1- Her şeyin başı Rize… Abdurrahim Albayrak, 1954 senesinde, Rize’nin Kömürcüler Köyü’nde inşaatlarda çalışan Hikmet Bey ile hem ev hem tarlada emeği olan Fatma Hanım’ın yedinci çocuğundan en büyüğü olarak dünyaya geliyor. Söze, “Şimdiki çocuklar gerçekten şanslı… Bizim dönemlerimizde hayat şartları çok zordu” diye başlıyor: “Dedem, amcamlar tek evin bir odasında kalıyorduk. Birkaç sene sonra babam ufak bir ev yaptı ama imkânsızlıktan döşeme yapacak paramız yoktu. Yataklarımızı toprağın üzerine serip uyuyorduk. Elektrik yok. Gece zifiri karanlıkta dışarıdaki tuvalete gidiyorduk. Bir gün evimizin önüne bir köprü yapıldı. Zamanın Başbakanı Menderes tarafından yapıldığından adına ‘Menderes Köprüsü’ derdik. En büyük zevklerimizden biri o köprüden karşıya geçmekti, çünkü öncesinde ancak asma köprülerden geçerdik.”
ALAMANCI BABANIN GETİRDİĞİ HEDİYELER
Babası 1960’lı yıllarda işçi olarak Almanya’ya gidince aile de maddi olarak biraz rahatlıyor. Baba hasreti zor ama dönüşte gelen hediyeler onları mutlu edermiş: “Köyde tek kişide radyo vardı. O evin genciyle iyi anlaşmaya çalışırdım çünkü maçları orada dinliyorduk. Sonra babam bana bir teyp getirdi. İçine kaset takıp boynuma asardım. Kim şarkı söylüyor diye herkes peşimden koşardı! Toplandığımız yer köyün yel değirmeniydi. Toplanan mısırlar burada un yapılırdı. Biz de çıktığımızda üstümüz başımız hep un olurdu! Çok kar yağdığında bile okula kendi kendimize yürüyerek giderdik. İyi ki böyle doğal bir ortam içine yetişmişiz.”
SENE 1978 - “İlk otobüsle… Şirketi kuralı 47 yıl oldu. Üç yıl sonra Allah ömür verirse 50. yılımızı kutlayacağız.”
HAYATIM HEP ÇALIŞARAK GEÇTİ
Çocukluk uzun sürmüyor… Babası Almanya’dan gelip bir briket atölyesi kuruyor: Briket Alman Sanayi. Albayrak okul çıkışlarında atölyede günde 500 briket kesiyor. Bir zaman sonra babası Almanya’ya dönmek zorunda kalınca atölye Albayrak’ın üzerine kalıyor: “Köyde ‘Babası gitti, bu yatıyor!’ demesinler diye kestiğim briket sayısını 600’e çıkardım. Hayatım çalışmaktı. Şimdi de öyle, öyle alıştım… Yağmur yağdığında kahve kapısında kestane satardım. İleride ulaştığım şeylere sahip olabileceğim aklıma bile gelmezdi. Briket yapmak için Rize’den çakıl taşımak lazımdı. Kamyonu ben kullanırdım. Yaşım tutmadığından polisler beni tanımasın diye yaşlı görünmek için başıma şal sarardım. Önümü görebilmek için altıma yastık koyardım ama o zaman da ayaklarım pedala yetişmezdi. Yolda çok tehlikeli bir viraj vardı. Oraya gelince durur dua ederdim. Karşıdan araç gelirse yol verme şansım yoktu; ya ben dereye uçacaktım ya o…”
Onu Feriköy’deki iki katlı, müstakil, şirin evinde ziyaret ediyoruz. Yalnız biz değil, her gün çok sayıda ziyaretçisinin geldiğini, dünyanın dört yanından öğrencilerinin telefonlarına cevap vermekle meşgul olduğunu söylüyor. Dile kolay, hocalık yaptığı 49 yıl boyunca binlerce öğrencisi olmuş! Türk klasik musikisi alanında ‘hocaların hocası’ olarak anılan Süheyla Altmışdört ile beraberiz. Hikâyesi 1926 yılında Trabzon’da başlıyor.
