Akciğer kanseri, akciğer hücrelerinin anormal hale gelmesi ve kontrolsüz çoğalmasıyla oluşan bir hastalık. Sonraki aşamada kontrolsüz çoğalan bu hücreler çevre dokulara ve akciğer dışındaki organlara yayılabiliyor.
Ülkemizde ve dünyada erkeklerde en sık görülen kanser türü akciğer kanseri. Ülkemizde kanser olan her dört erkekten biri akciğer kanseri. Akciğer kanseri vücuda yayılıncaya kadar herhangi bir belirti oluşturmuyor. Sadece hastalığın bazı tiplerinde erken evrede belirtiler görülebiliyor. Akciğer kanserinin en sık görülen belirtileri şunlar:
- Geçmeyen veya giderek kötüleşen öksürük
- Öksürürken kan veya kanlı balgam çıkarmak
- Derin nefes alırken, öksürürken veya gülerken kötüleşen göğüs ağrısı
- İştahsızlık, kilo kaybı
- Halsizlik, yorgunluk
DLD, genç ve yetişkin kadınların toplumsal hayatta aktif, sorumluluk sahibi ve üretici bireyler olmalarını sağlamak amacıyla onlara liderlik becerileri, eğitim fırsatları veren ve ekonomik bağımsızlığı mümkün kılan yaratıcı programlar sunuyor. Dernek, bu programları geliştirmek adına; ilgili bireyler, eğitim kurumları, şirketler, yardım amaçlı gruplar ve kâr amacı gütmeyen kuruluşlarla ortak çalışmalar yapıyor. Ve bu süreçte, kültürlerarası diyalog ve kaynak alışverişi geliştirmenin yanı sıra, farklı kuşakları kucaklayan uluslararası iletişim ağları kurulmasının önünü açmak için büyük çaba veriyor.
DLD; “Yüksek etki gücüne sahip” orta ve alt gelir seviyesi dâhil çoğunlukla devlet okullarında okuyan üniversite çağındaki genç kadınların güçlendirilmesine yönelik programların, toplumsal bütünleşme ve profesyonel başarı için kalıcı sonuçlar sağlayacağına inanıyor. Dernek, bu inanç doğrultusunda yaklaşık 10 yıldır “Kıvılcımlar” adını verdiği bir Program sürdürüyor.
Kıvılcımlar Programı; mütevazı ailelerden gelen üniversite öğrencileri için geliştirilmiş, 8 ay gibi uzun bir sürede “Yaparak Öğrenmek” modeline dayalı, derin değişim yaratan bir kişisel gelişim programı. Bu Program genç kadınları meslek hayatına ve toplumda liderliğe hazırlıyor. Program kapsamında öğrenciler sekiz kişilik gruplar halinde 8 ay birlikte çalışıyorlar. Bir grubun 8 aylık bütün eğitim, seyahat, proje masrafları v.b. 22.000 TL. Dernek bağışlarla ayakta kalıyor. Geçtiğimiz 10 yılda 300’e yakın genç kadın bu programa katılmış durumda. Bu gençlerin üniversite bitirme, yüksek lisans ve iş hayatına atılma oranları normalin oldukça üstünde.
Ben bir ülkenin güçlenebilmesi için kadınlarının güçlendirilmesinin şart olduğuna inananlardanım. Kadınlar güçlendirilmeli ve iş gücüne katılmaları sağlanmalı. Kıvılcımlar Programı tam da bu amaca hizmet ediyor. Bu Program sayesinde bugüne değin 500.000 den fazla kişiye dokunulmuş bulunuluyor.
Kıvılcımlar’ ın gerçekleştirdikleri projelerden biri, “Her Çocuk Oynasın” adını taşıyor.
Çocukların daha kolay öğrenebilmeleri, gelecekte sosyalleşme ve odaklanma problemleri yaşamamaları için ‘olmaz ise olmaz’ bir şey oyun. Araştırmalar 3–7 yaş arasında olan ancak oynamaya vakit ayıramayan çocukların öğrenmede zorluk çektiğini, daha ileride ise sosyalleşme ve odaklanma problemi yaşadıklarını gösteriyor.
