Paylaş
Enkaz altında üç gün kalmış biriyle ilk kez tanışıyorum. Böyle bir kitabı da ilk kez okuyorum. Felaketin bir gün öncesinden başlayalım. 16 Ağustos nasıl bir gündü?
- Tuhaf bir gündü! Çılgınca yürümek istediğim bir gün. İçimde tarifsiz bir özlem vardı. Gölcük’te yaşayan herkesin tek tek yüzüne bakayım, bütün caddelerini, sokaklarını dolaşayım... Değirmendere-Gölcük arası beş kilometre. Serseri gibi yürüdüm. Tepelerde gezerken, denizin kenarını özlüyordum. Aşağı inince yukarısını... Hatta sonra kız arkadaşımla buluştuk, birlikte yürüdük. Onu bırakırken, “Hayat bazen insanı alır, bir tepeye çıkartır. Sonra da yerin dibine batırır! Ama her şeye rağmen hayat müthiş!” gibi laflar ettim. O da bana, “Gene manyak manyak konuşmaya başladın!” dedi. Güldük. Gece 01.00 gibi onu bıraktım, eve geldim. Hava çok sıcaktı, yatağa uzandım.
İLK GÖRDÜĞÜM, KÖRFEZDEN YÜKSELEN KIZIL IŞIKTI
Saat 3’ü 2 geçe tanık olduğun nasıl bir felaketti?
- Korkunç! Hani tanklar, dozerler yürüdüğü zaman bir uğultu çıkartır, öyle bir uğultu yükseldi ama yerin dibinden. Taşlar, kolonlar sallanmaya başladı. Her şey konuşuyor gibiydi. Dehşet vericiydi. Binlerce davulun aynı anda gürültü yapması gibi. Birileri sanki girmiş, binanın temelini kazıyordu ama kazarken de bina havaya zıplıyordu. Odanın ortasında ayakta dikildim. İlk gördüğüm şey, İzmit Körfezi’nin olduğu yerden gökyüzüne doğru çıkan kızıl bir ışık huzmesiydi. Sonra bizim evin önündeki sokağı gördüm. Normalde eğilip bakmam lazım. Sokak göz hizamdaydı sanki.
Peki nasıl ayakta durabildin? Duramadım. Bataklığa basmak gibi. Sürekli altımdaki yer kayıyordu. O arada duvardaki çatlakları görmeye başladım. Her yerden toz geliyordu.
KİRİŞ ALTINA SAKLANMAK JAPONYA İÇİN GEÇERLİ
Ne hissettin peki? “Annem nerede, anneannem nerede” dedin mi?
- Yok. Bilinç kapanıyor. “Kim nerede?” filan yok. Sadece sen varsın. Her şey çok hızlı oluyor. Dipsiz bir kuyuya düşmek gibi. O şokta sana öğretilmiş şeyleri yapıyorsun.
Nedir o?
- “Deprem olduğunda kirişin altına saklan!” Bize hep bunu öğrettiler. Meğer o sağlam binalar için geçerliymiş. Yani Japonya’da yaşıyorsan doğru bilgi! Bizde işe yaramıyor. Hatta daha da fena oluyor.
O 45 saniye nasıl geçti?
- Büyük bir kısmını enkaz altında tamamladım. 15 saniye sonra karanlıktaydım. Zifiri karanlık. Birdenbire çok büyük bir sis tabakası çöktü karanlıkla beraber.
Kavrayabildin mi ne olduğunu, nerede olduğunu?
- Yok, hayır. Film kopuyor. Karanlık bir yerdeyim. Toz var ama çıt yok, ölüm sessizliği dedikleri bu herhalde. Birkaç saniye önce her taraf konuşuyordu ve birdenbire bitti. O arada algılamaya başladım olan biteni.
KUZENİM BİR BUÇUK GÜN DAYANABİLDİ
Kaçıncı kattı orası?
- Güven Apartmanı’nın dördüncü katı. Toplam beş katlı bir bina. Bizim bina komple kapandı. Böyle bir deprem deyimi var. Tabii felaket bir his. Kafamın dibinde bir kolon var. Biraz daha yaklaşsa boynumu kesermiş, şans eseri dibimde duruyor. Bir koltuğa yaslanmış haldeyim, hiç tanımadığım bir koltuk. Üst kat komşunun mu, karşı dairenin mi, bilmiyorum.
Sen ne durumdasın?
- Sırtüstü yatar pozisyondayım, kıpırdayamıyorum. Kuzenim de üzerime düşmüş. Sağ omzu, göğüskafesime basıyor. Sol eli bir kolonun altında kalmış. Benim de iki bacağım başka bir kolonun altında.
Kâbus bu anlattığın. Peki insanlar ne zaman sizi fark ettiler?
- Bir gün sonra. Dışarıdan sesler gelmeye başladı. Ama onların da işi çok zor. Tırnaklarıyla kazıya kazıya, 7-8 metre yanımıza kadar gelebildiler. Ama tabii olduğumuz yerden bizi çekip dışarı alamıyorlardı.
Barış ne kadar dayanabildi?
- Bir buçuk gün kadar yaşadı.
Bu da korkunç bir travma. Kuzenin üzerinde ölüyor...
- Evet. Barış’a sürekli “Bağırma, enerjini harcama!” diyordum. Ertesi gün aralardan, deliklerden sürüne sürüne geldiler, su verdiler, Barış’ın yüzünü gözünü suyla yıkadım. Ama benim kafamın üstü bir şeyle kapalıydı. Sadece ellerim açıktaydı. Bu söylediğim şeyleri açıktaki ellerimle yapabiliyordum.