SOYADI YENİÇERİ AĞASI’NDAN...
İlk soru; soyadı neden Altmışdört? Bu soruyla çokça karşılaşmış olmanın rahatlığıyla yanıtlıyor: “Osmanlı döneminde malum ‘Yeniçeri Ağa’ları varmış. Benim dedelerimin dedeleri de 64’üncü ocağın ağasıymış. Padişahtan sık sık ‘64. Ocak Ağası’na’ diye fermanlar gelirmiş. Buradan kalma, aile daha Soyadı Fermanı’ndan çok önce Trabzon’da ‘Altmışdörtzadeler’ diye bilinmeye başlamış. Sonra ‘zade’ler kalktı, ‘Altmışdörtoğulları’ oldu. Sonra ‘oğullar’ da kalktı, Altmışdört kaldı (gülüyor).”
Süheyla Altmışdört - Zeynep Bilgehan
İLK ENSTRÜMANI EVDEKİ SÜPÜRGE
Süheyla Hanım, bir ‘Altmışdörtzade’ olarak 1926 yılında tüccar bir baba ile hafız bir annenin beş çocuğundan üçüncüsü olarak Trabzon’da dünyaya geliyor. Çocukluğu Trabzon’da geniş bir bahçe içinde müzik sesleriyle geçiyor. Babası, amcası, halaları… Herkes bir enstrüman çalıyor. Babasının, annesine evlilik hediyesi bile bir ud oluyor. Anne udla pek ilgilenmiyor ama çocuklar, özellikle de Süheyla Hanım’ın ağabeyi küçük yaştan itibaren keman çalmaya başlıyor. Bu sırada babanın işi için Erzurum’a taşınıyorlar. Süheyla Hanım da burada müzik derslerine başlıyor. Müzikle ilk temasını şöyle anlatıyor: “Yengem ud çalarken ona heves edip bir süpürge almış, içinden kopardığım telle ‘dım dım dım’ diye çalmıştım. Ders çalışırken bir yandan radyoda Münir Nurettin Selçuk dinler, defterimin kenarlarına güfteleri not ederdim. Hem kemanı hem udu elime alıp öttürürdüm. Piyanoda da tangolar söylüyordum. Aslında Batı musikisine çok daha fazla meylim vardı ama sonra Türk musikisine döndüm. Bundan da memnunum (gülüyor).”
1- Sonbahar renkleriyle sarmalanmış, başkanının deyimiyle ‘butik şehir’ Düzce’deyiz… Ev sahibimiz Düzce Belediye Başkanı Faruk Özlü. Kapısını hem eski albümleri karıştırmak hem de Türkiye’nin en güncel meselelerinden depreme karşı kentsel dönüşümü konuşmak için çaldım. Düzce, 12 Kasım 1999 tarihinde 7.2 büyüklüğünde bir depremle sarsılmış, çok sayıda bina yıkılmış, 845 kişi hayatını kaybetmişti. Bundan 23 yıl sonra geçen yıl yine bir kasım günü 5.9 büyüklüğünde deprem yaşayan kentte can kaybı olmadı. Çok az bina hasar gördü. Başarılı kentsel dönüşümün sırrı neydi? Bugün neler yapılıyor? Özlü, 2019’da seçildiği belediye başkanlık görevinden önce 2016-2018 yılları arasında Bilim, Sanayii ve Teknoloji Bakanlığı koltuğunda oturmuş, ondan önce de 25 yıl Savunma Sanayii Müsteşarlığı’nda üst düzey görevlerde yer almış bir isim. Konuşacak konu başlığı çok! Kendi hikâyesiyle başladık…
HASTANEDE DOĞAN İLK ÇOCUK