Böyle bir ihtiyacın farkında olan, aynı zamanda oyun oynamanın her çocuk için bir ihtiyaç olduğu gibi bir hak olduğunu da bilen Kıvılcımlar, “Her Çocuk Oynasın” Projesini hazırladılar. Bu Proje kapsamında sosyal medya hesaplarında yüzlerce insana ulaşarak oyuncak toplayan Kıvılcımlar, bu oyuncakları her çocuk gibi oyun oynama hakkına sahip olan ama oyuncağı olmayan çocuklarla buluşturmayı amaçladılar. Ve sonuç olarak topladıkları 735 oyuncakla 6 okula ve 10 aileye ulaşıp 506 çocuğu mutlu ettiler.
Kıvılcım’ların 2017–2018 döneminde hayata geçirdikleri projelerden biri de “Engelleri Kıvılcımlarla Yakalım” adını taşıyor. Bu Proje’nin yaratıcısı Kıvılcımlar içindeki Sympasia isimli grup. Grup adını antik Yunan’dan gelen ‘Symposion’ ve ‘Aspasia’ kelimelerinden alıyor. Symposion, antik Yunan’da soylu erkeklerin bir araya gelerek felsefi ve politik tartışmalar yaptıkları, edebiyat ve müzik gibi konular üzerine sohbet ettikleri bir geleneği anlatıyor. Aspasia ise, başta Platon olmak üzere dönemin birçok düşünürünü etkilemeyi başaran ve erkeklerin hegemonyası altındaki Symposion’lara kabul edilen ilk kadın düşünür. Grup, hem Kıvılcım’ların düşünce gücünü ortaya koymak, hem de özgür ve güçlü kadını simgelemek için bu iki kelimeyi bir araya getirmiş ve Sympasia adını almış bulunuyor.
Engellilik olgusunun “hak temelli” olarak ele alınması, bu konuda toplumsal duyarlılığın arttırılması, “engelli” veya “engelsiz” kavramlarının ötesinde “herkes için” bir toplum ve çevrenin geliştirilmesi için çaba gösteriyor.
İstanbul Üniversitesi Engelliler Uygulama ve Araştırma Merkezi ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi Sağlık Daire Başkanlığı Engelliler Müdürlüğü işbirliği ile gerçekleştirilecek “Engellilik Araştırmaları Konferansı” 15–16 Kasım tarihlerinde İstanbul Üniversitesi Kongre ve Kültür Merkezi’nde yapılacak.
Ülkemizde engellilik deneyimini tarihsel süreç içinde, farklı disiplinlerde ele alınış biçimleriyle araştırmayı ve bilimsel çalışmaları arttırmayı amaçlayan Engellilik Araştırmaları Konferansı’nın ana teması “Dünden Bugüne Engellilik” olarak belirlenmiş bulunuyor. Konferansta; Türk toplumunda engellilik tarihi, sosyo-kültürel süreçler, kurumsal ve hukuksal tarih açısından ele alınacak. Ayrıca Konferansta Osmanlı arşiv belgelerinde yer alan tarihsel bilgilerin sunulacağı oturumlar ve sivil toplumda Türkiye’deki engellilik hareketini konu alan panel tartışmaları da yer bulacak.
Konferansta 77 sözlü, 27 poster bildiri sunulacak. Konferans konuları ise:
olarak belirlenmiş bulunuyor.
Konferans kapsamında, “Dünden Bugüne Engellilik” teması doğrultusunda, Osmanlı Arşivlerinde bulunan engellilikle ilgili bilgi ve belgeleri içeren bir sergi de açılacak.
“Osmanlı Arşiv Belgelerinde Engelliler” adlı bu sergide, Osmanlı Arşivi veri tabanında engelliliğe dair konular araştırılarak tespit edilen yaklaşık 10 bin belge yer alacak. Bu belgeler 1500’lü yıllardan 1900’lü yılların başına kadar uzun bir zaman dilimini kapsıyor. Söz konusu belgeler arasından engellilik hususunda günümüze ışık tutacak en iyi örnekler seçilmiş, bu belgelerin tanıtıcı örnekleri hazırlanmış ve tarihleri tespit edilmiş durumda. Sergilenecek 25 adet belge; engellilerin istihdamı, topluma kazandırılmaları ve sosyal hakları, engellilik açısından dönemin gelişmelerinin takip edilmesi ile ilgili. Ayrıca, görme, işitme ve konuşma engelli bireylerin Osmanlı döneminde aldıkları eğitime dair detaylı bilgiler de serginin önemli bir boyutunu oluşturuyor.
