20 Aralık 2004
Cuma sabahı yataktan fırlar fırlamaz ‘Ne olmuş AB ile müzakere görüşmelerinin sonucu’ diye merakla televizyonu açtım. İşte televizyonu açtığım o andan itibaren, sanki çok çekişmeli geçen bir maç seyrediyormuşum duygusuyla, elimde kumanda aleti bütün bir gün esiri oldum o ‘müzakerelerin.’
Bütün haber kanalları, gazeteler, ‘en ağır topları’ ile Brüksel’e kamp kurmuşlar. Hepsi ‘içeriden sızan bilgileri’ dakika dakika en hızlı biçimde seyirciye ulaştırmanın telaşında. Biz televizyonun karşısında maçın sonucunu bekleyenler de, elimizde kumanda, bütün haber kanallarını gezerken, bir yandan da internette haber portalları arasında mekik dokuduk. Artık NTV’nin soyadının Sonumut olması sebebiyle mi yolladığını bilemediğim muhabiri, Güldener Sonumut’un Brüksel’den bildirmelerinde sıkıldı en çok canım. Ne dediğini ve ne anlatmaya çalıştığını anlamakta çoğu zaman zorluk çektim. Hele yine NTV muhabiri Murat Akgün ile Sonumut’un karşı karşıya geldiği anlarsa, benim için iyice anlaşılmaz oldu.
Zaten AB süreciyle birlikte hayatıma yeni girmiş olan bir sürü ‘kelimeyi’ anlamakta zorluk çekerken, bir de muhabirlerin bir türlü anlatamama, anlatırken ‘bir yanlışlık yapmayayım şimdi’ çabasıyla kelimeleri özenle seçmeye çalışırken, sürekli ‘yanlış kelimeler’ seçip kafamı iyice karıştırması sonucunda, bütün bildiklerimi de unuttum.
Hangi televizyon kanalına ‘orada yeni bir haber var mıdır acaba’ umuduyla geçsem, ekranın altında ya da sol köşesinde mutlaka bir SON DAKİKA ibaresiyle karşı karşıya kaldım. Herkes bir farklılık ve ‘son dakika’ peşinde anlayacağınız!! Ekranın karşısında, ekranı takip edebilmek mümkün değil. Üç dakikalık zaping sırasında gördüğüm değişik altyazılar ve spotlar beynimi döndürmeye, bütün o ana kadar zar zor öğrendiklerimi ve bildiklerimi karıştırmaya, yetiyor da artıyordu!!!
* * *
Bir ara bizim ‘yönetim katının’ garsonunun bana sorduğu soru ise açıkçası afallamama, apışıp kalmama, kendimden utanmama, bu konu üzerinde artık daha çok ‘çalışmalıyım’ dememe sebep oldu. Garson masama çay bırakırken, yüzüme bakıp aynen şöyle dedi: ‘Deragasyonlar ne oldu Armağan Bey?’
Ben tam evvelki geceden beri hayatıma giren bu ‘deragasyon’ kelimesinin anlamını çözmeye çalışırken, bu kadar kazık bir sorunun da bana sorulup, rezil olmamın sağlanması ayrıca haksızlıktı yani!!!
Brüksel’de olmadığımız zamanlarda da çeşitli haber kanallarının merkez stüdyolarından canlı canlı yayınlanan, ‘Avrupa Birliği’ne doğru’, ‘Avrupa’ya adım adım,’ ‘Avrupa Birliği’ni bize sorun’ gibi isimleri olan programlardaki ‘yorumcuları’ yeni bir haber alır mıyız umuduyla dinlemek zorunda kaldık!!
Hatta gecede birkaç yerde çıkan, elinde makyaj çantasıyla o gazinodan bu gazinoya giden uvertür şarkıcılar gibi, haber kanalı haber kanalı gezen ’yorumcular‘ vardı dün televizyonlarda....
Bu yorumcular saatlerce stüdyonun içinde oturmaktan o kadar sıkıldılar, o kadar sıkıldılar ki, bir ara ‘imdaaaat kurtarın beni buradan’ diye bağıracaklar sandım! Bu yorumcular da ‘tarih alacak mıyız, alamayacak mıyız’ gerginliği ile sıkıntı birleşince bir ara kelimeleri ve isimleri birbirlerine karıştırdılar artık!
NTV’deki programda, Zeynep Göğüş’ün Erdoğan’dan söz ederken Erbakan demesi ve bunun hiç kimse tarafından fark edilmeyip, Göğüş’ün konuşmasına sürekli böyle devam etmesi, ya ‘serbest çağrışımla’ açıklanabilir ya da herkesin çok yorgun olmasıyla sanırım!!
Ama dün bütün bu yorumcuların içinde benim en çok sevdiğim, CNN TÜRK için Brüksel’den bildiren, ‘Emekli büyükelçi Yalım Eralp’ oldu vallahi. Hele o papyonu ve sürekli üşüdüğünü belli eden yüz ifadesi.....!!!