Buluşma yerimiz kentin biraz dışındaki Mutfak Sanatları Merkezi’ydi. Burayı seçmesinin özel bir sebebi var. Özlü, söze “Kentlerin kimliklerinin olması önemlidir. Düzce hem Osmanlı hem de Cumhuriyet döneminde Balkanlar ve Kafkasya’dan göçler almış” diye başlıyor: “Ortak kimlik için işe mutfaktan başladık. Köy köy gezip Düzce mutfaklarındaki yemeklerin tariflerini alıp burada bir araya getirdik.” Peki göçmenlerden önce şehirde kimler varmış? Faruk Bey, “Yerlilere ‘Manav’ derler. Benim ailem de hep buralıymış; kökenlerimiz 1700’lü yıllara kadar uzanıyor” diye cevaplıyor. Yani kendisi gerçekten kentinin ev sahibi! Özlü, 1962 yılında Çilimli ilçesinin Topçular Köyü’nde çiftçi bir ailenin beşinci ve en küçük çocuğu olarak dünyaya geliyor. Ailenin evde değil hastanede doğan tek üyesi oluyor. Faruk Bey, “Eskiden doğum günleri ‘fındık zamanı’, ‘harman zamanı’, ‘tütün zamanı’ diye ifade edilirdi. Ben hastanede doğduğum için tam doğum günümü biliyorum; 19 Kasım Pazartesi, sabah 08.00” diye anlatıyor.
ÜNİVERSİTEYE KADAR KÖYDE...
Çocukluğu, varlıklı dededen kalan geniş arazileri olan bir ailenin iki katlı, on odalı evinde geçiyor. Özlü, “Tam bir köy hayatı içinde büyüdüm” diye devam ediyor: “Tarlalarda buğday, mısır, tütün, şeker üretilirdi. Evimizin yanında kendi ihtiyaçlarımız için domates, biber, patlıcan dikilirdi. Okula da liseyi bitirinceye kadar köyden gidip geldim. Hayvanları çok severdim. Köpeğimle arkadaş gibiydik. Boş zamanlarda onunla gezintiye çıkmayı severdim. Ördeklerim vardı. Onları da dereye yüzmeye götürürdüm. Çok güzel günlerdi…”
BİRAZ SAĞ BİRAZ SOL OKUMASI
Bir diğer merakı da okumakmış. Okulda ders çalışmak için kendine has bir metodu varmış: “Bir dersi geçeceğime inandığım an o derse çalışmayı bırakır kendi sevdiğim alanlarda okumalarıma, köpeğimle dolaşmaya giderdim. Henüz lise birinci sınıftayken İsmail Cem’in ‘Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi’ kitabını okumuştum. Lise yıllarımdı. Türkiye ve özellikle iktisat tarihini öğrenme bakımından enteresan gelmişti. Yine aynı tarihlerde Dr. Agah Oktay Güner’in İsraf Ekonomisi ve Verim Ekonomisi kitaplarını da okumuştum. Bunlar birisi sol kökenli, diğeri sağ kökenli iki yazarın kitapları idi. Her ikisi de Türkiye’nin kalkınması, gelişmesi ve büyümesi için fikirler üreten, tekliflerde bulunan kitaplardı.”
1) Onu ilk Ankaralılar keşfetti! 1990’lı yıllarda fast-food ile restoran arasında, gündelik buluşmaların yapıldığı en popüler durak Arjantin Caddesi’ndeki ‘Cafemiz’di. Bahçe içindeki müstakil evden bozma bu ilk ‘kafe’nin mönüsünde bugün artık her yere yayılmış olan ama o dönem için çok heyecan verici ürünler bulunurdu; krep, cheesecake, cappucino…
Sonra bir gün sokağın karşısına bir pastane açıldı; Kuki. Onu bir Çin Lokantası izledi; Quick China. Yeni mekânlarla birlikte bir isim kulaktan kulağa yayılmaya başladı; Gamze Cizreli. Sonra herkesi şaşırtan bir gelişme oldu; Gamze Cizreli’nin işleri bıraktığı haberi duyuldu. Kısa bir aradan sonra şehre yeni bir mekânın açıldığı haberi geldi. İsmi BigChefs’ti. Özelliği 24 saat açık olmasıydı. Müdavimleri TBMM Genel Kurulu’ndan çıkan milletvekilleriydi. Açan isim de tanıdıktı; Gamze Cizreli!
