Aziz Devrimci

‘Renk ve kir’

3 Kasım 2022
“Etrafına baktığında her yer karanlıksa, bir kere daha bak; belki de ışık sensin.” (Rumi)

Birazdan yazacağım şeyler henüz aklımda yokken açtığım sayfanın boşluğuna baktım bir süre... ‘Yazmak için hissetmek gerek’ dedim içimden ve geçenlerde okuduğum bir soruyu hatırladım. Hissetmek ne renktir acaba? Portekizli şair Fernando Pessoa sormuş, benim de kafama takıldı. Sadece hissetmek fiilinin mi yoksa tüm hislerin mi renkleri olmalı? Onu düşündüm önce. Bizden öncekiler gerek anlattıkları hikâyelerde, gerek yazdıkları şiirlerde, gerekse doğadan gelen ilhamla duyguları renklendirmişlerdi zaten. İçgüdüsel olarak bizlerin hisleri de aşağı yukarı aynıydı. Sevgi, hırs, cesaret kırmızıydı ve dikkat çekiciydi, bazen de tehlikeyi simgeleyen işaretlerin rengiydi. Siyah çoğunlukla gizem ve karanlıktı, tutkuya ve hüzne dönüşebiliyordu. Ferahlık ve serinliğin rengiydi mavi, içine dalıp derinlerinde kaybolduğunuz göz de olabiliyordu. Belirsizliğe gri diyor ve hareketsiz kalıyorduk. Manevi hislerimiz içten gelen doğallığımızdı, rengi yeşildi ve huzur veriyordu. Sarı hem ışığın hem de neşenin rengiyken, güneşin turuncusuyla beraber neredeyse her günümüzü aydınlatıyordu. Şehvetle birlikte pembe ortaya çıksa da bana göre aşk her rengin içinde olmalıydı. Soruya dönersek ‘hissetmek hangi renkti?’ Hissedebilmek insan olmanın bir kanıtıydı ve her şeyin bütünüydü. Yine en başa döndüm ve sayfanın boş halini tekrar düşündüm ‘bembeyaz’ bir sayfaydı. ‘Yenilik, temizlik, güvenilirlik, saflık, umut, barış, sadelik, asalet ve masumiyet’i simgeleyen renk beyazdı. Hepimiz birer bembeyaz sayfa olmalıydık aslında. Hissederek yaşadığımızda duygularımızın renkleri canlılık kazanıyor, sayfamızda belirginleşiyordu. Hissetmediğimizde ise renk olmuyordu sadece kirlilikti. Bir düşünün isterseniz... Sizin ki: Renkli mi? Kirli mi?

BİR YOL BOYU LOKANTASI ‘GÜDERLER’

Midesine ve ağız tadına düşkün arkadaşlarımdan ‘İsa Eyüboğlu’ müptelasıymış; ‘fazlasıyla değer’ deyip benim de müptela olmamı istedi. Birkaç lokmacı arkadaşı daha yanımıza alıp yola çıktık. Kısa ve keyifli bir yolculuk aslında. Konya’ya gider gibi yola çıkın, Gölbaşı’nı yaklaşık 15 km geçtikten sonra yolun sağında görürsünüz ‘Güderler Et Lokantası’nı (aklınızda olsun yanında benzinlik falan yok), sade ve tek başına bir kır lokantası. Özlediğim cinsten bir yol boyu lokantası demek istiyorum çünkü kısa yolculukla çocukluğuma kadar gitmiştim. Etin teşhir edilişinden pişirilip servis edilmesine kadar ki her şey eskiden zihnime kazındığı gibiydi. Lokantanın bitişiğindeki çiftlikte yaygın merada ne yediği belli kuzulardan elde edilen sütten mayalanmış yoğurt aklımı aldı. Muhtemelen bir gün önce yedikleri otların taze kokusu ve tadı yoğurtla birlikte damağıma yapışıp kaldı desem yeridir.

LAVAŞTA KUZU CİĞER

Henüz yoğurdun tadını alıyorken ilk olarak koca bir tabak dolusu köfte geldi. Kokusu açlığımızı körükledi, adeta yumulduk. Lezzetinde de pişiriminde de doğallık ve maharet vardı. Sonrasında hiç beklemedik, ciğerin sıcak buharıyla birlikte aradaki kuyruk yağının kokusu yayıldı, yanına lavaş da verdiler. Lavaşı avuç içimize yayıp tepeleme dolu tabağın içinden ciğer avuçladık; dürmeden önce sumaklı soğan koymayı unutmadık. İlk ısırıkta kaybolmuştuk, ciğerin sulu ve damağı gıdıklayan dokusu bizi bizden etti. Bizim lokmacı tayfa nefes almadı mecburen, ikinci tabağı da istemek zorunda kaldık. İçinizden ‘ohaa’ yavaş olun dediğinizi duydum. Ama durun daha fırında gerdan yiyeceğiz…

Yazının Devamını Oku

Bir gün öyle, bir gün böyle...