* * *
Artık anlaşmanın sağlandığını bildiren Son Dakika yazılarından sonra, bu kez de Recep Tayyip Erdoğan’ın basın toplantısını beklemeye başladım ekran karşısında. Ha başladı, ha başlayacak, ha otele geldi, ha gelecek derken, saat 15.45’te başlaması ‘beklenen’ basın toplantısı saat 18.45 civarında başladı. Alkışlarla salona giren Türk ‘delegasyonu’ (Eh ne de olsa seyrede seyrede, duya duya çözdüm dış politika dilini!!!!) sonunda basın toplantısına başladı. Erdoğan, Abdullah Gül’ün sufleleri eşliğinde öyle bir konuşmaya başladı ki, basın toplantısında bir ara ‘Müzakere tarihini aldık, ama biz vazgeçtik’ diyecek sandım, yüreğim ağzıma geldi...
Anlayacağınız bütün bir gün ekran karşısında ‘uma uma döndük sarı muma.’ Varsın günümüz mum olsun erisin, sonuç Türkiye için en iyisi olmuştu ya değerdi! Artık iç huzuru ile eve gitme vaktiydi.
Bütün gün yapılan canlı yayınlardan Brüksel’in çok soğuk ve yağmurlu olduğunu gören bendeniz, şemsiyemi alıp dışarı çıktım. İstanbul’da ılık bir hava vardı, yağmur yoktu!!! Ben kendimi ‘niye’ Brüksel’de sanmıştım ki?
Yazının Devamını Oku 17 Aralık 2004
ç buçuk aydır neredeyse bütün Türkiye’yi ekran manyağı yapan reality show’ların en ‘janjanlısı’ nihayet bu gece bitiyor. Ama benim için pazartesi akşamı bitti! ‘Bu geceki sonucu merak etmiyor musun?’ diye soracak olursanız eğer, cevabım koskocaman bir ‘HAYIR’ olur. Evet tam üç buçuk aydır, gece gündüz demeden, ekran karşısından ayrılmadan, gözlerime neredeyse kan oturana kadar, Show TV senin, Digitürk benim, sabahın köründe Aydın’ın programı, öğleden sonra özel bölüm, pazartesi gecesi özel yayın, cumartesi gecesi final demeden, hayatımı bu akışa göre ayarladığım ‘hastalıklı’ programın sonucunu, hiç ama hiç merak etmiyorum!
Ben anlayacağımı ya da anlayamadıklarımı geçtiğimiz pazartesi gecesi yayınlanan, özel bölümle anlamış bulunuyorum.
Gerisi koskocaman bir ‘foossss’tur, ‘yalan’dır... ‘Bu da bana ders olsun’dur!
***
Pazartesi gecesi kaynanalar, evdeki gelin adaylarına ‘gelinim olur musun’ demek için, aileleriyle beraber, o içimi kaldıran ‘kitchlik’te, eski BBG’lerden kalma koltuklarla, bir mobilya showroom’u havasında dekore edilen (hele Ebru Akel’in arkasındaki mor orkide, gelin adaylarının arkasındaki büfe rolü yapan evrak dolabı da, gelinebilecek son noktaydı bu hususta!), haftalardır yüreğimiz ağzımızda seyrettiğimiz karar odasına girdiklerinde anladım ki, bütün beklentilerimiz boştur, beyhudedir, hava ve de civadır!
Geçen haftanın birincisi, Ahmet’in annesi, hayatı bir kalbur samana satmaya hazır Süheyla Hanım, kocasıyla karar odasında buluştuğunda, Şale’yi almaya kararlı gözüküyordu. Onlar zaten oraya yarışmacı olmaya değil, bedavadan düğün yapmaya gelmişlerdi. Yağ, şeker, irmik vardı da helva neden olmasındı! Ama Ahmet’in babası, ‘Şale’ye mi kaldık?’ edasıyla,‘Oğlumuzu ne doktorlar, ne mühendisler istiyor. Telefon üstüne telefon yağıyor. İzmir’in ve Türkiye’nin evlen(e)memiş nadide kızları Ahmet, Ahmet, Ahmet diye tempo tutuyor’ deyince, Ahmet’e de Süheyla Hanım’a da kal geldi. Zaten bu duruma karşı Şale’nin annesi de gereken önlemi almış ve ‘Daha Ahmet’in soyadını bile bilmiyoruz’ demişti. Ne de olsa reddedilmek zor şeydi!
***
Oğlunun Dilek’e olan ilgisini kıskanarak, ‘Ben de ilgi isterim’ çığlıklarıyla sonradan deliren, ama kısa zamanda durumu toparlayan Meral Hanım karar odasında, akrabalarına uzaktan öpücükler yollayarak, artık bir ‘star’ olduğunun bilincine varmış gözüküyordu. Estetikten yüzündeki hiçbir kası oynamayan, bu sebeple de hiçbir mimiğini görüp, ne hissettiğini anlayamadığımız sosyete kadınları gibi ‘mimiksiz’ ve ‘hissiz’ bir ifadeyle karar odasında oturuyor, kocasının her sorduğu soruyu da anlamakta zorluk çekip, cevap veremiyordu! Zaten Dilek’in ‘Hükümet gibi kadın’ olan annesinin de, Meral Hanım ile ilgili iyi düşünceleri yoktu. Bu husustaki fikirlerini de, Aydın’ın programında beyan etmişti nitekim!
***
Kendi kararsızlıkları, gel gitleri, laf salataları, fikir beyan etmeyen fikir beyanları, ayağına giydiği taytları, sadece canlı yayınlarda taranan saçlarıyla bizi üç buçuk aydır ekrana bağlayan Semra Hanım ise altınların ve paranın sıcak yüzünü artık yakınında hissetmeyince, beni gerçekten hayal kırıklığına uğratan isim oldu!