Diyarbakır Ulu Camii/Gamze Cizreli, Zeynep Bilgehan
ROMAN GİBİ HİKÂYE
İlk şubesi bundan 16 yıl önce açılan BigChefs aradan geçen zamanda Ankara sınırlarını aştı; 24 şehir ve altı ülkede şubesi bulunan bir markaya dönüştü. Peki bu her dokunduğu işte başarılı olan genç girişimci Gamze Cizreli kimdi acaba? Cizreli ile hem onun hikâyesini dinlemek hem girişimcilik tüyoları almak için bir araya geldik. Buluşma yerimiz kökenlerinin olduğu yerdi: Diyarbakır. Bugünkü başarısının arkasında Ankara’dan da önceye dayanan roman gibi bir hikâyesi olduğunu, geçen ay yayınlanan ‘Ateşle Oynayanlar’ isimli kitabından öğrendik…
1) Hikâyesi 1963 senesinde Sivas‘ın Yıldızeli ilçesine bağlı Topulyurt Köyü’nde başlıyor. Rıza Çalımbay, emekçi bir baba Bektaş Bey ile ev hanımı anne Fatma Hanım’ın dört çocuğundan en büyüğü olarak dünyaya geliyor. Çocukluğu hem Sivas’ın merkezinde hem köyde geçiyor. 11 yaşındayken İstanbul’a taşınıyor. Çalımbay, “Babam önce inşaat işlerinde sonra bir taş ocağında çalıştı. Koşullar zordu. Taş ocağında patlama olunca sakat kaldı. O zamanlar iş güç yoktu” diye başlıyor anlatmaya: “Nasıl ki Türkiye Almanya’ya gidiyorduysa, bütün Sivaslılar da İstanbul’a geliyordu. Biz de o yolu çizdik; her Sivaslı’nın yaptığı gibi İstanbul’a göç ettik. Önce babam gitti. Sonra kardeşlerimi yanına aldırdı. En son ben, ilkokulu bitirdikten sonra İstanbul’a taşındım. Denizi hayatımda ilk defa İzmit’te gördüm. İstanbul’a gelene kadar bakakaldım. İstanbul’da da vapurda, sahilde yürürken hep denize bakarım.”
Rıza Çalımbay, Zeynep Bilgehan/Sene 1990-Rıza Çalımbay, ‘Şifo’ Mehmet Özdilek ve Recep Çetin...
SON 15 DAKİKAYI BEDAVA İZLERDİK
Yollar İstanbul’a çıkmıştı ama zor koşullar devam ediyordu. Çalımbay, ilkokuldan sonra okuyamadı. Babası, meşhur Toto Karaca’nın da çalıştığı İstanbul Tiyatrosu’nda iş bulmuştu. Kendi de evin geçimine yardım için Harbiye’de bir bakkalda çırak olarak çalışmaya başladı. Evlere siparişleri götürürken gözü hep biraz aşağıdaki İnönü Stadı’na kayıyordu. Çocukluğundan itibaren futbola meraklıydı; acaba günün birinde orada oynamak nasip olur muydu? Çalımbay, “Sivas’ta her gün, bazı günler okuldan kaçarak top oynardım” diye anlatıyor: “Sivasspor’un maçlarına giderdik; son 15 dakikada kapılar açılınca girer bedava maç seyrederdik. İstanbul’a geldiğimde de tek gayem futbolcu olmaktı. Hisarüstü’nde gecekondularda oturuyorduk. Şu an ikinci köprünün ayağının olduğu yerde sahamız vardı. Orada sürekli maç yapardık. Eline biraz ekmek biraz üzüm aldın mı karnın doyuyordu zaten. Futboldan başka şey düşünmüyordum.”