Konferans için erişilebilirlik konusunda oldukça detaylı bir çalışma yapılmış durumda:
Lösemili Çocuklar Sağlık ve Eğitim Vakfı (LÖSEV) 1998 yılında Pediatrik Hematolog, Onkolog Dr. Üstün Ezer tarafından Ankara’da kurulmuş bulunuyor. Vakfın kuruluş amacı ise lösemili ve kan hastası çocukların, sağlık ve eğitim başta olmak üzere her türlü ihtiyaçlarının giderilmesi.1998 yılında lösemi ve kanser “amansız hastalıklar” olarak görülüyor, hasta olan 10 çocuktan 8’i kaybediliyordu. Dr. Üstün Ezer bu durumun bir çözümü olacağına inanarak bir masa bir sandalye ile yola çıktı. Ve o günlerde ancak 15–20 çocuğa destek verebilirken artık 30.000’in üzerinde hastaya ulaşabiliyor.
Dr. Üstün Ezer
LÖSEV 2000 yılında, henüz iki senelik bir vakıfken, ülkemizin ilk ve tek LÖSANTE Lösemili Çocuklar Hastanesi’ni hayata geçirdi. 2006 yılında yoğun tedavileri nedeniyle eğitimlerinden uzak kalan çocuklar için ülkemizin ilk Lösemili Çocuklar Okulu, 2008 yılında da lösemili çocuklar ve ailelerinin ücretsiz konaklayabilecekleri dünyanın ilk LÖSEV Köyü açıldı.
LÖSEV kurulduğu yıllarda bir avuç gönüllünün desteğini alırken, bugün 5 milyona yakın gönüllü ve bağışçısı ile kocaman bir aile kurmuş bulunuyor. Sürekli kalıcı projeler ve eserler üreterek herkesin umut ve yaşam kaynağı olmuş durumda.
2–8 Kasım tarihleri arası Lösemi Farkındalık Haftası. Lösemili çocukları Türkiye ve dünya gündemine getirebilmek, dünyanın çeşitli yerlerinde aynı kaderi yaşayan çocukları buluşturabilmek, löseminin tedavi edilebilir bir hastalık olduğunu vurgulamak, aileler arasındaki dayanışmayı arttırmak için Türkiye’den çıkmış uluslararası bir proje bu.
Bu yıl LÖSEV’in 20. kuruluş yılı. Vakfın geride bıraktığı 20 yılda lösemi tedavisinde kaydettiği başarılara dikkat çekmek amacıyla merhum Ertem Eğilmez’in unutulmaz eseri ”Canım Kardeşim” filminin LÖSEV’e özel bir versiyonu hazırlandı. Başrollerini merhum Tarık Akan ve merhum Halit Akçatepe’nin paylaştığı filmin yeni versiyonunda Akan’ın rolünü büyük oğlu Barış Üregül canlandırdı. Yönetmenliğini Bahadır Karataş’ın üstlendiği beş dakikalık kısa film, 2–8 Kasım Lösemili Çocuklar Haftası kapsamında ilk kez 7 Kasım Çarşamba günü basın ve kamuoyu ile paylaşıldı. Bu gösterime ilk çekimde Kahraman rolünü oynayan Kahraman Kıral da katıldı.
“Canım Kardeşim”in orijinal versiyonunda Tarık Akan ve Halit Akçatepe’nin lösemi olan kardeşleri Kahraman, trajik hikâyesi ile yürekleri dağlıyordu. Zira Kahraman’ın ömrü ağabeylerinin söz verdikleri televizyonu görmeye yetmiyordu.
Yıllardır “Onlar bizim gerçek kahramanlarımız” diyerek on binlerce hastasını hayata bağlayan LÖSEV 20. yılında yüreklere dokunacak çok özel bir çalışmaya imza atarak filmin sonunu değiştirdi. “Canım Kardeşim”in yeni versiyonunda Kahraman’ımız ölmüyor, ağabeylerinin kendisine aldıkları televizyonu görüyor ve çok mutlu oluyor. (Filmin her bir çekiminin sonunu
2015 yılından beri takip ettiğim “Erişiyorsam Varım” Projesi’ne bu yıl Koç Üniversitesi ev sahipliği yapıyor. Engelli bireylerin toplumsal hayata katılımı konusundaki farkındalığı arttırmayı amaçlayan bu projede Koç Üniversitesi’nin paydaşları; İsveç Baş Konsolosluğu, Ruh Sağlığında İnsan Hakları Girişimi Derneği (RUSİHAK) ve Engelli Kadın Derneği (ENGKAD).