Eeeee Semra Teyze, madem ‘oğlum istiyor’ diye ikna olacaktın, niye Çin işkencesi yaptın hem bize, hem kendine? Niye Sinem’e demediğini bırakmadın?
‘Ben sözümden dönmem, sözümün eri kadınımdır’ tavırlarıyla kekledin mi sen şimdi bizi? Ne oldu o ‘Ancak benim cesedimi çiğner de alırsın. 32 dişini ağzına dökerim senin. Vallahi öldürürüm Ata seni’ tehditlerindeki şiddet ve celal?
Ne oldu, ‘Miden geniş mi senin’ halleriyle yaptığın ucuz namus numaraları? Bunların hepsi oyun muydu? Gerçek olan Semra Teyze hangisiydi? Üç buçuk aydır ekranlarda olan mı? Pazartesi geceki mi? Ama Semra Teyze, eğer sana bu yılki Afife Jale Tiyatro Ödülleri’nde ‘en iyi kadın oyuncu’ ödülünü vermezlerse de ‘yuh’ olsun o jüriye! Senden iyisini mi bulacaklar?
Üç buçuk ay seyret, ne kaldı geriye? Bir sürü yeni Tülin ile Caner.
Yazının Devamını Oku 15 Aralık 2004
Arabamı bıraktığım bir otoparkta bulunan yazıya çok içerledim: ‘Arabanızdan çalınan eşyalardan ve arabanızın gördüğü hasardan dolayı sorumluluk kabul etmiyoruz. İlginize teşekkürler.’
Hadi arabadan çalınan eşyaları geçtim, eğer arabamın senin otoparkında gördüğü hasardan, mesela başka bir arabanın gelip, arabama çarpmasından dolayı sorumluluk almayacaksan, ben neden arabamı getirip senin otoparkına koydum ki? Üstelik dünya kadar bir para vererek!
Türk insanı olarak en büyük sorunlarımızdan birisinin çoğu zaman ‘sorumluluklarımızı ve yetkilerimizi bilmememiz, sorumluluğu üstlenmeyi bir türlü kabul edemeyişimiz’ olduğunu düşünüyorum.
Neredeyse herkes, üzerine en ufak bir sorumluluk alacak da, bundan dolayı canı yanacak diye ‘ilanen tebligatlarla’, ‘kıvırmalarla’ bunlardan kaçmaya çalışıyor.
***
Cumartesi akşamı saat 19.40 sularında, Bağdat Caddesi’nden evime doğru trafikte gitmeye çalışırken, kimin ne akla hizmet olarak Kadıköy trafiğinin tam orta yerine kondurduğuna bir türlü anlam veremediğim Natilius Alışveriş Merkezi’nin önünde trafik iyice kilit oldu.
Dakikalar geçti, yarım metre dahi ilerleyemiyoruz. Bütün sürücülerin elinden gelen tek şey kornalarını ‘höyküttürmek’ o kadar! Aklımca çok dahiyane bir buluş olarak, yaklaşık yarım saat bekledikten sonra, 154 Alo Trafik’i arayıp, durumu anlattım. Karşıdan buz gibi bir sesle şu cevap geldi:
‘Haberimiz var.’
‘E peki o zaman niye bir trafik polisi gelip burayı trafiğe açmıyor?’ diye sorduğumda da aldığım yanıt şu oldu:
‘Yorum yapmayın siz, arabanızı kullanın.’
Hönk! Nasıl yani? Seni o 154 numaralı hattın başına trafikle ilgili sorunları, gelen ihbarları değerlendir, bir çözüm üret diye koymadılar mı? Sorumluluk alanın bu değil mi?
***
Sonunda trafikten kurtulup, yol boyunca ‘bu ülkede kimse sorumluluklarının bilincinde değil’ diye söylene söylene eve ulaştım. İyi ki de ulaştım, yoksa zaten günlerden cumartesi, eğer eve geç kalıp ‘Gelinim Olur musun?’ yarışmasını kaçırsaydım, seyirci haklarını ihlalden açabileceğim herkese dava açacaktım! Televizyonun karşısına geçip Semra Hanım Teyze’mi seyretmeye başladım.
Tabii büyük hatip, kendinden başka evde olan biten her şeyin farkına varabilen, ama kendisinin farkına varamayan insan Semra Hanım, konuştukça benim sinir katsayım giderek artmaya başladı.
Baktım ki, çoğumuz gibi Semra Hanım Teyzem de ne sorumluluklarının, ne de bulunduğu durumun farkında çünkü. Yahu insanın birazcık kendiyle ilgili farkındalığı olmaz mı? Birazcık dönüp kendine bakmaz mı?
Eh, peki Semra Hanım Teyze o evde senden daha çok konuşan var mı? (YOK!) O evde ‘güzele’ ve ‘hanımlığa’ (!!) senden daha düşkün başka bir kayınvalide var mı? (O DA YOK!)
E bu Ata’yı kim yetiştirdi? O çocuğu bu kadar kararsız, bu kadar ne dediğini bilmez, ne anlattığının farkında olmayan hale kim getirdi? Allah’a şükür sen...