GÜNLERCE KULÜBÜN KAPISINDA BEKLEDİM
Aile bir zaman sonra Bebek’e taşındı. Çalımbay devam ediyor: “Babam apartman görevlisiydi. Kardeşlerim de ilkokuldan sonra çalışmaya başladı. Ben yine bakkalda çalışıyordum. Bebek sahilde bir sahamız vardı. Neresi olduğu fark etmiyordu, küçücük bir arsa bile yetiyordu. Sonra bir gün karar verdim. Beşiktaş’ın genç takımında oynayan arkadaşım Murat’a ‘Ben de geleyim’ dedim. Günlerce kulübün kapısında altyapı takımının başındaki antrenör Serpil Hamdi Tüzün ile konuşmak için bekledim. Sonunda yakaladım ve ‘Ben futbolcu olmak istiyorum’ dedim. Yaşımı filan sordu. Sonra beni çağırdı. İlk hafta antrenmanların sonunda maç vardı. Sabah 07.00’de yağmurlu bir gündü. Çırağan Oteli o zamanlar Şeref Stadı’ydı. Takım 10 kişiydi. 11’inciyi beklediler, beklediler… Gelmeyince ben 11’inci adam olarak maça çıktım; 1-0 kazandık, golü de ben attım. Ondan sonra beni devamlı oynatmaya başladılar.”
1- BİR klasik soruyla başlayalım; doğduğumuz yer kaderimiz midir? Ceza hukukçusu, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Prof. Adem Sözüer için bu doğru olabilir. 2005 yılında yürürlüğe giren Türk Ceza Hukuku Reformu’nun mimarlarından olan Sözüer, “Çocukluğumda oturduğumuz Bayrampaşa’da, inşaat halindeki cezaevi civarında oyun oynardık, sonra Abide-i Hürriyet anıtının olduğu Gürsel Mahallesi’ne taşındık. Bugün Çağlayan Adliyesi’nin yapıldığı yerdeki ilk ve ortaokulu okudum. Demek ki ceza hukukçusu olmak kaderimde varmış!” diye gülerek başlıyor söze... Biz onu kamuoyunu meşgul eden çetrefilli davalara verdiği bilirkişi görüşleriyle tanıyoruz. Son 13 yıldır düzenlediği Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali’yle hukuk ve adalet konularının daha geniş kitlelere ulaşması için de çalışıyor. Peki onun için her şey nasıl başlamış? Hikâyeyi başa sarıyoruz.
Zeynep Bilgehan - Prof. Adem Sözüer
İSTANBUL’U İNŞA EDEN ELLERDEN MİRAS
Adem Sözüer, Rizeli bir ailenin dört çocuğundan ikincisi olarak 1957 senesinde İstanbul’da dünyaya geliyor. Aile, 1950’lerde İkizdere’den İstanbul’a taşınıyor ama memleketlerinden ayaklarını kesmiyorlar. Sözüer’in deyimiyle, ‘Karadenizlilerin adeti olduğu üzere yerlerinde duramıyorlar’, sık gidip geliyorlar. Babası ve amcaları İstanbul’a geldikleri ilk yıllarda inşaatlarda ustalık, kalfalık yapıyorlar. Sözüer, “1950’lerde Türkiye’de büyük bir imar hareketi başlamıştı; büyük yollar, köprüler, okullar, hastaneler yapılıyordu. Babam ve amcalarım bu inşaatlarda ustalık, kalfalık yapmıştı” diye anlatıyor: “İstanbul içi gezilerde yaptıkları yerleri gösterirlerdi. Türkiye’de yapılan okullarda, hastanelerde onların alın terinin olmasından hep gurur duyardık. Annem ve babamdan hep girişimci ruhla bir eser ortaya koyma mirası edindik. Ülkemizde hukukun inşası için ileri reformlar için uğraş vermem ailemin manevi mirası ve ideallerimin gereği.”
