Yüksel GÖK / yuksel@seyahatengelimyok.com
Cennet, ayak bastığım her yerdir!
Cennet neresidir diye soracak olursanız bana; ayak bastığım, gidip görme ihtimalimin olduğu her yerdir. Düşlerle gerçeklerin, bedenle ruhumun karıştığı o zamanlar. Çocuk zamanlarım. Ruhum bedenime dimdik bir omurga olmuş, bedenim kırılgan bir ruha dönüşmüş. Hangisi gerçek hangisi düş, bilmiyordum. Bildiğim ve duyduğum bir şey vardı ki; o da yaşadığım evden, ödev sokaktan, Sultan Ahmet'ten kısa bir süreliğine uzaklaşacağım idi.
14 ameliyatımı gerçekleştiren doktorumla tanışana kadar, bize tavsiye edilen hemen hemen her doktorun kapısını büyük bir umutla çaldık. Her çalışımız başka bir umutsuzluğun kapısını araladı. Önerilen bu doktorlardan biri de Gaziantep'teydi. Bacaklarınızı hiç kullanamadığınız için, ellerinizi ön bacak gibi kullanarak, kendinizi sürükleyerek hareket ediyorsanız, evden dışarı çıkabilmenin ne demek olduğunu anlamak biraz zor olabilir. Hele bulunduğunuz şehirden başka bir şehre gidebilecekseniz, sebep ne olursa olsun, bu mucizenin ta kendisidir.
Gaziantep'e gideceğimiz gece, Sultan Ahmet’teki evin cumbasında oturup sabaha kadar Kennedy Caddesi boyunca uzanan sahili izledim. Bu ilk defa yaptığım bir şey değildi. Hemen hemen tüm günüm ve gecem bu şekilde, sahili izleyerek geçerdi. Bazı geceler hiç uyumaz, sabaha kadar denizde demirlemiş gemilerle oyun oynardım. Onlar benim evim, oyun alanım, okulum, memleketim ve bazen de gurbetim olurlardı. Ama hep ben hancı onlar yolcu. Ve yine hep aynı rutinle sabah olurdu.
Denize doğru uçuşan martıların sesi, gecenin üstündeki atlas kumaşı öyle muazzam bir düzenle yırtardı ki en usta terzinin makası bile bu düzeni zor tuttururdu. Ama ben bir kere bile olsa o makas o düzeni bozsun diye dua ederdim. Bir kere de farklı bir şekilde ve farklı bir yerde günü karşılamak, nasıl bir duyguydu acaba, bilmiyordum. İşte o sabah o düzen bozuldu. Uzun süre sonra ilk defa babamın kucağında evden Gaziantep’e doğru gitmek için yola koyulduk...
Yüreğimde kocaman bir heyecanla yola çıktık. Artık evin cumbasında tepemde süzülen martıları izlemeyecek, martının kendisi olacaktım. Zaman zaman gemilere rehberlik edecek, sonra bundan sıkılıp hesapsızca denizin üstünde süzülecektim. Belki arada fırtınalara yakalanacak, uçarken zorlanacaktım. O zaman da Üsküdar sahile, boğaza ya da daha uzaklara uçacaktım. Ama Ödev sokağa bir süre uğramayacaktım. Çünkü ben o sokakta o cumbada yeterince kanat çırpmıştım zaten. Şimdi Gaziantep’e uçmak istiyorum. Sahi dağı denizi var mıydı? Sokakları Arnavut kaldırımlı taşlar mıydı? Yeşili daha yeşil, mavisi daha mı maviydi?
Hayal kura kura, uzun çok uzun bir zaman kanat çırptım. Kanat çırptıkça hayal ettim, hayal ettikçe daha da güçlendim. Kanatlarım güçlendikçe aklımı kaybettim. Özellikle aklımı kaybetmek istedim ki aynı solodan aynı nakaratı işittiğimde daha büyük bir hayal kırıklığı yaşamayayım. Biliyordum ben, doktoru henüz görmemiştim ama ne diyeceğini biliyordum işte. Bildiğimden bir fazlasını söyleyecekti bana bu sefer.
Diyecekti ki; “Maalesef iyileşmesi mümkün değil. (rutini bozmadı bakın demiştim size) Ama hayatını kolaylaştırmak için demirden çorap misali, ayağına bir aparat takacağız. Bu demir ağırlık, yürürken kasların güçlenmesini sağlayacak ve bir nebze bacak rahatlayacak.” Çocuk ruhundan zerre bir şey anlamayan bu doktor sanki benim bacağımdan değil de üstümde gereksiz bir aksesuardan bahsediyor. Biraz süslemek için aparat takacakmış.
Bu doktorların bilmediği bir şey var. Hele bende hiç görmedikleri bir şey. O da benim özgür bir ruh olduğum gerçeği. Her bir hücrem ruhumdan ışık emip bedenimden etrafıma saçıyor. Bunu görmüyorlardı işte. Özgürlük için bir bedel ödenecekti. Ve ben o bedel için ilk adımı başarısız geçen zorlu bir ameliyatla atlatmıştım. Bu, sonradan insan eliyle yapılmış; sevimsiz, ağır ve aylarca tüm çirkinliğine ve işe yaramazlığına rağmen kullandığım, bu ucube demir bacağın bana tek faydası sabretmeyi öğretmek olmuştu.
Sabrın öylece kaderine razı olup beklemek olmadığını, gerekirse kendinden daha güçlü bir efendinin yaşam alanını işgal etmem gerektiğini öğretti. Eğer, O efendiyle en zor ve savunmasız halimle karşı karşıya kalsam bile meydan okumayı öğretti. Çünkü biliyordum ki, bu sabrın ve meydan okumanın sonunda kazanan hep ben olacaktım. Astarı yüzünden daha pahalıya mal olan yirmi yılınıza rağmen.
Uzun ve ağrılı tedaviler boyunca etrafımdakilere anlatabildiğim tek anım Gaziantep’ti. Doktor ve bana verdiği o salak demir parçası olmasa tek bir sokağını, yolunu taşını zerre kadar hatırlamasam da ben Antep'e gitmiştim. Zaman zaman ablamın, babamın ya da annemin öylesine yanıma oturup bana o şehri anlatmalarını çok istediğim oldu. Ama benim dünyamda bu kadar elzem olan bir konu muhtemelen onlar için o kadar önemsizdi ki, tüm dualarıma rağmen bir gün bile bana Antep anlatılmadı.