***
O 22 yaşındaki kararsız ve hayatı boyunca kararsız kalacak olan çocuğun, senin karşında herhangi bir fikrinin olması ve fikrini savunması beklenebilir mi? (HAYIR; HAYIR; HAYIR) Fikri olsa dinler, kabul eder misin? (YİNE HAYIR; HAYIR; HAYIR)
E o zaman Semra Hanım Teyze sen neye, kime, neden kızıyorsun? Bir kez olsun sorumluluğu üzerine alıp kendine kızmayı neden denemiyorsun? Zaten ipliğin pazara çıkmış.
E alsana sorumluluğu üzerine Semra Hanım Teyze, bir kez olsun dönüp baksana kendine?
NOT: Bu yazı, pazartesi gecesi oğlunun mutluluğu için onaylamadığı gelin adayı Sinem’e, ‘kader’ diyerek, ‘kerhen’ boyun eğen Semra Hanım Teyze’nin, sorumluluğu üzerine alamayışını ve kararsızlığını bir kere daha gözümüze sokmadan önce yazılmıştır.
Yazının Devamını Oku 13 Aralık 2004
Malumunuz aralık ayı geldiğinde bütün aylık magazin dergileri ‘yeni yıl konsepti’ ile çıkıyorlar. Hepsinde bir 2004 yılı özel eki, ‘2004’e iz bırakanlar’ sayfaları, yeni yıl hediyesi önerileri, yeni yılı evde karşılayacaklar için örnek akşam yemeği mönüleri... Tabii bir de 2005 yılı için ‘burcunuz neler diyor?’ sayfalarını unutmamak gerek.
Hadi, son yıllarda beraber yılbaşı geçirdiğiniz kişilere ufak tefek hediyeler alma modasına Türkler’in çoğu uydu diyelim, eşini dostunu hediyeler alıp sevindirmeye alıştı varsayalım. Ama yahu, yeni yıl hediyesi olarak, bir derginin ‘yılbaşı hediyelikleri’ ekinde bulunan, tanesi 850 milyon liralık yemek sandalyelerini kim alır çok merak ediyorum!
***
Yine bir dergideki ‘2004 yılının fark yaratan kadınları’ haberi benim ne kadar bu ülkenin gündeminden uzak, sıradan ve ülkede olan bitenden habersiz birisi olduğumun farkına varmamı sağladı!
2004 yılında Türkiye’de ‘fark yaratan’ dokuz kadından biri, heykeltıraş Nihan Sesalan(?), diğeri de yazar Latife Tekin(?)...
İster kültürsüz, ister kendini bilmez deyin, yani ne derseniz deyin ama ben 2004 yılında Nihan Sesalan adını hiç duymadım. Bu nedenle de yarattığı farkın farkında değilim. Hadi Latife Tekin’in yeni romanı ‘Unutma Bahçesi’ çıktı. Ehhhh, o da çıktı da edebiyat dünyasını yerinden mi oynattı? Farklı ne yaptı onu da anlamadım!
Bu dergilerin saydığım diğer bir mevzuları da, yeni yılı nerede ve nasıl karşılamamız gerektiğine dair bizlere yol göstermek. Ben hangisini seçeceğime karar veremedim, alternatifler çok çünkü:
Sahilde çadır partisi, evde maskeli balo, yeni yıl coşkusunu şehre kuşbakışı bakarak yaşamak isteyenler için helikopter kiralayarak yeni yıla helikopterde girme fikri ve ünlü DJ’leri eve davet etme fikri ki derginin yazdığına göre bu davet sizin günlerce konuşulmanızı sağlayacakmış!!
Evde yapacağınız yeni yıl karşılaması için yemek öncesi alacağınız aperatifler için de iki muhteşem öneri var: ‘Ursus smash’ ve ’ursus roter impact’ (!!!)
Bir de yeni yılı evde kutlayacaklar için muhteşem zengin mönüler var bu dergilerde... ‘Surimili kanape’, (surimi imitasyon yengeç bacağı demekmiş) ‘Badem salatası ve kızarmış ananaslı fırında but’, ‘Kızılcık karamalize soğan sosu’... Tatlı önerileri de şöyle: ‘Ananaslı parfe semifredo!’
Artık mönünüz de hazır!
Partilerde ne giyeceğiniz de düşünülmüş tabii ki, baylar frak ya da smokin, bayanlar en dekoltesinden ve de pırıltılı gece tuvaletleri....
Şimdi ben bu sene yeni yılı evde kardeşim, eşi, annem ve babamla beraber karşılayacağım.
Mütevazı bir ev partisi diye düşünüyordum ama, vazgeçtim. Bu yeni yıl kutlamasına gelmek için, bayanların tuvalet, erkeklerin frak giymesi mecburi bir kere, bu bir.
Mönüde, ‘Surimili kanape’, ‘Kızarmış ananaslı fırında but’ ve ‘Ananaslı parfe semifredo’ olacak, bu da iki. Şarttır bu mönü. Annem bu yemekleri pişirmeyi bilmiyorsa zaten baştan kaybetti. Çağırırım eve en moda DJ’lerden birini, önce ‘hip hop’, arkasından ‘underground’ bitti zaten iş. Hem bu yemekleri pişirmeyeni bilmeyene kadın mı denir canım!
Saat tam 00.00’ı gösterdiğinde, yeni yıla kiralayacağım helikopterle kuşbakışı İstanbul manzarası eşliğinde ‘Ursus smash’larımızı önce tokuşturup, sonra yudumlayarak gireceğiz... Ailecek!!!!