SENE 1960’lar - Çağlayan İlkokulu
KIZILDERİLİNİN BEYAZ ADAMA KARŞI VERDİĞİ MÜCADELE
Daha sonraki yıllarda aile ticaretle ilgilenmeye başlıyor; market işletiyorlar. Sözüer çocukluğunda okul dışındaki zamanlarında, markette işlere yardım ediyor. Bu etkinlikler onu bugünlere hazırlamış: “Markette her gün hemen tüm gazeteleri okurdum. Özellikle tefrika romanlar. Her gün bir bölüm yayınlanırdı. Meşhur Kelebek romanı dahil pek çok eseri tefrika olarak okumuştum. Kelebek romanı yazarın işlemediği bir suçtan mahkûmiyetini ve kaçma girişimlerini anlatır. Bu yaşanmış olaylardaki adaletsizlikler beni çok etkilemişti. O dönemlerde ‘Teksas Zagor, Tommiks’ler de yaygındı. Biraz Amerikan kültürü vardı ama Kızılderililerin beyaz adama karşı verdiği bağımsızlık ve adalet mücadelesinden de etkilendim. Tarkan ve Malkoçoğlu gibi çizgi romanları hem okuyor hem de oyunlarda oynuyorduk. Mahalle arasında oyunlar oynarken rolüm genellikle adaletli olma ve zayıfın yanında yer almaktı. Sinemaya gitmek büyük meraktı. Çok renkli ve maceralı bir çocukluktu. İstanbul her şeyiyle yeni oluşuyordu. Türkiye’nin her yerinden ve her kesimden gelen arkadaşlarımız vardı. Beraber futbol oynardık.”
SENE 1979 - Fakülteye kayıt
1- Sene 1953… Günlerden 10 Kasım. Başkent Ankara’da açık, güneşli bir gökyüzü var. Ancak hava kurşun gibi ağır. Ulus, 10 Kasım 1938’deki vefatından 15 yıl sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ü ikinci kez uğurlayacak. Atatürk’ün naaşı, geçici kabri Etnografya Müzesi’nden ebedi istirahat yeri Anıtkabir’e taşınacak. 4 Kasım 1953 tarihinde tabut çıkarılıyor. Anıtkabir’e taşınmadan Etnografya Müzesi’nde altı gün boyunca saygı ziyareti için halka açılıyor. Bu süreçte katafalkın başında nöbet tutanlardan biri de 21 yaşında bir genç… Türk gençliğini temsil etmek üzere burada bulunuyor. Altıncı günün sonunda yapılan devlet töreninde cenaze kortejinin içinde yer alıyor, Anıtkabir’e yerleştirilmesine eşlik ediyor, Atatürk’ü son kez görüyor, gözyaşları içinde üzerine toprak serpiyor.
Zeynep Bilgehan / Yekta Güngör Özden
Fotoğraf: Mert Gökhan KOÇ
GAZETECİ VE SİYASETÇİLERİN AVUKATI
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi birinci sınıf öğrencisi bu genç daha sonraki yıllarda tüm Türkiye’nin tanıdığı bir isim oluyor; Yekta Güngör Özden. 1956 yılında stajyer olarak katıldığı Ankara Barosu’nda 1972-1974 arasında Başkanlık yapıyor. Ulus Gazetesi, Ankara Gazeteciler Cemiyeti gibi kuruluşlarla beraber İsmet İnönü, Bülent Ecevit gibi isimlerin avukatlığını üstleniyor. 1979’da Anayasa Mahkemesi (AYM) üyeliğine seçiliyor. 1991-1997 yılları arasında AYM Başkanlığı’nı yürütüyor. Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Başkanlığı yapıyor. Bugün 91 yaşında hâlâ çok aktif olarak yazıyor, çiziyor, toplantılarda konuşmalar yapıyor… Yekta Bey’i Ankara’da ziyaret ediyoruz. Bizi elinde albümlerle karşılıyor. Beraber 70 yıl önceye, Atatürk’ün ikinci cenaze törenine gideceğiz. Ancak önce hikâyeyi biraz daha başa saralım…
ATATÜRK DESTANLARIYLA BÜYÜDÜM
Yekta Güngör Özden, 1932 senesinde Tokat’ın Niksar ilçesinde başöğretmen bir baba ile ev hanımı bir annenin üç çocuğundan ilki olarak doğuyor. Özden, “Çocukluğum Atatürk destanları dinleyerek geçti” diye başlıyor: “Annemin dedesi İstiklal Savaşı sırasında ilk defa Amerika’ya bağımsızlık telgrafı çeken adam; Hacı Mahir Turhan. Cumhuriyet bayramlarında babamın kürsüye çıkıp konuşmalar yaptığını hatırlarım. Okumaya çok meraklıydım. Ortaokul birinci sınıfta ilk Atatürk şiirimi yazdım. Sonra şiir hastalık oldu. Bugüne kadar 73 şiir kitabım yayınlandı.”