24 Ekim’de Koç Üniversitesi Rumeli Feneri Kampüsü’nde “Erişiyorsam Varım” Sergisi ile başlayan projenin etkinlikleri 3 Aralık 2018 tarihine kadar devam edecek. Halkın katılımına açık olan etkinlikler kapsamında 5 seminer, 4 atölye çalışması ve 4 film gösterimi gerçekleştirilecek. Katılımcılar, öğrenciler ve akademisyenlerin erişilebilirlik konusunu farklı platformlarda tartışmalarını sağlayacak etkinlikler, “yeni” soruların, sorgulamaların ve yaklaşımların önünü açmak ve toplumsal farkındalığı arttırmak için katkı verecek.
Engelli bireylerin binalar ve kamusal alana erişimi olduğu kadar toplumsal hayata katılımı konusunda da farkındalığı arttırmayı amaçlayan “Erişiyorsam Varım” başlıklı Fotoğraf Projesi, İsveç ve Türkiye’de engelli bireylerin hayatlarını konu alan 22 portreden oluşuyor. Proje kapsamında, fotoğraf sergisinin yanı sıra, “erişilebilirlik” teması çerçevesinde çeşitli atölye çalışmaları, seminerler, film ve dans gösterileri gerçekleştirilecek.
Projenin İstanbul Beyoğlu İsveç Konsolosluğu’nda gerçekleştirilen tanıtım toplantısına
Toplantıda, projenin Birleşmiş Milletler Engelli Hakları Sözleşmesi’ne dayanarak gerçekleştirildiği özellikle vurgulandı.
Toplantıda söz alan Laleper Aytek, farklı engellere sahip bireylerin toplum içinde onurlu ve eşit bir yaşam hakkına sahip olmaları konusunda toplumsal farkındalığı arttırmak hedefiyle yola çıktıklarını belirtti. Bu noktadan hareketle tasarlanmış olan fotoğraf projesine ev sahipliği yapacak olan Koç Üniversitesi’nde sergi ile birlikte atölye çalışmaları, seminerler ve film gösterimleri düzenlenerek toplumsal farkındalığa katkıda bulunmayı amaçladıklarını ifade etti.
Proje ile ilgili değerlendirmelerde bulunan İsveç Baş Konsolosluğu Kültür Ataşesi Suzi Erşahin ise “Erişilebilirlik dediğimiz kavram rampaların çok ötesinde bir olgudur ve engelli bireylerin eşit şartlarda toplumsal yaşama katılmasını sağlamak demokrasinin bir konusudur. Bu sergide, ‘herkes için onur’ ve ‘saygı’ kavramlarının altını özellikle çiziyoruz ve kültüre erişimin sadece belli bir kitle değil herkes için bir hak olduğunu vurguluyoruz.” dedi.
Erişiyorsam Varım Projesi Eş Koordinatörlerinden İdil Seza Ak da, projenin amacına ilişkin; “Engelli Kadın Derneği olarak çeşitli çalışmalarla Türkiye’deki engelli hakları hareketini genel kamuoyunda görünür kılmaya çalışıyoruz. “Erişiyorsam Varım Sergisi” de engelli bireylerin kendi hikâyelerini ve yaşam koşullarını görünür kılmak için çok önemli bir fırsat veriyor bize.
“Beyaz” kelimesi her daim önem taşımıştır yaşamımda. Bu nedenle deneyimli oyuncular Derya Alabora ile Deniz Çakır’ı aynı sahnede buluşturan “Beyaz” adlı oyunu özellikle izlemek istedim.
“Beyaz”, yıllar sonra bir araya gelen ve ölüm döşeğindeki annelerinin başında bekleyen iki kız kardeşin bir ömürlük hesaplaşmasını taşıyor sahneye. Fransız yazar Emmanuelle Mari’nin kaleme aldığı, Zeynep Utku’nun dilimize kazandırdığı “Beyaz”ın yönetmen koltuğunda Özen Yula oturuyor. Oyunun dekor tasarımı ve styling çalışması Tomris Kuzu, ışık tasarımı ise Yakup Çartık tarafından yapılmış; müzikleri Çiğdem Erken, fotoğrafları ise Muhsin Akgün imzasını taşıyor.