Eeeee dergiler oturmuşlar, fikir üretmişler, yazmışlar, siz hálá herhangi birini seçip uygulayamıyorsanız sizde bir arıza olmasın sakın?
Yazının Devamını Oku 10 Aralık 2004
Bir şeyin içindeyken fark edemediğiniz şeyleri, dışına çıkıp baktığınızda daha rahat fark ediyorsunuz. Yani öyle içinde yaşarken, ‘Bir dakika ben özeleştiri yapacağım’ filan halleri hikaye! Bugünkü yazımın konusu, bir televizyoncu olarak işim gereği ‘seyirlik’ programlar üretirken, kendimi birden iflah olmaz bir TV seyircisi olarak bulunca fark ettiklerimle ilgili. Yani başarabilirsem bir nevi özeleştiri!
***
Artık hayatımızın vazgeçilmez parçalarından birisi haline gelmiş reality şovların son modeli ‘Gelinim Olur musun?’ evini gözetlemeye, orada yaşanılanlar hakkında yazılar yazmaya, herhangi bir insanla, herhangi bir yerde karşılaştığımda bu konu hakkında konuşmaya doyamıyorum son günlerde.
Seyrettikçe seyredesim, baktıkça bakasım, uyuştukça daha çok uyuşasım geliyor.
Bu röntgenci ruhumu tatmin eden evde, duymadığım, görmediğim neler var diye seyretmeye başladığım, Aydın ile Özlem Yıldız’ın sunduğu (!) Sabah Yıldızları programı ile başlıyorum güne.
Allahtan işim televizyonculuk da, iş yerimdeki damda sabahın köründe eline mikrofonu geçirmiş, avaz avaz yorum yapan, ‘Türkiye Sinem’le gurur duyuyor’, ‘Semra Sinem el ele Avrupa Birliği’ne’ gibi sloganlar atan, bir televizyon stüdyosuna seyirci olarak gelmiş bayanların sesini, iş yerinde kimse yadırgamıyor.
***
Bu programın ilk yarısına evden çıkanlar, ikinci yarısına da şarkıcılar konuk oluyorlar.
Bu şarkıcıların çıkmasıyla beraber, stüdyoda bulunan seyirci bayanların, bütün stresi bitiyor. Bu gerilimin yerini, sabahın köründe bir oynamak, bir göbek atmak, bir ‘nasıl da eğleniyoruz’ halleri alıyor. İnsan şaşırıyor. Bu program sayesinde de Türk televizyonculuğunun en büyük sorunlarından bir tanesinin seyirci sorunu olduğunu da anlamış bulunuyorum.
Haftanın beş sabahından, en az üç sabahı ‘cıngır cıngır’ bağıran, arkasından da ‘fıkır fıkır’ oynayan kadınlar aynı çünkü.
Program sunucularının, her konuğa söyledikleri, ‘albümün muhteşem’, ‘sen zaten çok delikanlı/hanımefendi birisisin’ gibi cümleleri artık zaten dikkate almıyorum. Yahu beğenmediğin bir tane mi insan olmaz?
Sabah Yıldızları bittikten sonra geçiyorum Kanal D’deki bir başka reality programına, ‘Kadının Sesi.’ O da bitince, Show TV’deki ‘Sen Olsaydın’ isimli diğer bir reality şov başlıyor.
Bu programlar sayesinde de anladım ki, Türkiye hiç benim bildiğim gibi değil. Bu kadar mı çok sorunlu insan yaşar bir ülkede. Tecavüzden dayağa, geneleve satılmaya kadar her şey var. Konunun tarafları çıkıyorlar ekrana, başlıyorlar tartışmaya, bağrışmaya.
Bağlanan telefonlardaki itiraflar da cabası. Açık söylemeliyim ki, zaman zaman utanarak ekrana bakamadığım anlar oluyor. En anlayamadığım şey ise niye bu insanların sorunlarını bir canlı yayında çözmeye çalıştıkları.
***
Sonra akşam eve gidiyorum ve gider gitmez ilk işim ana haber bültenlerini izlemek için televizyonu açmak oluyor. İlk birkaç haberden sonra, ana haber bültenleri de gündüz seyretmelere doyamadığım reality şovlar haline döndüğü için, bütün ana haber bültenlerini elimde bir kumandayla zaplaya zaplaya seyrediyorum.
Ondan sonra ‘prime time’ vakti geliyor malumunuz. Bu zaman diliminde de en revaçta olan programlar diziler. Her gece seyredecek bir dizi var Allah’a şükürler olsun ki. Pazartesi ‘Haziran Gecesi’, salı önce ‘Melekler Adası’, arkasından ‘Aliye’, çarşamba ‘Avrupa Yakası’, cuma ‘Büyük Yalan’ derken içim iyice şişiyor. Hepsi ağlamaklı, hepsi acıklı, hepsi entrika, dalavere, desise dolu.
Bu kadar gerilim yetmezmiş gibi, perşembe ve cuma geceleri bütün bunlar bittikten sonra bir de ‘Ünlüler Çiftliği’ başlıyor. Kavganın, tartışmanın ağa babası yani!