O günden bugüne siyaset, iş, sanat dünyası ve gündelik hayattan anları sonsuzlaştırıyor; İsmet İnönü, Turgut Özal, Süleyman Demirel, Bülent Ecevit portrelerini çektiği isimlerden yalnızca birkaçı. Yeni yılın eşiğinde 90 yaşına basacak olan ‘fotoğrafın ozanı’, devlet sanatçımız Ozan Sağdıç ile albümleri karıştırdık. Sağdıç gülerek; “70 yıldır bu başa dert makineyle beraberiz!” diyor.
‘Kutu makine’ denilen ilk fotoğraf makinesi/Fotoğraf: Mert Gökhan KOÇ
1) Ankara’da yaşayanlar onu yakından tanır… Her etkinlikte mesleğe yeni başlamış bir foto muhabiri heyecanıyla kimi zaman etraftakileri endişe ettirerek (konserlerde üst locadan eğilmek suretiyle) fotoğraf çekiyor. Dile kolay tam 70 yıldır! Duayen foto muhabiri, devlet sanatçımız Ozan Sağdıç ile Ankara’daki stüdyosundayız. Sağdıç, söze “Doğum tarihim 30 Aralık 1934. Cumhuriyet’in 100. yılında ben de 90 yaşıma basıyorum. İlk fotoğraf makinemi 1953’ün temmuz ayında aldım. Demek ki 70 senedir fotoğraf çekmekteyim. Hâlâ da çekiyorum, Allah başka türlü çektirmesin (gülüyor)” diye başlıyor. Lâkabı, çektiği şiir gibi kareler nedeniyle ‘Fotoğrafın ozanı.’ Ancak kendisi aynı zamanda gerçekten şair de; hem de şair bir dedenin torunu, şair bir babanın oğlu olarak… Hikâyeyi en baştan dinleyelim.
Ozan Sağdıç, Zeynep Bilgehan
BALIKESİR’İN DİRENİŞÇİLERİ
Sene 1920’ler… Edremit’teyiz. İzmir Yunan askerlerinin işgaline uğramış. Balkan Savaşları sonrasında Varna’dan Edremit’e göç etmiş bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Ruhi Naci Sağdıç, Ayvalık’ın düşman tarafından işgal edildiği gün, Edremit’ten cepheye koşup gelen iki atlıdan biridir. Karargâhta Edremit kaymakamı Hamdi Bey ile Burhaniye civarından Pelitköylü Mehmet Cavit Bey vardır. Ruhi Naci Bey, Edremit‘te bir ikmâl örgütü kurmakla görevlendirilir; bir yandan cephedeki savaşçılar için yiyecek temin ederken bir yandan da gönüllüleri cepheye sevk ettirir. Cephe, ‘Müdafa-yı Milliye’ ve ‘Red-di İlhak’ gibi cemiyetlerin gayretleriyle kurulmuştur. Hazırlanan pazubentlere kısaca ne yazılacaktır? Sonunda ‘Kuvayı Milliye’ yazılmasına karar verilir. Ozan Sağdıç, “Ali Çetinkaya’nın da babamın anılarında da ifade ettiği; ilk kez cephede kullanılan bu isim, zamanla bütün Anadolu’ya yayılmış, bu direniş hareketin genel adı olmuştur” diye anlatıyor.
Sene 1950/Fotoğrafçı olmadan ilk otoportre.