27 Ekim 2022
“Hissedilen her şeye cümle kurulamıyor...” (Paulo Coelho)

Suskunluk ve sessizlik aynı şey değil aslında. Sessizlik huzur çağrıştırırken, suskunluk bir nevi iç gürültüsü..! “Söylemek istediğim çok şey var ama; susuyorum” cümlesindeki ‘susmak’ gibi bir suskunluk neredeyse hepimizin hayatını kontrol ediyor. Telaffuz edemediğimiz her yanlış hayatta adımladığımız her doğruyu götürüyor, bunu bilmiyoruz ya da bilmezden geliyoruz. Tolstoy’un sözü geldi aklıma; “Biliyor musun, her şeyden haberim var ama bazı şeyleri bilmek istemiyorum.” Bunu zaten hep yapmıyor muyuz sanki? Gelecekteki yalanlara sarılıyor, geçmişteki mazeretlere sığınıyoruz. Ne geçmişten ders çıkarma, ne de geleceğe hazırlanma var zihnimizde. İçten içe yanan ruhumuzun girdiği bunalım ve hastalıklı durum elimizde olmadan davranışlarımıza yansıyor. Bir gün aydınlıkta karanlığı, başka bir gün karanlıkta aydınlığı arzuluyoruz... Kimimiz maziden medet umarak kayboluyor, kimimiz ufukta saadet görerek kendinden geçiyor. Bir kaybolma, kendinden geçiş halleri her an üzerimizdeyken anın dinamiği güme gidiyor. İçimize sıkıştırıp haykıramadığımız tüm yanlışlar bir süre sonra yaşamımız ve hatta inancımız haline geliyor, kapılıyoruz... Doğa, güneş, ay, su ve huzurun tadı damağımızda bile kalmıyor. Bir garip ağız tadı yapışıp kalıyor, damağımız anlamsız kederler içinde. Aklımız da gönlümüz de lâl, bir tek gözümüz direniyor, o da gördüğüne aldanıyor... Suskunlukla beklediğimiz neydi onu da unutuyoruz... Dünya tersine dönüyor, yuvarlanıp gidiyoruz. Fiziki olarak yuvarlanmasak da ruhsal yuvarlanışlar sıklaşıyor, dengesizleşiyoruz; halk dilinde ‘kaypak’ deniyor, ona dönüşüyoruz. Bir gün öyle, bir gün böyle halleri o yüzden...

‘ANDA KADIN’

Kadın, kadın, kadın... Defalarca yazabilirim. Her yerde kadın olmalı hatta mümkünse her şeye kadın eli değmeli. Çoğunuzun yürekten katılacağını biliyorum. Kadın yaşamdır, yaşamaktır. Kadın güzeldir, güzelliktir. Kadın doğadır, doğallıktır. Hatta ve hatta kadın ‘evren’dir de demeliyim. Düşünsenize... Jüpiter’in halkasına saksılar yerleştirirken gördüğünüzde, muhtemelen şaşırmazsınız. Rengârenk çiçekleri uzay boşluğuna sarkıtırken; dik ışıklarını esnetmek için önüne kendi elleriyle işlediği dantelli perde taktığı kızgın güneş bile gülümsemez miydi? Venüs’le laflarken pişirdiği kurabiyeleri komşu gezegenlere de tattırmak için üşenmeden kapı kapı dolaşabileceğini hepimiz biliyoruz. Geceleri üşümesin diye güneşe en uzak gezegen Neptün’ün üzerini örtmeye kalkışması abuk mu sizce? Ya da güneşe en yakın Merkür’ün odasını havalandırırken içeriye meteor girmesin diye sinekliği örtmesine ne demeli? Cevap belli, yürek demeli, sevgi demeli; hasılı anne demeli, kadın demeli... Bana göre ‘aşk’ da demeli... Sadede gelirsek kadınların yapabilecekleri ile ilgili ütopik fikirleri, hayata geçirme potansiyeli olduğunu yansıtmaya çalıştım. Sevgili Beste Arısoy da bir kadın ve anne olarak kendi hislerini başka kadınların duygularıyla zenginleştirerek ütopik diyebileceğimiz birçok şeyin nasıl başarıldığını ig.@andakadın adlı sayfasında anlatıyor. Geçmiş kadındı, gelecek de kadın... Ee haliyle ‘Anda Kadın’ uğrayın...

100 BURGER

Burgerciler azaldıkça benim de burger yazma isteğim artıyor, gerçek anlamda lezzetle karşılaşmak ya da öneri almak kolaylaşıyor. ‘100 Burger’in damak zevki bana çok yakın ve bu konuda fazlasıyla güvendiğim ‘Stüdyo Pizza’nın sevgili yöneticisi Sahra Tuncer’in önerisiyle keşfettim. İlk fırsatta Emek Mahallesi Veli Necdet Arığ Caddesi 13 numaradaki burgerciye gittim ve Amerikalıların dediği gibi ‘bingo’. Evet gidişime değmişti, ‘Prime’ denen 9 saatlik tütsülenmiş brisket ve köfteyle hazırlanan burger şahaneydi. Birlikte gittiğimiz sevgili Vakur ‘Truffle’ denedi, öylesine beğenmiş ki çiğnediğini görmedim adeta yuttu diyebilirim. 100 Burger’in sevgili müdürü Filiz Hanım'ın misafirlere ilgisi de çok leziz. Şimdilik butik olarak işleyen yeni nesil burgercinin yakında İncek taraflarında bir şubesi daha açılacakmış. Butik kalırlar mı bilmiyorum, açıldığında gidip göreceğiz.