Beş yıl gittim. Oh be ‘mezun oldum, bitti’ diye sevinç çığlıkları attım. Ama sanırım bu kadar televizyon esaretinden sonra, beni beş değil, on yıllık psikoterapi anca kesecek! Ya da bir klinikte grup terapi seanslarına katılacağım, diğer televizyon koliklerle birlikte.
Yazının Devamını Oku 8 Aralık 2004
Her seferinde ‘Artık seyretmeyeceğim,’ dememe rağmen yine ona yenilerek televizyonun karşısındaki yerimi alıyorum. Kabul etmem gerekir ki, artık bu iflah olmaz bir hastalık haline geldi. Sadece cumartesi geceleri değil, artık gündüz yayınlarını da gözümü dahi kırpmadan, kelime sektirmeden, etrafımda herhangi bir ‘çıt’ sesine dahi tahammül edemeden pür dikkat seyrediyorum. Semra Hanım’ın ‘dayanılmaz çekiciliği’ artık beni de iyice ele geçirmiş durumda. Cumartesi akşamı çocukluk arkadaşlarımla yemek yiyeceğim için aldı beni bir panik.
Uzun zamandır, Ata ve Semra Hanım olmadan geçecek bir cumartesi gecesini düşünemiyorum bile!!! Üstelik bu haftaki karşılaşma çok da önemliydi. Ata’nın ‘yanar döner’ hallerini seyredemeyeceğimi anladığım anda, arkadaşlarıma ‘gelirim’ dediğim için nasıl da kızdım kendime.
Ama şükür ki, teknoloji denen şey var da hemen imdada yetişti. Cumartesi geceki bölümü videoya kaydedip, pazar sabahı gözümün çapağıyla televizyonun karşısına kurulup muhteşem karşılaşmayı saat farkıyla seyrettim de, rahatladım!
Cumartesi gecesinin, Semra Hanım müptelası olan herkes için unutulmaz anları vardır mutlaka. Herkes bir ucundan tutup kendisi için en eğlenceli, en dayanılmaz, en sinirlendiği Semra Hanım vecizelerinden ve ‘Ata sözleri’nden bir tanesini mutlaka beğenmiş ve pazar günü diline dolamıştır eminim.
Benim favorim şu diyalog oldu: Semra Hanım: ‘Canımı veririm ama oğlumu vermem’, Ata: ‘Turşumu kur anne!’
* * *
Sizleri bilmem ama ben ‘Gelinim Olur musun?’ programı sayesinde çok şeyin farkına vardım. Lale Belkıs, Suzan Avcı, Üftade Kimi, Neriman Köksal ve hatta Aliye Rona gibi ‘gerçeküstü’ sandığım, ‘yok artık bu kadar da olmaz’ dediğim karakterlerin sadece Türk filmlerinde yaşamadığını ANLADIM.
Varmış yani bunlardan hayatta da! Hem de mebzul miktarda. Sanal sandığım bütün karakterlerin gerçek hayatta da karşılığı olduğunu anladım yani!
Hani ‘aile ilişkileri eskisi gibi değil’ demelerimizin aslında boş olduğunu, hatta bunu diyen herkesin kökten (!!) yanıldığını, her anneleriyle karşılaşmalarında vıcık vıcık sevgi sözcükleriyle, ıslak ıslak annelerini öpen damat adaylarından, bütün canlı canlı yayınlarda ve hatta elendikten sonra Aydın ile Özlem’in sunduğu ‘Sabah Yıldızları’ programında bile, yarışmadaki gibi el ele oturup, birbirlerinin gözlerinin içine bakan anne+oğul= ilişki(lerinden) ANLADIM!
Annelerin oğullarının, gelin adaylarının damat adayları üzerinden oynadıkları ‘iktidar’ mücadelesini bu programla ANLADIM.
‘Gelinim Olur musun?’ evinden tahliye olanların konuk olmalara doyamadığı, arka arkaya ‘bombalar patlattığı’, bu nedenle seyretmek zorunda kaldığım ‘Sabah Yıldızları’ programı ve öğleden sonra yayınlanan ‘özel’ bölüm sayesinde, ‘müfettiş ruhlu’ bir ulusun parçası olduğumu ANLADIM.
Açılan her telefon, evde yaşanan ‘gizli kalmış’ bir olayı aydınlatmak üzere ediliyor. (Bu arada Aydın’ın ‘ yapıcek misin?’ , ‘sorucez’, ‘birlikte olucez’, ‘gelmiyecak mısın?’ larına da bu sayede alıştım!!)
‘Seyredilmenin’ farkına varıldığında, herkesin nasıl birer ‘oyuncu’ haline gelebildiğini ANLADIM.
Bizim içinde olmadığımız ama seyirci olarak katıldığımız her yaşanan da ne kadar ‘yorumcu ruhlu’ bir millet olduğumuzu, ‘stadyum’ ‘Doksan Dakika’ gibi spor yorum programlarından ve ‘Ben olsaydım öyle mi vururdum o topa...!
Bir çakardım gol olurdu’ diyen futbolsever arkadaşlarımdan anlamama rağmen, bu programla aslında ‘yorumcu ruhumuz’u sadece futboldan çıkarıp, ‘ duygu’ konusunda da geliştirdiğimizi ANLADIM.
Hala ve ısrarla ‘namus’ kavramı üzerinden,’can acıtılmaya‘ çalışıldığını ANLADIM.
Az şey mi bütün bunlar?
