Onu memleketi Mardin’deki AR-GE mutfağında, etrafı domates ve biber kasalarıyla çevrili bir kilerde yakaladım… Bu söyleşiyi yapmak için daha uygun bir yer olamazdı! Ebru Baybara Demir ismini ilk 2000’li yıllarda Mardin’de açtığı Cercis Murat Konağı’yla duymuştuk; turizminin henüz bugünlerdeki popülaritesinden çok uzak olduğu kentte bir kadın girişimcinin açtığı işletme dilden dile yayılmıştı. Aradan 20 yıl geçti. Bu kadın girişimci yalnızca restoranıyla değil sosyal sorumluluk projeleriyle de adını duyurmaya başladı. En son geçen haziran ayında gastronomi dünyasının en prestijli ödüllerinden ‘Basque Culinary World Prize’a değer görüldü. Bu ödül, sektör içinde ‘Gastrominin Nobeli’ olarak anılıyor. Peki gastronomide Nobel nasıl oluyor? İyi bir şef olmak yetiyor mu? Ebru Hanım, kendini kim olarak tanımlıyor; şef, işletmeci, girişimci? Gülerek, “Ben de kim olduğumu bu ödülden sonra keşfettim, ben bir sosyal gastronomi şefiyim!” diyor. Diğer soruların cevapları için önce hikâyenin başına gidelim.
BABAANNEM: AL SENİN OLSUN BU ÇOCUK BİZDE KIZ ÇOK
Ebru Baybara Demir, “Mardinli bir ailenin erkek beklenen üçüncü kız çocuğu olarak dünyaya gelmişim” diye başlıyor anlatmaya: “Annemle babam çok genç evleniyorlar. Annem kalabalık bir eve gelin gidiyor. Baba tarafı esnaf; kuruyemiş işiyle uğraşıyorlar. Babam ailenin yedinci çocuğu ve okumayı çok istiyor ama dedem babamın var olan işi devam ettirmesini istiyor. Dedem ısrarlara dayanamayınca babam okula gidiyor. Meslek lisesi mezunu. Sonra devam edemiyor ama bu bile ona bir vizyon katıyor. Annem üçüncü çocuğunu da yani beni, kız doğurunca aile tepki gösteriyor. Babaannem bile hastaneye gelince, ona kız torunu olduğu müjdesi veren hemşireye, ‘Kız senin olsun, bizde çok” diyor ve evine dönüyor. Eşinin üzülmesine ve dolayısıyla bu düzene isyan eden babam ailesini alıp Mardin’i terk ediyor ve İstanbul’a taşınıyor.”
Ebru Baybara Demir, 6 Şubat depreminden hemen sonra bölgeye gitmiş ve aylarca kalmıştı. Ödülden kazandığı 100 bin Euro da kurulan ‘Gönül Mutfağı Projesi’ne gidecek.
YER SOFRALARI, LEBLEBİ HELVA, CEVİZ KOKULARI
Aile Küçükyalı’da kiralık bir eve yerleşiyor. Baba Zekeriya Bey, memur olarak yeni bir hayata başlıyor. Bu arada dördüncü kardeş geliyor; bir erkek! Ebru Hanım’ın çocukluğu kâh sokaklarda kâh daha sonra amcalarının taşındığı Kumkapı’da geçiyor. Lezzet hafızasındaki ilk anıların bu dönemden olduğunu söylüyor: “Kendimi bildim bileli mutfaktaydım. Hiç yemek seçmediğimden annem en çok bana yemek pişirmeyi severdi. Olağanüstü yemek yapardı. Ev ekonomisini çok iyi bilirdi. Ona pazarda eşlik ederdim. İyi malzeme seçmeyi; örneğin dolmalık biberin küçük olması gerektiğini, patlıcanın doğru rengini annemden öğrendim. Hafta sonlarını da amcamların kuruyemiş imalathanelerinde geçirirdim. Kumkapı’da tattığım limonata ve ayçörekleri, dükkânda yengemin kurduğu yer sofrası, kuruyemiş imalathanesindeki yöresel leblebi, helva, ceviz kokularını unutamıyorum.”
