Başlıktaki cümleyi yazdım diye Amerika’yı yeniden keşfetmiş falan gibi hissetmiyorum kendimi.
Zaten en klasiğinden bulup yazdığım bu cümle, hiçbirimizin bilmediği bir şey değil. Aksine çoğumuzun bildiği, hatta ‘test’ ettiği ve çoğu zaman diline pelesenk ettiği bir ‘hayat klişesi’ aslında: ‘Hayat bazen ne kadar acımasız.’
Çocukluk çağlarımda bu klişe cümleyi sıklıkla, en yakınımdaki kadınlardan duydum. Neredeyse hepsinin hayatın ‘acımasızlığına’ ve ‘sertliğine’ karşı itirazları vardı. Onlara göre çoğu, ‘hak etmedikleri bir hayatı yaşıyorlar’ ve ‘yaşadıklarından çok daha iyisini’ hak ediyorlardı aslında. Tabii kendilerine göre. O zamanlar çocuk aklımla ‘büyükler sadece şikayet etmek için mi gelmişler dünyaya acaba’ diye düşünürdüm.
Çocukluktan ergenliğe geçtiğim 80’li yıllarda bu klişe sözcüğü çok daha fazla insandan duymaya başladım. Hem de cinsiyet farkı gözetmeksizin. Kadınlardan, erkeklerden, delikanlılardan, genç kızlardan... Sanırım 80’li yıllar ‘hayatın ne kadar acımasız olduğunu’ herkese bir kez daha, hem de çok acımasızca hissettirmişti.
Ben o yıllarda daha toydum. ‘Hayat’, ‘yaşam’ gibi kelimelerin içi çok ama çok boştu benim için. Dünyaya gelmiştim, gençtim, yaşıyordum ve eğleniyordum. ‘Hayat bazen çok acımasız’ diyenler, gereksiz entelektüel kaygılar taşıyanlar, yaşamaktan anladıkları sadece acı çekmek olanlardı. Hem hayatı değiştirmek için ne yapıyorlardı ki? Öyle eli kolu bağlı oturup dertlenmekle neyi düzelteceklerdi? Tam da böyle düşünüyordum.
Aynı yıllarda neredeyse hayattan ‘şikayetlendiğini’ hiç ama hiç duymadığım babam da aynı klişeyi söylemeye başladı: ‘Hayat bazen çok acımasız.’ Babam da aynı kervana katıldı dedim! Kulak asmadım bile! O zamanlar hayatı ne kadar ‘ciddiye’ alıyordum ki, hayatı çok ama çok ciddiye alan babamın bu söylediklerini ciddiye alayım!
Aynı yıllar, babamın hastalık belirtilerinin ilk başladığı yıllardı. Üstelik babam klasik bir Türk erkeği olarak doktorlara hiç güvenmezdi. Sanırım o da bazıları gibi tıbbı ciddiye almıyordu! Bizim zorlamalarımızla doktorlara gitti. Aylarca ‘teşhis’ konulamadı. Hastalığın ilk belirtilerinin ortaya çıkmasından neredeyse beş yıl sonra bir doktor kilit cümleyi söyledi: ‘Hem Parkinson, hem Alzheimer!’
Babam inanmadı. ‘Hayır, yanlış teşhis. Neyi biliyorlar ki bunu bilsinler. Ben iyiyim’ dedi ısrarla. Ama o klişe cümle hep ağzındaydı: ‘Hayat bazen çok acımasız’. İki hastalığı da giderek ilerlerken, bir pazar günü büyüdüğüm evde onu ziyarete gittiğimde, akşam alacasına bakıp aynı cümleyi söyledi bana: ‘Oğlum, hayat çok acımasız. Güçlü dur!’
Son üç aydır babamı her gördüğümde artık benim de dilimden aynı klişe cümle dökülüyor: ‘Hayat çok acımasız.’
Ben babamı ‘hayata karşı bu kadar savunmasız, bu kadar aciz bir durumda’ görmek istemiyorum!
Ben babamı hálá radyodan Kürdili Hicazkar faslını ya da ‘öğlen ajansını’ dinlerken, Anadol marka arabasının üzerine brandasını örterken, yeni çıkan her elektronik eşyayı eve alıp getirirken, ay başlarında ödeyeceği taksitleri kenara köşeye ayırırken, ‘o kadar paramız yok’ derken, Kemal Sunal filmlerine katıla katıla gülerken görmek istiyorum.
Ben babamın ‘Ben artık yaşamak istemiyorum’ dediğini duymak istemiyorum.
Ben babamı hálá ateşli parti kavgaları yaparken, sanki oy sandıkları kaçacakmış gibi hepimizi sabah erkenden yataktan kaldırıp oy kullanmaya götürürken, gazetesini okurken, dünya ve Türkiye meseleleri hakkında herhangi bir fikrini söylerken ve tartışırken görmek istiyorum.
Ama biliyorum artık mümkün değil. Bu görmek istediklerim artık olmayacak!
Ben babamı artık kendi kendine yürüyemezken, kendi başına hiçbir işini halledemezken, artık çoğu kişinin ismini, kim olduğunu unuturken ve her gün yatağa daha çok bağlanırken görüyorum oysa!