Yazının Devamını Oku 3 Aralık 2004
İstanbul’un taşı toprağı altın diye İç Anadolu’dan, Güneydoğu’dan, Doğu Anadolu’dan İstanbul’a göçenlere, sanki İstanbul kendi malımızmış gibi, İstanbul’da yaşamayı bizden başka hiç kimse hak etmiyormuş gibi kızdık söylendik. İstanbul’a göçü önlemek için çeşitli sistemler geliştirdik. Hatta İstanbul’a göç edip gelenlerden para almaya bile kalktık. Çünkü İstanbul bizimdi. Önceden gelip, ‘birinç’ diye bağıranların, ‘yer kapanların’ dışında İstanbulumuz’u paylaşmaya yanaşmadık.
Beyoğlu’nda sokak çocuklarıyla karşılaştığımızda, İstanbul’un en kıyısında köşesinde gecekondu mahallelerinin önünden geçtiğimizde, her yağmurda eşyalarla beraber umutlarını da önüne katarak götürdüğü sel mağduru aileleri ana haber bültenlerinde seyrettiğimizde, hep aynı şeyi söylemedik mi? ‘Oturun memleketinizde kardeşim, ne işiniz var İstanbul’da.’
***
Oysa son yaşanan olaylar gösterdi ki, hakikaten taşı toprağı altınmış İstanbul’un. O her zaman çok şikayet ettiğimiz, metropolde yaşamak, büyük şehirde yaşamın zorluğu, aslanın ağzında ki ekmek lafları fasaryaymış meğerse. İstanbul’da yaşamak bir ayrıcalık, hatta özel bir statüymüş.
İstanbul’a yağmur yağmadan önce Meteoroloji Genel Müdürlüğü, radyolardan, televizyonlardan, internet portallarından meteorolojik uyarı yapar, oysa Türkiye’nin her yerine yağmur yağar.
İstanbul’a kar yağmadan önce, Afet Koordinasyon Merkezi’nden Büyük Şehir Belediye Başkanı suratına, ‘sabahlara kadar halkı için çalışmaktan yorgun düşmüş insan’ ifadesini takınarak, kanal kanal gezip, canlı yayınlara bağlanarak açıklama yapar. Televizyonların ana haber bültenlerinde İstanbul’a yağacak kar, o gün ülkede olan, olmuş ve olması muhtemel her türlü hadiseden daha önemli bulunarak, ilk haber olarak yer alır. Kar yağmadan, yağdığı sürece ve yağış durduktan sonra, alınan ve alınacak önlemler hakkında İstanbul Vatandaş’ı bilgilendirilir, gazeteler iki gün boyunca sürmanşetten şu haberi girerler: ‘Dikkat beyaz felaket geliyor.’
***
Oysa İstanbul dışında Türkiye’nin önemli bir bölümünde ki şehirler, kasabalar, köyler, mezralar, yılın çok büyük bir kısmını kar altında, hastalarını hastaneye bile ulaştıramadıkları, okullara yürüyerek gittikleri, bir şehirden diğer bir şehire kıpırdayamadıkları, elektriklerin sık sık kesildiği kar taaruzu altında geçirir.
İstanbul’da kar ya da yağmur yağıp trafik kilitlendiğinde, ‘İstanbul Vatandaşları’ trafikte saatlerce kalıp eziyet çektiklerinde, arabalarından inip işlerini yürüyerek giderlerse eğer, bu rezaleti televizyonlara çıkıp dillendirirler. Oysa Türkiye’nin büyük bir kısmında, kış aylarında ulaşım zaten yürüyerek sağlanır, ya da sağlanamaz.
İstanbul’da kapkaç terörüne kurban olduğunuzda, gazetelere manşet olursunuz. İnönü Stadı’nda Cihat Aktaş gibi manasız bir futbol terörüne kurban gittiğinizde, günlerce bütün ulusal ve yerel gazetelere sürmanşet olmakla kalmayıp, bütün köşe yazarları tefrika halinde bu konudan bahis eder, ana haber bültenleri söz etmekle kalmayıp bu konuyla ilgili açık oturumlar düzenlerler.
Ama Mardin Kızıltepe’de 12 yaşındaki, ayakları terlikli Uğur Kaymaz ve kamyon şoförü babası, ‘terörist’ oldukları gerekçesiyle öldürüldüğünde, bırakın manşet olmayı, gazetelerin birinci sayfalarında haber olabilmeleri, ana haber bültenlerinde ilk haber olarak yer alabilmeleri için bir mucize olması gerekir.
***
İstanbullu olmayan kişilerin başına gelenlerin gazetelerde yer alabilmesi için, birilerinin hepimizi dürtüklemesi gerekir.
Demek ki, ‘İstanbul Vatandaşı’ olabilmek ayrıcalıklı bir durum. Demek ki, İstanbul’un taşı toprağı altın olmasa da, burada yaşayanların Türkiye’nin her yerinde yaşayanlardan daha fazla kıymetli, İstanbullu olmak gerçekten bir ayrıcalık ve de ayrımcılık! Oysa bıkıp usanmadan ‘Türkiye’lilikten’ söz edip duruyoruz.
MERAK KEDİYİ ÖLDÜRÜR...
Neden Türkiye’de hiçbir zaman güçlü bir Ana Muhalefet partisi olamıyor?