Yazının Devamını Oku

2. el duygular…

20 Ekim 2022
“Hayatımızın her anında duyguların içinde yer alırız; içimize bakmaya, yalnızlığın açık ve kapalı alanları üzerine düşünmeye meyletmezsek, bu duyguları tanıyamayabiliriz. Tanıyamadığımız için içselliğimize değmezler ve hiçbir iz bırakmazlar.” (Eugenio Borgna (Psikiyatr))

Başlığı gördüğünüzde aklınıza gelen şeyleri tahmin edebiliyorum... Günümüz bakış açısına sahip kişilerde 2. el araba, 2. el telefon ve benzeri şeylerin çağrışımını yapmıştır. Biraz duygusal ve geçmişle bağlantısını kesemeyenler için eskici, sahaf, hurdacı gibi benzeşmeler daha belirgindir. Oysa ki benim kastım farklı ve bu maalesef parayla satın alınamıyor...
Bir metin okurken, bilindik kelimelerin büyüsüne kapılıyorsunuz bazen… Peşine takılıp gitmek geliyor içinizden. İçerdikleri anlam ne olursa fark etmiyor yine de yükleniyor ve birlikte yürümek istiyorsunuz. Kelimeler tanıdık çünkü... Özlediğiniz eski dostların kavuşması misali hasret giderme faslı sizi mutlu ediyor. Her adım sizi daha da hafifletiyor, iyice keyifleniyorsunuz. Gittikçe okuduğunuz metnin dışına çıkıyorsunuz, hatta çok çok uzaklara... O an aklınız neredeyse oraya... Bir anda dünya değişiyor. Kelimeleri ilk duyup öğrendiğiniz zamanlardaki duygulara varıyorsunuz, dostlarla ilk karşılaşma anı yani. Okulda öğretmeninizin ağzından duymuş olabiliyorsunuz... Evde babanızdan veya annenizden öğrenmiş olmanız da muhtemel. Nenenizin kucağına yattığınızda anlattığı bir masaldan, belki de dedenizin size öğüt verirken “Ölümlü dünya” diye başladığı bir özlü sözden, zihninizin bir kenarına işlemiş olabiliyor. Yol boyu özlemle hasbihal ettiğiniz kelimelerin ağırlığını hissetmeye başlıyorsunuz, bambaşka anlamlara bürünüyorlar. Aslında gerçek anlamları ile yüzleşiyorsunuz… “Saygı, sevgi, hoşgörü, şeref, haysiyet, onur, adalet, ahlak, ar...” Unutmuşsunuz... İyice belirginleşiyorlar. Tekrarlamak isteseniz de her biri boğazınızda düğümleniyor... Sonra... Yutkunamıyorsunuz...


“GONÇALO MANUEL TAVARES”

Portekiz denilince genelde futbol ve buna bağlı yıldızlar yani Ronaldo ve Luis Figo gibi futbolcularla bu sene Fenerbahçe’yi çalıştıran “Baba” lakaplı “Jorge Jesus” geliyor aklımıza. Midesine düşkünler “Belem Turtası” veya “Pastel de Nata” isimli tatlıdan dolayı bilir. Ha bir de meşhur balık köftesi “Bacalhau” var, müptela olanlar köftenin yüzlerce çeşidinin yapıldığını da biliyorlar. (Ağzınız sulandı biliyorum. Bunu ayrıca işleyeceğim.) Edebiyat sevenler José Saramago’yu ve 1998 yılında Nobel Edebiyat ödülünü aldığı “Körlük” isimli kitabıyla özdeşleştirir Portekiz’i. Edebiyatı içselleştirmiş okurlar “Gonçalo M. Tavares” ismini “Kudüs” isimli kitabıyla hatta Saramago’nun ölmeden önce Tavares için söylediği “Otuz yıl içinde Nobel Edebiyat Ödülü’nü alacaktır” cümlesiyle birlikte hatırlarlar. Birçok önemli ödülü genç yaşına rağmen almış Tavares’in kitapları 30 dile çevrildiği gibi, “Kudüs” veya orijinal adıyla “Jerusalem” isimli kitabı, tüm zamanların en önemli kitapları rehberinin “Ölmeden önce okunması gereken 1001 kitap” listesine girmeyi de başarıyor. Kırmızıkedi yayınlarından dilimize çevrilmiş “Beyefendiler”, “Kudüs”, “Babasını arayan yüzyılında kayıp bir kız” en bilinen kitapları. Sevdiğim tarzda bir yazarın “Başkent Kültür Yolu Festivali” kapsamında “Satırbaşı Ankara” söyleşilerine dahil edilmesi şahane olmuş. CSO Ada’da yüz yüze gelip sohbet imkânı bulmak ve kitap imzalatmak kolay rastlanacak şey değil... Emeği geçen herkese ve iyi ki Başkent Kültür Yolu Festivali varmış diyor, teşekkür ediyorum...


Yazının Devamını Oku

Çook yorgunuz...

