıvam vermeye başlıyor. Kimi katılıyor, kimi karşı çıkıyor, kimisi başka konunun ucundan tutup eviriyor. TV’ler oturumlar düzenliyor, siyaset konuşuyor... Küresel ısınma konuşmak reyting almıyor. Bazısı spora meyilli, kimisi giyim kuşam ya da yeme içme peşinde... “Yağış olmazsa alınması gereken tedbirler neler?” sorusuna cevap aramak, deveye hendek atlatmaktan zor. Sosyal medya da cabası ya siyaset ya spor ya da gır gır şamata. Peki ya yağış olmazsa? Kimin umrunda?
FİT ATÖLYEM
Birlik Mahallesi’ndeki ‘Grasso Organik Ürünler’ dükkânında bir etkinliğe katılmıştım. Karabuğday unundan glütensiz ürünler tasarlayan ‘Fit Atölyem’ tadım günüydü. Fit Atölyem’in sevgili şefi İbrahim ile tanıştım. Genç yaşına rağmen kendini geliştirmiş olması etkileyici. Glütensiz ve sağlıklı üretim konusu suistimale açık olduğundan mesafeli duruyorum. Sevgili şef İbrahim’in işe başlamadan yapmış olduğu AR-GE çalışmalarının sonuçlarını atölyesine yansıtmış olması bana güven verdi. Artizan üretim atölyesinde sadece kadınlar çalışıyor ve tüm kadınları İbrahim kendisi sıfırdan eğitiyor. Karabuğday Rusya’daki yerel üreticilerden ithal ediliyor. Üretimde kullanılan çoğu malzemeyi ya kendileri üretiyor, ya da en iyi artizan üreticiden temin ediliyor.
TATLI PATATESLİ KEK
İsmi kulağıma hoş geldikten sonra tadına baktım, bu sefer tadı damağıma da hoş geldi bayıldım resmen. Artık neredeyse unuttuğumuz keklerin tadını yeniden hatırladım. Kokusu da tadı gibi mest ediciydi. Rafine şeker yerine elma suyu kullanılmış, yine karabuğday var. Aslında Fit Atölyem’in ürettiği her şeyin içinde karabuğday var. Vegan ürünlerin lezzetlerini tadınca ‘vegan olabilirim’ fikrine bile kapılabilirsiniz, söyleyeyim. Glütensiz içli köfte de yapıyorlar, lahmacun da, pizza da, baklava da... Bir çok şeyin tadına baktım ve hepsi de nefisti. Tadına bakmanızı tavsiye ederim. Ya ‘Grasso’ya uğrayın ya da İg@fitatolyem hesabına tıklayın. Sevgi de var, doyumsuz tatlar da...
Yeni yıl geldi... Hem de çok anlamlı bir yeni yıl. ‘2023’... Yüzüncü yılını kutlayacağımız asırlık genç Cumhuriyet'imizin ilelebet payidar kalacağına inancım sonsuz. Hepimizin içini gıdıklayan, yeni umutlarla birlikte gelen yeni yılın hayatımıza değişim, yenilik, mutluluk, bereket ve her şeyden önemlisi sağlık getirmesini diliyorum. Geçirdiğim açık kalp ameliyatı dolayısıyla yaklaşık dört haftadır hastanedeydim. Şükürler olsun geçti, geçen hafta taburcu oldum. Geçmişte kaldı. Anestezi ve serumların işgal ettiği koku ve tat alma duyularımı arındırmak için şimdilerde evde ameliyatın ‘nekahat dönemi’ni atlatmak için dinleniyorum. Ameliyatım öncesi ve sonrası arayan, soran, mesaj yollayan, ziyaret eden tüm dostlara şükranlarımı sunuyorum. Sizlere yeni mekân önerilerimle birlikte, önümüzdeki haftadan itibaren tadımlarıma yeniden başlayacağımı belirtmek istiyorum. Ankara içi veya dışından haber ve yazılarım, insan portreleri, sanat ve doğa etkinliklerini köşemden takip etmeyi unutmayın. Sağlığın önemini yeniden idrak etmiş olmanın hassasiyetiyle sizlere tavsiyem; lütfen ‘sağlığınızı önemseyin’... Sevgilerimle...