Doğma büyüme Nişantaşılı… Söyleşi için de Nişantaşı’ndaki evinde buluşuyoruz. Tiyatromuzun usta ismi Göksel Kortay söze, “Pandemi beni çok etkiledi; panikli stresli bir insan oldum. En son Haldun Dormen’le 10 yıldır oynadığımız ‘Kibarlık Budalası’nın 670. oyundaydık. Pandemi geldi ve 10 Mart 2020’den beri bu kanepede oturuyorum” diye başlıyor. Evine kabul ettiği ilk misafirler biziz! Neyse ki izleyicileri için de hasret bitiyor. Kortay, sahnelere dönmeye, yakında İzmir’de sahneye konacak ‘Çifte Kumrular’ oyunu için hazırlanıyor. Bu geçen üç sene hariç dile kolay tam 59 yıldır sahnelerde! Kortay, “Bu bir tutku işi, aşk işi… Her tiyatrocu sahnede ölmek ister” diyor. Peki her şey nasıl başlamış? Başlıyoruz eski albümleri karıştırmaya…
KÜÇÜK HANIMDAN HANIMEFENDİYE
Göksel Kortay, 1939 yılında Muazzez Hanım ile Zinnur Bey’in iki çocuğundan ilki olarak dünyaya geliyor. Yedi kuşak İstanbullular. Kortay, “Annem Ticaret Akademisi mezunu, akıllı, dirayetli, etkileyici, güçlü, muhteşem bir Cumhuriyet kadını. 1930’lu yıllarda Galatasaray’da kürek sporu yapıyor. İzci… Babam Zinnur Kortay da iki üniversite mezunu; Deniz Harp Akademisi ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi. O da aydın, kültürlü ve güzel sanatlara meraklı…” diye anlatıyor: “Nişantaşı’nda herkes tanıdıktı. Eskiden, bir dükkâna girince, ‘Buyurun küçük hanım’ derlerdi, sonra ‘Buyurun Göksel Hanım’ demeye başladılar. En sonra ‘Buyurun Hanımefendi’ başlayınca ‘Ha, büyüdük!’ dedim.” İlkokul ve ortaokulu mahalle okulunda okuyor. Bunun kendisi için büyük şans olduğunu söylüyor: “Bu sayede bugün övündüğüm çok iyi Türkçemi öğrendim. Şimdi Türkçe’nin yozlaşmış olmasına çok üzülüyorum. Televizyon seyrederken kendi kendime ‘O öyle söylenmez! Yanlış söylüyorsunuz’ diye kavga ediyorum.”
Göksel Kortay - Zeynep Bilgehan
NEREDE BİR MÜSAMERE ORADA BEN
Babasının en büyük zevki tiyatroya gitmek. O da sahnelerle küçük yaşta tanışıyor. İzleyici olarak kalmıyor ilkokuldan itibaren nerede bir müsamere varsa orada yer alıyor. Lise eğitimine Robert Kolej’de devam ediyor. Burada tiyatro aşkı perçinliyor: “Her yıl sekiz Türkçe, dört İngilizce oyun oynanırdı. Tiyatronun her şeyini çok sevmiştim. Bu arada Haldun Dormen Amerika’dan dönmüş ve tiyatro kursu açmıştı. Ona katıldım. Yıl sonunda da Metin Serezli’nin sahneye koyduğu oyunda oynadım. Ondan sonra oyuncu olmaya karar verdim.”
1) Önce bu alana uzak olanlar için bir giriş yapalım. Türkiye’de geniş kamuoyu onu 2017’de, eski CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın rahatsızlığı sırasında şu haberle tanıdı: “Cumhurbaşkanı Erdoğan, tıkalı damarı nedeniyle beyninde pıhtı oluşan Baykal’ın tedavisi için dünyaca ünlü beyin cerrahı Prof. Dr. Uğur Türe’nin Ankara’ya gelmesi için talimat verdi.” Yeditepe Üniversitesi Beyin ve Sinir Cerrahisi Bölümü’nün hem kurucusu hem de başkanı, aynı zamanda Dünya Beyin Cerrahisi Federasyonu Onursal Başkanı Prof. Dr. Uğur Türe, yüzlerce bilim insanının yetişmesini sağlayan, dünyada modern beyin ve sinir cerrahisinin kurucusu, efsane isim Prof. Dr. Gazi Yaşargil’in de 33 yıldır yanından ayırmadığı öğrencisi. Hocası gibi o da söyleşilerden imtina ettiğinden, laboratuvarına sızmayı bugünlerde İstanbul’da ev sahipliği yapacağı ‘Mikro Cerrahi Kongresi’ vesilesiyle başardık.