13 Ekim 2022
“İnsanları yorgun kılan hayat değil, taşıdığı maskelerdir.” (William Shakespeare)

Kaldırımlarda yürürken yoruluyorum... Bir parkta, bir kafede otururken de öyle oluyor. Arkadaşlarla sohbetteyken, kütüphanedeyken elimde kitap da olsa yoruluyorum. AVM ya da çarşıda, vitrinlere baktığımda birden anlam kayboluyor, bir anlamsızlık hücum ediyor, yorgunluk basıyor. Issız bir sokağın durağında beklerken de yoruluyorum, durağa yanaşan boş otobüsün sessizliğinden de... Trafikte seyreden konforlu bir arabanın içindeyken de geliyor yorgunluk, inip koşmak istiyorum. Her ortamda, hatta her yorgunluk bastığında olanca gücümle koşmak istiyorum... Yürüyerek gidecek olsak günler süren mesafeleri uçakla birkaç saatte geçerken öyle bir yoruluyorum ki, inip koşamadığım için yüzümü örtüyorum. Bazen bilmem kaçıncı kattaki eve ya da işe gittiğimde asansörde çıkıyor karşıma, göz göze geliyoruz ne yapacağımı şaşırıyorum. Evde kanepeye uzanıyorum, TV izlerken ayaklarımdan tüm vücuduma yayılan yorgunluk beynime sıçrıyor, bir haller oluyor, düşüncelerim donuklaşıyor, kayboluyorum...
Hayat bizi yoruyor muydu ne? Yoksa biz mi yaşayamıyorduk? Yorgunluğumuzun sebeplerini hayatın içinden çıkarmaya çalışmak, seslerin peşinden giderek sükûneti aramaya benziyordu. Hayat bir şekilde binlerce yıldır aynı ritimde akıyordu zaten. Ya içimiz?.. İçimizdeki, beynimizdeki hayat algısı; ihtiraslarımız, kaygılarımız, korkularımız, bencilliğimiz ve daha yüzlerce duygunun şekillendirdiği içimizdeki dünya nasıldı? Gerçeğinden çok ama çok daha hızlı dönüyordu. Gözlerimizi kısmıştık, göremiyorduk... Açınca başımız dönüyordu çünkü. Kapılmıştık, kapılıyorduk, kaptırıyorduk kendimizi ve yoruluyorduk. Bizi yoran hayat değildi, seçtiğimiz kişiliğimiz, duygularımız ve tabii ki yaşam tarzımızdı. Esasında ne istediğimizi bilemediğimiz, muğlâk dünyamızın içinde cebelleşmekti yorgunluğumuzun sebebi.

AHMETÇAYIRI...

Geniş parklar, yüksek ağaçlar, yemyeşil bahçeler vardı şehirde ama yine de boğuyordu. Yüksek binalar, geniş asfalt yollar ve bu yollarda peşi sıra giden araç kalabalığıyla orantılı gürültü patırtı da vardı. Toz, duman, egzoz gazı, klima motor gürültüsü de eksik değildi ve her şeyi kirletiyordu. Hele insan kalabalığının bitmeyen hengâmesi ile kara düzen telaş, beyin yakıyordu. Boğulmak üzereyken gittik ‘Ahmetçayırı’na. Gölbaşı’nı geçene kadar yukarıda bahsettiğim vaziyet sürdü. Bezirhane’ye ulaştığımızda iyice azalmıştı. Köy için sola dönüp yolumuza bir altı kilometre daha devam ederken; ne aynalı gökdelenler, ne araba gürültüsü ne de insan kalabalığı gördük. Önümüzde alabildiğine bozkır ve şahane bir doğanın cazibesi vardı, kapıldık. Köye geldiğimizde gerçek mi diye gözlerimi ovuşturdum. Unutmuştuk... Kerpiç sıvalı, pembe kiremitten çatılı evlerin arasında sessizliğin huzurunu doyasıya içime çekmek için derin nefes alırken bir ‘ohhh’ nidasıyla süslemek gerekiyordu. En seslisinden “Ohhh” dedik; ben, Vakur ve Hasan abi.

BALÂ BAHÇE

Birlik Mahallesi’ndeki doğal ürünler dükkânı Grasso’da karşılaşmıştım sevgili Gözde’yle. Elinde kasalarla içeri girmiş ve kendi elleriyle yetiştirdiği sebzeleri yerleştirirken tanışıp sohbet etmiştik, o zaman anlatmıştı. Hem bahçesini hem köyünü merak etmiştim. Endüstri ürünleri tasarımcısı Gözde, İstanbul’daki işini bırakıp annesi Nezahat hanımla Ahmetçayırı’na gelmiş. Laf aramızda ‘köyün delisi’ diyorlar. Onarıcı tarım teknikleriyle tarlasını ıslah etmiş önce, sonra da ata ve yerli tohum araştırmalarına girişmiş. Geçen sene denemeler yapmış, bu sene de bahçesini şekillendirmiş. Halkalı, pembe ve Ayaş domatesleri var şahane ve leziz. Balık, üç burun ve sivri biberin yanında kapya ve jalapeno da yetiştiriyor. Kavun, karpuz, bamya, fasulye, lahana, patlıcan, kabak, salatalık hatta altın çilek bile var. Hepsi doğal hem de güzel yürekli Gözde’nin ellerinden. Bahçeye dalıp kendi ellerimizle toplamak ayrı bir keyif verdi, adeta yenilendik. Sevgili Gözde’nin annesi nefis bir sofra hazırlamış; bazlamalar yan komşudan, tulum peyniri karşı komşudan, karnıyarık böreği, yoğurtlu kabak kavurma ve koyun yoğurdu anne Nezahat hanımın ellerinden, mest olduk. Anlat anlat bitmeyecek, @balabahce instagram adresini tıklayın, yazamadıklarımı gözlerinizle görün. Gözde’ye ve yaptıklarına hayran olacaksınız.