Mutluluk gelmeyince hazin çöküşler yaşayan insanlardan değilim. Evet; her insanın kendine has mutsuzlukları olması kaçınılmaz tabii... Benim de var elbette ama benimkilerin sebepleri yine benim. Ve bunun da farkındayım. Mutluluk geldiği anda savurup uzaklaştırmakta neyin nesiydi ki? Hâlâ çözebilmiş değilim... Mutluluğun geliş şeklini beğenmiyor olabilirdim belki de. Başkasıyla geldiğinde önemsemiyor olma ihtimali de var. Birilerine mutluluk borçlanmak istemiyor olmak nasıl bir ruh hali gelişimidir bilemedim. Mutluluğa vesile olanlara karşı kin duymuyordum tabii ki ama samimiyetini duyumsayamamaktan ürküyordum.
Kendi kendine gelmeliydi mutluluk! Buna mı inanmıştım? Özgürce uçabilen kuşların kanat çırptığında ansızın düşürdükleri tüyün döne döne yere inişini izlerken kapıldığınız hafiflik hissi gibi gelmeliydi. Bir nehrin kıyısında ellerinizi yıkarken rüzgârda savrulup suya düşen bir çiçeğin avuçlarınıza geldiği anda kokladığınız ıslaklığın verdiği haz gibi... Gün ışığının karanlık odaya perde arasından süzülen huzmesinin öpücük sıcaklığında yanağınıza değmesi gibi hissettirmeliydi. Beklemediğiniz bir anda gözünüze ilişen kumruların cilveleşmesi ile ılık ılık içinize akıttığı heyecan gibi akmalıydı mutluluk... Doğallıkla gelmeyen mutluluğun akışı önce yavaşlıyor sonra da tamamen kesiliyor. Elimizdekiyle yetinmeli ve doğal yollarla mutlu olmayı öğrenmeliydik... Doğallığa kapıldığım zamanlar mutluluğun aktığını hissetmiştim. Kanatlarını gökyüzünün sadeliğine teslim ettikten sonra ağırlığını unutup hafifleyen kuşlar gibi mutluluğa süzülüyorsunuz.
ZAMANSIZ BİR MEKÂN ‘NAYA’
Her fırsatta yemeğin aslında bir sanat dalı olması gerektiğinin altını çiziyorum. Damağın gelişiminin sınırsız hayal gücüyle şekillendiği ve bundan aldığımız hazzın reçetesinde sadece ‘Sevgi’nin barındığını da bilmemiz gerek. Yemeğin geleneğinden kullanılan malzemenin üretildiği topraklara, piştiği tencereden pişiren ellere, yemeği yediğiniz ortamın atmosferinden aynı masayı paylaştığınız dostlarınıza kadar bir bütün ve bu bütünlüğün sevgiyle oluşturduğu armonidir yemek. İnsanın yaşamla bağını kuran, bir parçası olduğu doğanın bu bütünlükle harmanlandığı ritüel de olmalıdır. Yemeği tattığınız andan itibaren zaman durmalı ve zevkin doruğuna çıkmalısınız. İşte öylesine zamanı durduran cinsten, Ankara’nın zirvesi Atakule’de lezzetin de doruğunda bir mekân ‘Naya’.
MANZARA BAHANE YEMEKLER ŞAHANE
Hürriyet Ankara’nın deneyimli gazetecisi sevgili Haşim Kılıç, Naya’yı önerdiğinde benim havalı ve pahalı mekânları yazmadığımı biliyordu. Gittim ve gördüm tabii ki. Hava ve paha güme gitmişti. Havası vardı ancak farklı bir his veriyordu. Huzur, keyif ve sadelik hisleri hâkim oldu. Ankara manzarasını gölgede bırakan şef Sercan Arslan’ın hazırladığı yemeklerin manzarası nefisti ve iştah kabartıyordu. ‘Enginar çorbası’yla başladığımız lezzet yolculuğunda ‘çilekli rokfor salatası’nın hem canlılığına hem de lezzetine bayıldım. Rosto mantar ve rosto enginar efsaneydi mutlaka tadılmalı. Ana yemekte ‘Naya filet’ ile sanatını icra eden Sercan şefin el lezzetine rastlıyor, finalde damağınızı tatlandıran ‘panna cotta ve tiramisu’ ile havalanıyorsunuz. Sevdiğinizi alıp gidin derim.