Böyle bir durumun üstesinden nasıl geldin? Yaşamak, hayatta kalmak senin kaderin miydi yoksa güçlü olduğun için mi kurtulabildin?
- Kadere inanmıyorum. Yaşamın bir dengesi var, ben bu dengeye inanıyorum. Yeter ki içinde bulunduğumuz koşulları bilelim ve ona uygun davranmaya çalışalım. Bazen durumu kabul etmekten başka çaren olmuyor. Bizimki öyle bir haldi.
Ufuk Koçak’ın İnkılâp Yayınevi’nden çıkan kitabı ‘Sınırsız’, kısa sürede üç baskı yaptı.
KORKU TUTSAK EDİYOR, UMUT KÖLELEŞTİRİYOR
Peki paniğe kapılmamayı nasıl başardın? Nasıl baş ettin her şeyle, oradan nasıl çıktın?
- Enkazın altında kalınca kafam farklı çalıştı da böyle davrandım değil. Benim yaşam felsefem böyleydi zaten. Yaşama karşı, yaşamın dengesine karşı hep büyük bir saygım oldu. Doğumun da, ölümün de çok doğal olduğunu biliyordum. Hep mücadeleci oldum, “Bacaklarımı mı alıyorsunuz? Bana iki protez mi veriyorsunuz? Peki, madem öyle, pes etmem, onlarla da bir hayat kurarım kendime.” Oradan kurtulmamın yolunun, gücümü toplamaktan geçtiğini biliyordum. “Korkma. Sakin ol, bağırma! Geçecek, geçecek” diyordum kendime. Çünkü bağırdıkça, enerji kaybedecektim. Aslında bizi kaygılarımız, korkularımız yönetiyor çoğunlukla. Korkuyu bertaraf edebildiğimiz ölçüde sorunlar azalıyor.
Kitapta korku ve umuda da değiniyorsun...
- Evet. İkisinden de uzak durdum hayatım boyunca. Korku insanı tutsak ediyor. Umut da köleleştiriyor. Korkunun yerine cesareti, umudun yerine de sebat etmeyi, inat etmeyi koydum ben her zaman.
İnsanın içine bir tevekkül mü geliyor?
- Doğru, geliyor. Ama o insanın içinde hep var zaten. Sadece devreye sokmak gerekiyor. Çünkü zaten duruma müdahale etmek gibi bir şansımız yok. Teslim olmak gerekiyor bazen.
Kuzenini kaybedince ne oldu?
- 5-6 saat sonra doktorlar geldi. Vefat ettiğine emin olduktan sonra çekip üzerimden aldılar.
Sen öldüğünü nasıl anladın?
- Bazı şeyler söyledi bana. Mesaj bıraktı sevdiği kadına, annesine... İletmemi istedi. Hissetti yani öleceğini. Ondan sonra “Huh” diye nefes çıktı içinden ve ebediyete intikal etti.
‘BACAĞIMI KESİN, BENİ ÇIKARIN’ DEDİM
O enkazın altında “Allahım ben ne haldeyim. N’olur yardım et!” demiyor musun?
- Diyorum ama sakinim. İsyan etmiyorum. Hayat bu. Orada olmayabilirdim. Oldum. Ölebilirdim. Ölmedim. Yana düşebilirdim. Düşmedim. “Neden ben? Neden benim başıma geldi bunlar?” diye sormanın manası yok. Çünkü bazı şeylerin cevabı yok. Ben de sormadım.
Peki ağrı?
- Ayaklarımı zaten hissetmemeye başlamıştım. Kurtarma görevlileri geldi, bacağımdaki kan dolaşımını biraz daha aktif hale getirebilmek için iğne yaptılar. Ben daha o zaman, “Bacağımı kesin, beni buradan çıkarın!” dedim.
Nasıl diyebildin?
- E çünkü bacağım yaşamımdan daha değerli değil! O zaman da bunu biliyordum. “Bacaklarım kesilirse yaşayamam!” saçmalığına hiç kapılmadım. Yaşam her türlü güzel, bir hediye. Bunun bilincinde olmak ve her anını dibine kadar yaşamak lazım. Yaşamın hakkını vermek lazım. Yoksa yazık. Bu neye benziyor biliyor musun? Çatlak bardaktaki suya... Hayat o çatlak bardaktaki su. Sen onu içsen de bitecek, içmesen de! Niye boşa gitmesine izin vereyim?
Üç gün nasıl geçer ya? Üç gün... İnsan “Öleceğim ben burada!” diye ümidi kesmez mi?
- Ben umut etmedim, anda kaldım, sebat ettim, pes etmedim, panik olmadım, yani olmamaya çalıştım.
Peki nasıl kurtuldun?
- Öyle bir an geldi ki, hava biter gibi oldu. Nefes alıp verememeye başladım. Dedim ki, “Buraya kadarmış!” O ana kadar her türlü direnci, sükûneti, sakinliği göstermiştim. “Artık ölüyorum” derken birden artçı deprem oldu. Tekrar sallanmaya başladık. Ve o artçı sayesinde tepemin üstünde bir yerlerde bir delik açıldı. Ve oradan içeri ışık ve hava girdi. O sayede nefes aldım, hayatta kaldım!
HAMİŞ: Ufuk, İstanbul Emaar Akvaryum’da, 17 Temmuz’da vatoz ve köpekbalıkları arasında dalış yapıp ‘Sınırsız’ kitabını su altında imzalayacak. Haberiniz olsun! Röportajın devamını salı günü okuyabilirsiniz: “Hayat, onu yaşamayı bilen cesur insanların...”
Paylaş