Yazının Devamını Oku

Vaveyla..! (Çığlık)

6 Ekim 2022
“Uzaklık, coğrafi olmaktan çok zihinsel bir mesele olabilir...” (Zygmunt Bauman)

Hani evren.... Hani güneş... Hani ay bizimdi..? Gökteki yıldızlar mısraları bizim için diziyor, göz kırpıyordu geceleri. Bütün şiirler biz insanlar için okunuyordu ya. Güya, kuşlar solo, ağaçlar koroydu... Fırtınalar, kasırgalar çaresiz. Elleri kolları bağlıydı hani. Ve nehirler çağlaya çağlaya bize kucak dolusu sevgiyle geliyordu. El eleydik ya. Yürek yüreğeydi sevgimiz. Sürecekti ya mutluluk sonsuza kadar. Yüreğimiz pervaneydi. Dilediğimiz her yer bizim ve şahaneydi. Uçacaktık; hem mutluluktan hem sevdadan hem de gönlümüzce... Havalandık en yükseklere. O bulut senin bu bulut benim. Seyre daldık. Hovardaydık. Ne karanlığın dizlerimizin bağını çözen kaygısı vardı, ne aydınlığın göz kamaştıran hülyası. Ne zaman mefhumu kaldı aklımızda; ne de ölümün tüyleri diken diken eden korkusu. Har vurduk cehennemi. Harman savurduk cenneti. Melekleri aldattık. Tanrıya yalan söyledik. Ne oldu peki..? Sustuk birden. Sessizlik mi; elde de yok avuçta da kalmadı söylenecek tek bir kelime... Bitti mi yani? Bu muydu sermayemiz? Tarih boyu biriktirdiğimiz kurguladığımız dünya... Vaat ettiğimiz hayata ne oldu? Ahh... Heyhat..! Heyhat..! Bakışlarımız ateş turuncusuydu sıcacık. Dokunuşumuz dünya mavisi ve serin. Ve hani ‘Onur’umuz vardı karanlığa kurban ettiğimiz... Bir de onursuzluğumuz var!.. Tövbe; hiç umurumuzda olmayan... Nerde feryat?.. Hani figan?.. Yok mu vicdan?.. Peki ya insan?.. Ruh gitti; geldi güruh. Vaveyla vaveyla..! Ah el aman el aman…!

AYAŞ’LI DOMATESİN ‘STÜDYO’SU

Şili Meydanı, Kavaklıdere Caddesi’ndeki ‘Stüdyo Pizza’nın sevgili şefi Murat Artukmaç ve ekibine bayılıyorum. Gelenekten kopmayan bakış açısıyla sevgimi kazanmalarının yanı sıra, her an yaydıkları olumlu ve her dem taze havanın iliklerime işleyen enerjisiyle kıpır kıpır olmanın ayrı bir mutluluğu da var tabii ki. Fırsat buldukça ‘Stüdyo’ya uğrayıp olumlu enerji yüklenmek, Şef Murat ve Sevgili Sahra’yı görmek, bir de restoranın başköşesine dizdikleri ‘Ayaş’ın meşhur ve leziz domateslerinden hazırladıkları sos kavanozlarını izlemek hoşuma gidiyor. Toplandığı tarlanın yanı başında, altında meşe odunu yanan bakır kazanların içinde geleneksel yöntemlerle pişirilerek hazırlanıp kavanozlanan domates sosu tattıysanız; sevgili Murat’ın pizzasına ayrı bir ruh kattığını da biliyor olmanız gerek. Henüz tatmadıysanız sakın kimseye söylemeyin... Çaktırmadan gidin ve damağınızı nelerden mahrum bıraktığınızı kendiniz deneyimleyin.

TARİHİ, LEZZETLİ HEM DE YAKIŞIKLI ‘KÖFTE’

İnegöl köftesini sever misiniz? Bu soruya vereceğiniz cevap çoğunlukla “Severiz sevmesine de nerdeee o eski köfteler” olacaktır. Yukarı Ayrancı, Hoşdere Caddesi’ni biliyorsanız rahat olun. Aradığınız o eski leziz köfteler caddenin 102 nolu dükkânında mevcut. Dükkânın adı ‘Tarihi Lezzet’ içten içe hepi topu dört adım, dört bilemedin beş masası var. Öğlen saatleri giderseniz beklemeyi göze alın, ağız tadını bilenler bekliyor çünkü. Köfteci Nevzat Baba da köfteleri yoğurup pişiren oğul İhsan da dükkânın ismine uygun kıvamdalar. Nevzat Baba 1962’den beri köfte yapıp pişiriyor. İlk başlarda Meşrutiyet Caddesi’nde başlıyor daha sonra Bahçeli’ye geçiyor. Son olarak oğlu İhsan’ın ısrarıyla Hoşdere’ye gelmiş. Köfteler eskiden olduğu gibi leziz ve bana göre Ankara’nın en iyisi. Köftenin eşlikçisi acı sos nefis, Ankara’da benzerini dahi bulamazsınız. Hele bir de Antalya usulü tahinli piyaz var ki; Antalya’da bile bu denli lezzetlisini yemediniz. Kemal Paşa tatlısı tüm dertlerinizi unutturacak mutluluğu veriyor, tamamen ev yapımı. Tabii bir de en önemlisi Nevzat Baba var, köftecilerin en havalısı hatta en yakışıklısı...

Yazının Devamını Oku

Yer, gök umut...