“Ben ne yapıyorum?” diye sorguladığınız anlarınız var mı bilmiyorum ancak bunu düşünmenin hepimizi ürküttüğünü biliyorum. Ürkmesek bile kaçamak sorularla sorguladığımız hayatımızdan memnun olmadığımız aşikâr. Kendimizi incitmeden, derine inmeden ve esas sorunu irdelemeyen türden bir sorgulama yöntemimiz var. Tomarla sorunumuz olduğunun da farkındayız ama fellik fellik kaçıyoruz. Ben artık kaçmıyorum; bazen çay demleyip kendimle sohbete oturuyorum.
“Selam... Nasıl gidiyor? Çok düşüncelisin... Deminden beri seni izliyorum; hüzünlü de değilsin, mutlu da. Aslına bakarsan yüzündeki ifadeyi takip edemedim. Bir an mutlu olduğunu anlatan ifadeyi görüyorum, hemen arkasından endişeli ifade yerleşiyor. Sonra hüzün geliyor, ardından gülümsüyorsun. Kendinle konuşuyor olabilir misin diye düşündüm ama dudakların oynamıyordu. Hoş dudakların oynamadan sessizce ve içinden konuşabilirsin ama ne bileyim?.. Bazen kendiyle sesli konuşmalı insan, duymalı düşündüklerini... Kendi düşündüklerini duymanın farklı bir duygusu var, biliyor musun? Acısı var biraz. Kendine yakıştıramadığın şeyleri duyarken boğazın düğümleniyor, yutkunmakta zorlanıyorsun... Asla kabul etmediğin kendi yanlışlarının her biri ağzından çıkıp kulağına girdiğinde titreme geliyor, sonra da sarsılıyorsun. Yüzün kızarıyor, gerçek ve samimi duygudan kaçamıyorsun. Düşüncelerini içinden geçirme bence, kısır döngüye sokuyor. Kendi içinde duyup kendi içinde harcıyor ve üzerini örtüyorsun. Orada öylece kala kalıyor. Korkudan yıllarca eşelemiyorsun. Haliyle kabuk bağlıyor, sertleşiyor. Seni rahatsız ettiğinde sebebini unutmuş oluyorsun. Ve yanlış bir duyguyu doğru gibi yaşamaya devam ediyorsun. Muhtemelen ömür boyu çözemeyeceğin mutsuzluğunun sebebinin; kendi içinde görmezden gelerek gömmüş olduğun sorununun da farkında olamayacaksın. Bu kendine haksızlık değil mi?”
KUZU İNCİKTEN ‘TANDIR’
Geçtiğimiz hafta Hürriyet’ten sevgili Hacer Boyacıoğlu’nun tavsiyesiyle Çukurambar Mahallesi’nde kebaplarıyla nam salmış ‘Müslüm Kebap’ lokantasına gittim. Müslüm Kebap’ın, genelde lezzeti arka plana koyup, şatafatı önemseyen Çukurambar mekânlarının aksine lezzeti önceleyen sade duruşunu sevdim. Kebapçıya isminin yanında lezzetini de veren Müslüm Usta ile çekirdekten yetişme lokantacı Mesut Usta’nın geleneksellik tutkuları, pişirilen her şeyin lezzetine de yansımış. Kebaplarının lezzeti zaten biliniyorken aynı şeyleri yazmak istemedim. Kuzu incikten hazırlanan tandırı önerdiler hemen atladım. İncik, kuzunun dizleriyle paçaları arasında kalan kısıma deniyor. Genellikle haşlama içinde ya da haşlandıktan sonra soslanarak arpa şehriye eşliğinde de deneyimlediğimiz kuzu inciğin lezzetine müptela olmayanımız yoktur. Tattığınızda, taş fırında ağır ateşte pişen Müslüm Usta’nın kuzu inciğine de müptela olacaksınız. Altına koydukları tırnaklı pide ve yanındaki bulgur pilavıyla uyumu şahaneydi.
ANTEP USULÜ ‘KATMER’
Müslüm Kebap’ta etkilendiğim bir başka geleneksel yiyecek Antep usulü ‘Katmer’ oldu. Antep’te çoğunlukla sabah kahvaltılarının sıcak sütle birlikte vazgeçilmez sevdası diyebilirim. Ağır ve acı yiyeceklerden sonra tatlı olarak da tüketilmesi gereken bu sevdayı tattığınızda siz de sevdalanacaksınız. Yapılışını mutlaka izleyin. İzlediğinizde kendinizden geçeceğiniz katmeri, yerken de mest olacağınızı garanti ederim. Bence gidin, Müslüm Kebap’tan çıkmak istemeyeceksiniz.