Yazının Devamını Oku 1 Aralık 2004
Neredeyse ayda bir kez yazdığım ‘Popüler Kültür Mantarı’ köşesini uzunca bir süredir yazmadığımı, bir gazetenin pazar ekinde yayınlanan haberi ve röportajları okuyunca fark ettim. Ne de olsa Türk’ün aklı. Biliyorsunuz bir süredir bazı yayınevleri, çok ucuz fiyatlara kitaplar basarak, bu kitapların daha fazla okuyucuya ulaşmasına çalışıyorlar. Ama yukarıda sözünü ettiğim haberde gördüm ki, bazı yazarlar ve yayınevi yöneticileri bu durumdan oldukça rahatsızlar.
Hatta o kadar rahatsızlar ki, bir yayınevi yöneticisi bu durumla ilgili olarak aynen şöyle demiş:
‘Ucuz kitap dediğiniz zaman, satıcı, yayıncı, yazar ve dağıtımcı zaten yüksek olmayan karlarından fedakarlık etmek zorundadır. Biz böyle bir uygulama yapmayacağız. Bizim kitapevimizdeki çevirmen ve yazarlar, Türkiye’nin en kaliteli yazarlarıdır. Onlar ucuzlayıp ucuz tezgahlara düşemeyecek kadar kaliteli yazarlardır. En yüksek kaliteyi sunuyoruz ve okuyucudan sadece bunun bedelini talep ediyoruz.’
Şimdi benim bu açıklamalardan sonra aklıma takılan bir takım sorular var: Bir yazarın kalitesini, yazdığı kitabın satış bedeli mi belirler? Yani kitap ederinin ya da maliyetinin çok üstünde satıldığında, yazarını çok daha kaliteli hale mi getirir? Kitabı yazarken, yazarın amacı mümkün olduğu kadar çok insana ulaşıp kitabını daha çok insana okutmak değil midir?
Her şey, en büyük sorunlarımızdan birisi olan tutuculuğumuzdan, bir türlü kendimizi, kurumlarımızı yenileyememekten, yeni dünya düzenine ayak uyduramamaktan kaynaklanıyor.
Bundan birkaç yıl önce de edebiyat dünyası çok daha başka bir şeyi, ‘Billboard’larda yeni çıkan bir kitabın reklam kampanyaları ile tanıtımının yapılması ne kadar doğrudur’u tartışıyordu. O zaman da edebiyat dünyası ikiye bölünmüştü. Bir kısım edebiyatçılara göre, ‘Ancak edebi değeri olmayan kitaplar, billboard’larda tanıtılıyordu. Edebi değeri olanlar zaten okuyucusuna ulaşırdı!’
Hatta o zaman bir iş görüşmesi için yan yana geldiğim, kitabı yeni çıkacak bir yazarın söyledikleri beni dehşete düşürmüştü; ‘Benim kitabım billboard’larda reklamı yapılacak kadar ucuz değil.’
Reklamın, tanıtımın nesinin kötü olduğunu o zaman anlayamamıştım, tıpkı bir kitabın ucuza satılmasının yazarın kalitesinden ne kaybettireceğini şimdi anlayamadığım gibi... (Kafa kıt, nato kafa nato mermer!)
Bazı yayınevi yöneticilerinin ve yazarların bu kitapların daha ucuza mal edilip, daha ucuza satılmasına karşı çıkmasını anlamakta gerçekten zorluk çekiyorum. Ama kitap okumanın caydırıcı bir ceza olarak mahkeme tarafından ‘suçlu’ bulunan sanıklara ‘ceza’ olarak verildiği bir ülkede çok da saçma değil galiba bu tartışmalar.
Bu uzun girişten sonra, gelelim ‘mantarın’ neler yaptığına. Son bir ayda okuduğum kitaplardan iki tanesini sizlere tavsiye edeceğim. Maalesef ucuz kitap değiller! Birisi Sezgin Kaymaz’ın ‘Uzunharmanlar’da Bir Davetsiz Misafir’, diğeri de Alper Canıgüz’ün ‘Oğullar ve Rencide Ruhlar’ isimli romanları. İki roman da İletişim Yayınları’ndan çıkmış. İki yazarı da tanımanızı öneririm.
Bir de ‘sımsıcak’ bir film tavsiye edeceğim size, ‘Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak.’ Seyredin, içiniz ısınsın. Çok sıcak, çok içten, çok saf bir film. İçimi buran öyle saf, öyle gülümseten kareler vardı ki, seyrederken inanılmaz duygulandım.
Eğer Türk filmlerini ve onların unutulmaz şarkılarını seviyorsanız, Ferhat Göçer’in Profilo Kültür Merkezi’ndeki ‘Küçük Şarkılar Bahçesi’ isimli gösterisini de kaçırmamanızı öneririm. Çok güzel bir sesten, unutulmaz şarkıların yorumuyla, çocukluğunuza dönmenin keyfini yaşayın derim.
Bir ‘Popüler Kültür Mantarı’ olarak, kitapların ucuza satılarak daha çok insana ulaşmasını destekliyor, bunun için karlarından, kazanacakları paralardan fedakarlık eden ‘ucuz’ yazarları ve yayınevlerini de kutluyorum.
MERAK KEDİYİ ÖLDÜRÜR.
Neden yeniliklere ve yenilenmeye karşı ayak diretiriz?
Yazının Devamını Oku