29 Eylül 2022
“Kendinden dışarı çıkıp kendine bakmadıkça kim olduğunu asla bilemezsin...” (José Saramago)

İnce taneli yağmurun serinliği gün ışığıyla renkleniyor, parkı çevreleyen ve neredeyse bulutlara değen çatılarının arasından süzülen gökkuşağı, binaların kasvetine meydan okuyor, şehrin iç karartan ruhsuzluğuna inat, kısa süreliğine de olsa doğanın merhametiyle her şeyin güzel görünmesini sağlıyordu. Şehrin büyüklüğünde yeşil bir leke gibi duran havuzlu park, minik olmasına rağmen içinde yükselen devasa kavak ağaçlarının heybeti, şehrin ürkütücü büyüklüğünü gölgede bırakacak bir karşı koyuşla parkta eğleşen canlılara güven veriyordu. Serçelerin, kumrularla altlı üstlü dallara tünemesi kavak ağacının güvenilirliğini pekiştirirken, ıslanmamak için gölgesine sığınan insanları yağmurdan koruyor ancak ruhlarındaki huzursuzluğu gidermekte zorlanıyordu. Herkesin kafasında aynı güzellikler niye yok, neden olmaz ki? Bedenlerimiz aynı ama zihnimiz ve içindekiler birbirini tutmuyor... Oysa ben içimde tam olarak anlamlandıramadığım bir sevinçle girmiştim parkta gördüğüm resmin içine. İnsanların karamsarlığını da görmüştüm ama kapılmadım. Gökkuşağı ve çiseleyen yağmurun cazibesi iyi gelmişti belki de... İnsanların somurtkan ve düşünceli suratlarını doğaya yakıştıramadığım için de olabilirdi kapılmayışım. Bir inat, karşı duruş... hatta insanları uyarıcı bir tavırla içimde çok da belirgin olmayan sevinç zerreciğini yansıtma hevesi diyebilirim. Pek de umurlarında olmadı... Sanki içlerindeki derinlere çekilmişlerdi insanlar... Ya da ruhları çekip gitmişti de farkında değillerdi. Tüm canlılara yaşama şehveti veren gökkuşağı bile merhem olamamıştı. Gökyüzüne bakmıyorlardı çünkü... Yere de bakmıyorlardı, önlerindeki aydınlığa da... Gözlerindeki belirsizlik, anlamsız... Hatta ürkütücüydü...

SİYEZ POĞAÇA

Tüm buğdayların atası olarak sayılan ve yakın doğu civarında, Hititler’in tarımını yaptığı rivayet edilen, ‘Hititçe’de ‘Zız’ şimdilerde ‘Siyez’ denilen buğday türünü duymamış olmanız sürpriz olur. ‘Siyez’in normal buğdaya göre daha faydalı olduğunu da biliyor olmanız gerek. Bulgurunu, bulgurundan hazırlanan salatasını ve tabii ki unundan yoğrulmuş ekmeğinin de tadına bakmış olmanız kuvvetle muhtemel. ‘Siyez Poğaça’ denemiş olma olasılığınızı sormayacağım çünkü pek rastlanır şey değil. Doğrusunu söylemek gerekirse, ben de yeni denedim. ‘Dante Breadrice’ ekmeklerinin sevgili ustası ‘Ece Demir’, Birlik Mahallesi 448. Sokak’taki Grasso Gurme Organik’in açtığı Cafe için özel olarak hazırlamış. Tereyağı yerine halis muhlis zeytinyağı kullanmış, poğaçanın hafifliği oradan. İçindeki peynirin Ezine’den, arada dişlerinizi gıdıklayan cevizin Bitlis Adilcevaz’dan olması, lezzetine de keyfine de değer katmış. Mutlaka deneyin... Şansınız yok... İllaki tutkunu olacaksınız...

PAZARTESİ SENDROMUNA ‘BABKA’

Doğu Avrupalı ve özellikle de Polonyalı Yahudilerin pişirdiği ‘Babka’nın kelime anlamı bir kek ya da pastayı çağrıştırmasa da esas karşılığının ‘Büyükanne’ olması yediğiniz kekin hem anlam sıcaklığını hem de lezzetini katlıyor. Ekşi maya eşliğinde, tereyağı, un, yumurta ile yoğrulan hamurun içine seçeneğe ve beğeniye göre marmelat veya çikolata konulabiliyor. Kutsal paskalya dönemlerine denk gelen günlerde pişirilmesi gerekirken, çocukların yanı sıra yetişkinlerin tutkuyla bağlandığı ‘Babka’nın her zaman pişirilmesi gerektiğine, tattığınızda siz de katılacaksınız. Sevgili Ece ‘Grasso Cafe’ için sadece pazartesi günleri pişiriyor. Sendromu, mutluluğa çevirmeye yeter de artar bile... Uğrayıp tadına bakın anlamı da tadı da çok derin...

Yazının Devamını Oku

Bir sonbahar sabahı...