Genellikle iyi insan olabilmenin temelinde şu cümle vardır; “İnsan; akıl, ruh ve bedenle birlikte bir bütün olmalıdır.” Bu cümleyi duyduğumuzda çoğumuz bu bütünlüğü kavrayamasak da bu doğrultuda davrandığımızı düşünüyoruz. ‘Bütün-bütünlük’ kelimesinden ‘bir arada’ ya da ‘birlikte olmak’ anlamı çıkarmak eksik düşüncedir. Bir arada olmak ‘birbirini tamamlamak’ yani ‘bütünlük’ anlamına gelmelidir. Oysa biz, hep bir kopukluk, karmaşıklık ve asla uzlaşmaz bir bütünlük içinde yaşıyoruz. Ruh, akılla hep kavgalı, akıl ruha küskün. Akılla ruhu uzlaştırmak İkisinin de içinde barındığı ‘barış’ın da simgesi bedene kalıyor, çünkü o her ikisine de sevdalı. Bir gün akılla birlikteyken ertesi gün ruhun peşine takılıyor. İki gün ruhun koynunda kalıp bir günlüğüne akla uğradığındaysa kıyamet kopuyor. İki sevda arasında gidip gelirken adaleti kuramayan beden, bir süre sonra ne aklın ne de ruhun yükünü kaldıramaz duruma geliyor. Bütünlük içinde birlikte yaşamanın ‘adalet’le mümkün olduğunu bilen akıl ve ruh, adil olmayan davranış bozukluğunu görünce bedenin tek hakimi olmak için savaşmaya başlıyor. Akıl devreye ‘ego’ları sokarken, ruh da ‘arzu’yla karşılık veriyor. Bütünlükle alakası olmayan ego ve arzuların girmesiyle bedenin şirazesi kayıyor. Beden artık ne akla ne ruha başvuruyor, ego ve arzular yetiyor. Düşünmek, hissetmek zül geliyor, gördüğüne kapılıyor. Başkasının aklı ve ruhuyla hareket etmek kolayına geliyor. Bir süre sonra bu duruma iyice alışıyor. ‘Zırtapoz’ dilimize Yunancadan geçmiş; şirazesi kaymış, söyledikleri ile yaptıkları birbirini tutmayan bedenlere deniyor.
‘KUYTUDAKİ LEZZETLER’
Kıyıda köşede, sokak arasında kalmış, sadece bulunduğu mahalle ve çevre esnafı tarafından bilinen; çoğunlukla küçücük dükkânlarda aile fertlerinin çalıştığı mütevazı mekânlardan bahsediyorum. Pişirdikleri her neyse öncelikle içine kendi insani lezzetlerini serpiştirerek yemeğin tadını katlayan usta esnafların çalıştığı güzel yerler buralar. Bunların hiçbiri sosyal medyada bilinmez, uğraşmazlar çünkü. Dertleri de, tasaları da ille de lezzet.. Buyurun işte bazıları...
SICAK TEREYAĞLI ‘ARNAVUT CİĞERİ’
Arnavut ciğerinin soğuğunu çok seviyoruz hatta düşkünüz bile diyebilirim. Elbette ki sıcağının da tadını bilenlerimiz vardır. Sancak Mahallesi, Tiflis Caddesi’nin ortalarında, belediye kütüphanesinin karşısı olabilir. Eskiden zeytinyağlı yemekleriyle nam salmış bir mekan ‘Keroş’ ama şimdilerde tarif ettiğim yeni yerinde Keroş’un damadı sevgili Turgay’ın pişirdiği ‘tereyağlı Arnavut ciğeri’yle bilinmeye başlamış. Ciğerleri sinir ve zarlarından özenle ayıklıyor, sonra da unlayıp Sivas, Suşehri tereyağı ile kavurup baharatlıyor. Ben müptelası oldum. Siz de gidin, “Böylesi yok” diyeceksiniz.
SEDAT’IN ‘ÖĞRENCİ’ PİZZASI