Fotoğraf: Emre YUNUSOĞLU
HASTANELERDEN KORKARDIM
Prof. Dr. Uğur Türe’nin hikâyesi 1963 senesinde Ordu’nun Fatsa ilçesinde başlıyor. Türe, kendini de okutan ilkokul öğretmeni bir baba ile ev hanımı bir annenin dört çocuğundan en küçüğü olarak dünyaya geliyor. Çalışkan ve çok yönlü bir çocuk; resim yapmayı, keman çalmayı seviyor. Bu dönemde tıbba olan ilgisi hem yakın hem mesafeli! Hoca’dan dinleyelim: “Evimiz Fatsa Devlet Hastanesi’nin hemen yanındaydı. Fatsa’da o zamanlar her gece ya bir trafik kazası olurdu ya da biri vurulurdu! Mahallenin bütün çocukları, korna çala çala araba gelince kime ne olmuş diye bakmaya hastane önüne üşüşürdü. Hastanenin tek genel cerrahı Osman (Memecan) Amca da her akşam bir acil ameliyatı yapardı. Ben hastanelerden çok korkardım; doktor olmak aklımın ucundan geçmezdi ama Osman Amca’ya hepimiz hayrandık. Onun bende çok etkisi oldu.”
Zeynep Bilgehan, Prof. Dr. Uğur Türe
HAYATIMI DEĞİŞTİREN KONSER
1- PEK çok sıfatı var; müzisyen, besteci, şarkıcı, yapımcı, Eda Özülkü’nün eşi... Geniş kitleler onu en çok 1990’lara damga vuran ‘Seninle Olmak Var Ya’, ‘Eğlen Güzelim’ gibi şarkılarla tanıdı. 30 yıl sonra yeni jenerasyonlara da velinimet oldu; müzik dünyasında ‘1990’ların muhteşem geri dönüşü’ yaşanıyor. Canlı müzik mekanlarında 1990’lı yılların şarkıları çalınıyor, partilerde 1990’larla dans ediliyor. Rağbet olunca kendi deyimiyle ‘dönemin sahip’lerinden Metin Özülkü de yapımcı Hakan Eren’le ‘Şimdi 90’lar’ projesini sahneye koydu; Jale, Reyhan Karaca, Sibel Alaş, Ümit Sayın, Hazal, Erdal Çelik ile konserler veriyorlar. Özülkü, “İnanın 1990’lardakinden daha çok talep görüyoruz. Konser verdiğimiz mekanlarda bizden önce günümüzün popüler müzisyenleri çıkıyor. Ertesi gün biz de en az onlar kadar ilgi görüyoruz. Bu çok mutlu edici” diyor. Peki 1990’lara olan bu ilginin sebebi ne? Bu sorunun cevabından önce Özülkü’nün kendi hikâyesini dinlemek üzere eski albümleri karıştırıyoruz.
Metin Özülkü - Zeynep Bilgehan
ABİDEN YADİGAR MANDOLİNLE BAŞLADI
Metin Özülkü, 1962 yılında Mersin’de TCDD’de çalışan memur bir baba ile ev hanımı bir annenin beş çocuğundan en küçüğü olarak dünyaya geliyor. Müzikle tanışması aslında bir trajediyle oluyor. Özülkü anlatıyor: “Ben 4-5 yaşlarındayken büyük ağabeyimi kaybettik. Varto depreminde asker olarak depremzedelere yardıma giderken enkaz altında kalarak şehit oldu. O, çok güzel mandolin çalıyormuş. Ben de hayal meyal hatırlıyorum. Mandolini bana yadigar kaldı. Ailede müzisyen yok ama herkesin kulağı iyidir. Ben mandolinde yetenek gösterince babam bir müzik öğretmeni tuttu. Öğretmenim babama ‘Çocuk çok yetenekli, kulağı da iyi, bunu kemana geçirelim’ diyor. Keman için iyi kulak lazımdır. Bir sene de keman dersi aldıktan sonra yeni hoca da babama ‘Konservatuvara gitmeli” deyince benim müzik eğitimim için hep beraber İstanbul’a taşındık.”