22 Eylül 2022
“Hayat ya bir aşktır ya bir tesadüf, belki de bir hatıradır. Ama ne olursa olsun iyidir, güzeldir.” (Ara Güler)

Kahvenin tadına değen kuş cıvıltıları, nemli bitki kokusuyla, gözlerimin gördüğü renklerin ruhuma kattığı ferahlık vardı. Bu duyguyu kaçırmak istemedim. An’ı yaşamakta pek maharetli değildim, içimde biriktirdiğim korku ve kaygılar tüm güzellikleri örterek beni bu güzel anlardan uzaklaştırıyor; farkına varınca dönüp tekrar an’a geri geliyor, kuşlara kulak veriyorum. Sohbet ederken sanki bana da sorular soruyorlardı. Konuyu bilsem müdahale edecektim ama mevzunun başını kaçırmıştım. Saksağan yere yakın ağaç diplerinden daldaki kumrulara seslenirken aldığı cevaba göre yerini değiştiriyordu. Bülbül uzaktan okuduğu şarkısını arada keserek sohbete kulak veriyor, ilgisini çekmeyince şarkısına kaldığı yerden devam ediyordu. Sesler kesilince benim bir şeyler söylemem gerektiği için sustuklarını sanıyorum. Oysa ki sevginin diliydi konuştukları. Yeryüzündeki her insan gibi dinleyebiliyor ama konuşamıyordum. Konuşamasam da sevgi sözcüklerini seçmeye, anlamaya çalışıyorum. Ses tonlarının çıkardığı melodilerin kulağıma verdiği titreşimle yaşamı fısıldadıklarını varsayıp, kahveyi ayrı bir keyifle yudumluyorum. Bulundukları yer önemli değildi, gökyüzü olması kâfiydi. Birkaç ağaç ve dallarına tüneyip uzaktan uzağa seslenerek kur yapacakları yârenleri olması yetiyordu. Dünya onlar için koca bir gökyüzüydü. Ağaçlar ve dalları ile birlikte toprakla oynamak yetiyordu. Yedikleri içtiklerinin miktarı belliydi, fazlası uçurmazdı onları. Ama biz insanlar hep açtık, doymuyorduk. Doyumun midemizi doldurmakla alakası yoktu, ruhumuz doyumsuzdu. Daha fazlasıyla uçulamayacağını düşünmek, kuş beyninin bile idrak ettiği bir durumdu. İnsan beyni farkında bile değildi.

BALIK KOKUSU

Mahalle içi yürüyüşleri seviyorum. Eve giderken Tiflis Caddesi esnafının çoğunu tanımasam da göz aşinalığım var. Her yürüyüşte farklı kokularıyla farklı yerler keşfediyorum. Geçen hafta yine aynı caddede kokusuyla Tuğçe’nin elmalı kurabiyesi vardı. Bu hafta Ceren hanımın Tereyağlı Karides kokusu mest ediciydi. Tiflis Caddesi’nde ‘Dalyan Karadeniz’ balıkçısının önünden geçerken aileyi görüyordum, kokuları da alıyordum ancak kendileri için pişirdiklerini düşünüp gıpta ediyor, yoluma devam ediyordum. Bu geçişimde karides kokusu yayılınca dayanamadım ‘Kendinize mi’ diye sordum. Hayır dışarı pişiriyoruz cevabı keyif verdi. Başka yerde tadım randevum olmasa, anında oturup aynısından istiyorum diye tutturacaktım. Çok şeker bir aile ve ev havası var balıkçıda. Baba Taner bey balık tedarikini yapıyor, anne Ceren hanım pişiriyor, kız ve damat serviste. Ceren hanım kendi evinin mutfağında, misafirlerine pişiriyor havasıyla çalışıyor. Tam dikkat etmedim ama 2 veya 3 masası var. Balık seçip Ceren hanıma veriyorsunuz o pişiriyor. İster balıkçıya oturun ister evinize götürün. Her hâlükârda mest oluyorsunuz.

‘GORKİ’NİN YUFKA EKMEĞİ

Bildiğiniz gibi değil tabii ki... Şahane yufka ekmeği yapan Sivaslı Figen hanımın; Ünlü Rus yazar Maksim Gorki ile bir akrabalığı yok. Gorki’nin ‘Ekmek İşçileri’ isimli kitabıyla benzerliğinin dışında bir bağ kuramazsınız. “Ben ekmeğimi, ekmekten çıkarıyorum” dedi Figen hanım... Hem Sivas nere; Moskova nere... İşin aslı şu... Figen hanımın Görkem isimli oğlunun kısaltılan haliymiş ‘Gorki’. Kimse bilmeyince ilgi çekiyor ve benim gibi içeri damlayıp muhabbete başlıyor. İçeride şahane bir aile ve eş, dost havası var. Yabancı ya da müşteri hissi oluşmuyor. Tamamen olumlu enerji yayıyorlar. Epeyce meraklıları da var. Daha önce alıp tulum peynirine sarmalayıp yemiştim, yufka ekmeği nefis. Bunun yanında normal yufka da açıyorlar, erişte kesiyorlar. Ve çok iddialı oldukları mantı var bir de. Bu sefer yufka ekmeği, gelecek sefere mantının tadına bakacağım. Yolunuz Birlik Mahallesi 448. Cadde’ye düşerse mutlaka uğrayın, muhabbet de yufkalar da şahane.