İki başarılı oyuncu, Derya Alabora ve Deniz Çakır’ı tiyatro sahnesinde buluşturan “Beyaz”, birbirlerine tamamen zıt iki kız kardeşin farklı yaşam hikâyelerine doğru yol aldırıyor izleyenleri.
Abla, yıllar önce hayallerinin peşinden koşmak üzere evden ayrılmış ve tiyatro oyuncusu olmuştur. Kız kardeş ise; evlenmiş, fakat mutlu olamamış, kocası ile mutsuz evliliğini çocuğu için sürdürmeye çalışan bir kadındır. Ancak anlarız ki, yıllar sonra annelerinin rahatsızlığı ile bir araya gelen ve geçmişin muhasebesini yapan bu iki kız kardeşin ikisi de mutlu olamamıştır.
İki kardeşin ertelenmiş duyguları yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlar. Sanki acıdan sessiz dinginliğe varan bir yolculuktur bu. İzleyicilerde, iki kardeş konuştukça aralarındaki sarsılmış bağı yeniden kurup kuramayacakları konusunda merak uyandıran görece uzun bir yolculuk…
Abla rolündeki Derya Alabora “Beyaz” bir yere gitmek istediğini söylüyor oyunda. “Beyaz” bir yerin nasıl bir yer olduğunu ise tanımlamıyor. Ama bana göre yapmış olduğu hataların hiçbirinin kendisi ile gelemeyeceği yeni bir hayata başlamak istiyor. Yani, mecazi olarak, hatalarını silmek ve bundan sonraki yaşamına “Beyaz” bir sayfa ile devam etmek istiyor.
Henüz 12 yaşındayken babaannem karlı bir kış gününde ölmüştü. Bu benim hayatımdaki ilk kayıptı. Belki de o yüzden çok etkilenmiştim onun ölümünden. Aradan birkaç yıl geçtikten ve İngilizceyi iyice öğrendikten sonra, bir sınavda bu konu ile ilgili bir kompozisyon yazmıştım. Başlığı “Beyaz” dı bu kompozisyonun. Beyaz’ın bana karı anımsattığını ancak babaannemin kaybının beyazın bende yarattığı büyüleyici etkiyi bozduğunu ve o günden sonra hiçbir rengi birbirinden ayırt etmediğimi anlatmaya çalışmıştım. Yani diğer bir deyişle “Artık hayatımda beyazın özel bir etkisi yok.” demek istemiştim.
Yaşamımın ilk kaybı olan babaannemin ölümü beni adeta büyütmüştü. Şimdi anlıyorum ki acılar çocukları büyütüyor. Ve ilk kaybın acısı hiç bitmiyor…
“Beyaz” kelimesi her daim önem taşımıştır yaşamımda. Bu nedenle deneyimli oyuncular Derya Alabora ile Deniz Çakır’ı aynı sahnede buluşturan “Beyaz” adlı oyunu özellikle izlemek istedim.
“Beyaz”, yıllar sonra bir araya gelen ve ölüm döşeğindeki annelerinin başında bekleyen iki kız kardeşin bir ömürlük hesaplaşmasını taşıyor sahneye. Fransız yazar Emmanuelle Mari’nin kaleme aldığı, Zeynep Utku’nun dilimize kazandırdığı “Beyaz”ın yönetmen koltuğunda Özen Yula oturuyor. Oyunun dekor tasarımı ve styling çalışması Tomris Kuzu, ışık tasarımı ise Yakup Çartık tarafından yapılmış; müzikleri Çiğdem Erken, fotoğrafları ise Muhsin Akgün imzasını taşıyor.
İki başarılı oyuncu, Derya Alabora ve Deniz Çakır’ı tiyatro sahnesinde buluşturan “Beyaz”, birbirlerine tamamen zıt iki kız kardeşin farklı yaşam hikâyelerine doğru yol aldırıyor izleyenleri.
Abla, yıllar önce hayallerinin peşinden koşmak üzere evden ayrılmış ve tiyatro oyuncusu olmuştur. Kız kardeş ise; evlenmiş, fakat mutlu olamamış, kocası ile mutsuz evliliğini çocuğu için sürdürmeye çalışan bir kadındır. Ancak anlarız ki, yıllar sonra annelerinin rahatsızlığı ile bir araya gelen ve geçmişin muhasebesini yapan bu iki kız kardeşin ikisi de mutlu olamamıştır.