Yazının Devamını Oku

Tevazu meselesi…

15 Eylül 2022
Mütevazılık, hiçbir zaman gerçek bir üst değer olamamıştır bizde. Bir ortamda mütevazı olmaya kalkarsınız saygı hemen azalmaya başlar, hissedersiniz. (Nuri Bilge Ceylan)

Duygularımın beni sürüklediği dünyalarda kaybolmayı seviyorum. Bulunduğum andan hoşnut olmadığım zamanlarda iyi geliyor. Mevcut ortamın kasvetinden uzaklaşıp zihnimin beni daha dingin ve mutlu dünyalara alıp götürmesi kasılmamı engelliyor, solgun havada baharı yaşayabiliyorum, bu da beni mutlu ediyor. Bunun farkındaydım ve içten içe hep mutlulukla kaybolmayı sevdiğim dünyaları çağırıyorum... Bilmediğim şeyleri, aklıma gelmeyecek sözleri duyuyorum, lalettayin bir canlının özgün duygularına kapılıyorum, sohbet ediyorum ama kendimle değil sohbetim. Benimle aynı seviyede canlılarla, ağaçlarla, çiçeklerle, kuşlarla yani... Bazen de suyla konuştuğum oluyor. Kendim konuşup onların adına samimiyetle kendim cevap veriyorum... Çok da keyifli... Birbirimize tercüman oluyoruz. Hem kendim rahatlıyorum hem de çiçeklerin yüzü gülüyor. Tanrıyla konuşmak gibi bir şey aslında... Onunla konuşmak için çiçeği böceği bahane edip içimi döküyorum... Ne yazık ki, insanlara anlatmaktan çekiniyorum artık... Ön yargıyla yaklaşıyorlar çünkü. Kendilerini tanrı yerine koydukları da oluyor, beni dinlerken verdikleri peşin hükümlerden anlıyorum. Onlara sığındığımı düşünüp kendilerini tanrı gibi hissetmelerine ben mi sebep oluyordum, bunu da düşündüm. Aklıma Carl Gustav Jung’un şu cümlesi geldi, “Düşünmek çok zordur, bu yüzden çoğu insan yargılamayı seçer.” İnsan, insana tutunma ihtiyacı duysa da önce kendine tutunmalı. Hiç kimse tanrılaştırılmayı hak etmiyor... Zira, tanrı ona sığınanların duygularını kendi çıkarı için kullanmayı düşünmez.

EFSANE GERİ DÖNMÜŞ ‘ÇADIR KEBAP’

Eskişehir Yolu’ndaki Varan Turizm terminalinin bitişiğindeydi ‘Çadır Kebap’. Ümitköy ve Çayyolu’nda oturanların eve gitmeden önceki mutlak uğrağı, biz şehirde oturanlar için de özellikle gidilmesi gereken lezzet durağıydı. Kebabı, salatası, hizmeti, atmosferi efsaneydi, tadı hep damağımızdaydı. Altı-yedi yıl önce kapanmıştı, üzülmüştük haliyle. Geçenlerde bir başka efsane mekan Hilal Mahallesi’ndeki ‘Çalçene’nin kapandığını duyup yine üzülmüştüm ancak üzüntümü hafifleten, yerine açılan mekanın ‘Çadır Kebap’ olmasıydı. Özlemiştim tabii ki, ilk fırsatta gittim. Dekor falan farklı olunca ilk etapta garipseniyor, eski sevdiğin mekan gibi gelmiyor. Öncelikle Şef Yavuz beyin sıcak karşılaması rahatlatıyor, eski bildiğiniz, yeni yere alışmanızı sağlıyor. Sonrasında ocağın başına kayıyor gözünüz, arkasında duran ekibi ve Tamer ustayı görünce lezzetin güvende olduğu hissi keyiflendiriyor. Kebap pişip önünüze geldiğinde ise duygular “Evet işte bu!” dedirtiyor, damak bayram yerine dönüyor. Ardından “ne çok özlemişiz, geri dönüşü muhteşem olmuş” diye Çadır Kebap efsanesini bilen dostlarınıza müjdeliyorsunuz. Bilmeyenler de gitsin öğrensin diyorum. Başta Adana ve Beyti kebapları olmak üzere, çöp şiş, yağlı kara vesaire... Haa tablacı salatasını da unutmayalım bu arada...

TUĞÇE’NİN ELMALI KURABİYESİ

Klasik bir çay saati atıştırmalığıdır elmalı kurabiye. Kadınların özellikle de genç kadınların hatta çocukların, ilk öğrendiği, en çok pişirdiği, internette bile en çok aranan ve tarifi yazılan kurabiyelerden biri sayılabilir. Benim de en sevdiklerimden olan bu kurabiyeyi özellikle aramıyorum ama bulduğumda yiyorum. Tiflis Caddesi’nden eve giderken yolumun üzerindeki ‘Yorgun Kafe’yi daha önce de yazmış, sevgili Tuğçe Yorgun’un maharetli ve lezzet barından ellerinden çıkan yiyecekleri anlatmıştım. Her uğradığımda sevgili Tuğçe, çayın yanına bu elmalı kurabiyeden koydukça müptelası oldum. Demledikleri çayı da çok seviyorum, çay bahanesiyle sık uğrar oldum. Tuğçe yanına kurabiye de koyuyor, ikincisini istiyorum, yanına bir kurabiye daha ohh değme keyfime. Şimdiler de her geçişte uğruyorum. Bilin bakalım neden? Evet doğru; çay bahane oldu, çünkü kurabiye şahane. Son uğradığımda bu nefis kurabiyeyi neden yazmıyorum diye sordum Tuğçe’ye, gülümseyerek bir tabak kurabiye koydu önüme. Bu sefer yanında çay yoktu. Reyhan şerbeti, yine Tuğçe’nin elinden...

Yazının Devamını Oku