İki kardeşin ertelenmiş duyguları yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlar. Sanki acıdan sessiz dinginliğe varan bir yolculuktur bu. İzleyicilerde, iki kardeş konuştukça aralarındaki sarsılmış bağı yeniden kurup kuramayacakları konusunda merak uyandıran görece uzun bir yolculuk…
Abla rolündeki Derya Alabora “Beyaz” bir yere gitmek istediğini söylüyor oyunda. “Beyaz” bir yerin nasıl bir yer olduğunu ise tanımlamıyor. Ama bana göre yapmış olduğu hataların hiçbirinin kendisi ile gelemeyeceği yeni bir hayata başlamak istiyor. Yani, mecazi olarak, hatalarını silmek ve bundan sonraki yaşamına “Beyaz” bir sayfa ile devam etmek istiyor.
Henüz 12 yaşındayken babaannem karlı bir kış gününde ölmüştü. Bu benim hayatımdaki ilk kayıptı. Belki de o yüzden çok etkilenmiştim onun ölümünden. Aradan birkaç yıl geçtikten ve İngilizceyi iyice öğrendikten sonra, bir sınavda bu konu ile ilgili bir kompozisyon yazmıştım. Başlığı “Beyaz” dı bu kompozisyonun. Beyaz’ın bana karı anımsattığını ancak babaannemin kaybının beyazın bende yarattığı büyüleyici etkiyi bozduğunu ve o günden sonra hiçbir rengi birbirinden ayırt etmediğimi anlatmaya çalışmıştım. Yani diğer bir deyişle “Artık hayatımda beyazın özel bir etkisi yok.” demek istemiştim.
Yaşamımın ilk kaybı olan babaannemin ölümü beni adeta büyütmüştü. Şimdi anlıyorum ki acılar çocukları büyütüyor. Ve ilk kaybın acısı hiç bitmiyor…
Leah ile köpeği Andre’nin hikayesine kas hastalıkları ile haberler içeren Muscular Dystrophy News web sitesinin bülteninde rastladım. Şimdilerde 20 yaşında bir genç kız olan Leah Leilani bu web sitesinde bir köşe yazarı. Mitokondrial miyopati teşhisi konduğunda 9 yaşında küçük bir çocukmuş. Ailesinin Andre’yi eve getirdiği günü hayatının en güzel günlerinden biri olarak anlatıyor Leah:
“Onu gördüğüm an eridim, şirinliği karşısında kendimden geçtim. Sevimli mi sevimli bu tüy yumağının benim olduğuna bir türlü inanamıyordum.”
Andre küçük ırk köpeklerden, anayurdu Küba olan Havanese cinsi bir köpek. Hem küçük olması hem de tüy dökmediği için alerjiye neden olmaması açısından Leah için çok uygun bir arkadaş olmuş. Leah, Andre’nin yaşantısına neşe kattığını anlatıyor. Birlikte geçirdikleri yıllar aralarındaki sevgiyi de derinleştirmiş:
“Oniki yıl göz açıp kapayana kadar geçti, ama Andre benim gözümde hâlâ yavru. Eskisi kadar pofuduk olmayabilir, yaşlı bir adamı andırır hale gelmiş olabilir, ama o yine de benim bebeğim.”
Havanese cinsi köpeklerin ortalama yaşam süresi 13-15 yıl. Andre giderek yaşlanıyor. Leah bunu aklından geçirmemeye çalışsa da, ileride bir rehber köpek edinmeyi düşünüyor. Engellilerin çeşitli ihtiyaçlarını karşılamak üzere eğitilen bir köpeğin aileye katılmasıyla annesinin yüküne biraz destek olabileceği inancında. “Bir köpek bir engelliye nasıl yardım eder ki?” diyenleriniz olabilir. Ama inanın ki öğretildiği takdirde çamaşır toplamaktan yere düşenleri kaldırmaya, kapıyı açmaktan gözlüğünüzü vermeye kadar çeşitli işler yapabilir. Dostluğu da cabası…
Engellilere destek olmak üzere eğitilmiş köpekleri daha çok görme engellilerin yanında görmek mümkün. Aslında bu da ülkemizde yeni gelişmeye başlayan bir uygulama. 2014 yılında kurulan Rehber Köpekler Derneği görme engellilere eşlik edecek rehber köpekleri eğitiyor. Uzun soluklu bir eğitim sürecinden geçen rehber köpek adayları eğitimleri tamamladığında görme engelli insanlarıyla birlikte yaşamaya başlıyorlar.