EROL BÜYÜKBURÇ OKULUNA KAYIT
Özülkü, o dönem İstanbul’daki tek olan belediyenin konservatuvarının sınavına giriyor ve birincilikle kazanıyor. Bir yandan normal ilkokula giderken bir yandan konservatuvarda yarı zamanlı keman öğrencisi oluyor. Bu arada Türkiye’de ‘popüler müzik’ yeni başlamış. En büyük yıldız da Erol Büyükburç. Baba Ramiz Bey ortak bir dostu vesilesiyle çok sesli Batı müziğine de hayran olan yetenekli oğlunu bir konser çıkışı kuliste Erol Büyükburç’la tanıştırıyor. Büyükburç, dinlediği genç hayranından çok etkileniyor ve onu babasından yanında yetiştirmek üzere ‘istiyor’. Böylece Özülkü, normal ilkokulu ve yarım zamanlı konservatuarın yanında bir de ‘Erol Büyükburç okulu’na kaydolmuş oluyor. Henüz yedi yaşında!
Geçen hafta yapılan NATO toplantısının ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu hafta Körfez ülkeleri ve Kıbrıs ziyaretleri vardı. Diğer tarafta Avrupa Birliği ve Rusya-Ukrayna müzakereleriyle ilgili gelişmeler var. Bir yandan da yarın Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş belgesi sayılan Lozan Anlaşması’nın imzalanmasının 100. yıldönümü. Bilgi Üniversitesi eski rektörü, Emeritus Profesör Dr. İlter Turan’ın kapısını çaldık. Hem eski albümlerini karıştırdık hem de dünya gündeminin sıcak konularına eğildik.
Fotoğraf: Murat ŞAKA
1) Hem havanın hem de uluslararası gündemin çok sıcak olduğu bir günde buluştuk… Bilgi Üniversitesi eski rektörü, Emeritus Profesör Dr. İlter Turan’ın kapısını aslında Türkiye Cumhuriyeti’nin tapu belgesi Lozan Anlaşması’nın yıldönümü vesilesiyle çalmıştım.
Duayen siyaset bilimci Turan’la dünya tarihinde yolculuk edelim istedim; Lozan Anlaşması neden önemlidir, dünyanın seyrini değiştiren en önemli olaylar nelerdi, değişmez siyaset kuralları var mıdır, tarih tekerrürden mi ibarettir, siyasette teoriyle pratik ne kadar örtüşür? Peki ya önümüzdeki günlerde bizi neler bekliyor? Siyaset öğretilebilir bir konu mudur? Kendi bu işlere nasıl girdi? Son soruyla başladık; zira onun kendi hikâyesi de pek çok uluslararası olayı barındırıyor!
Sene 1942/ Sene 1959 ABD’de öğrencilik
MİLLİ KÜTÜPHANENİN EN ÇALIŞKANI
1- Geçen nisan ayında çıkan son kitabının adı: “Ağaçname- Sen ne güzel bir ağaçsın!” Uluslararası üne sahip çizerimiz Selçuk Demirel, Yapı Kredi Yayınları tarafından yayınlanan kitabının girişinde kitabı şöyle anlatıyor: “Ağaçlara hep büyük bir hayranlık duymuşumdur. Heybetli gövdeleriyle kollarını açmış, bizi kucaklayacakmış gibi bekleyen, gündüz başı bulutlarda, gece olunca da bizim için yıldız toplayan ağaçlar...
Selçuk Demirel’in çocukluğundaki ağaçlardan ilhamla Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan son kitabı; Ağaçname
Çocukluğumun ilk altı yılını geçirdiğim Artvin’deki bahçemizdeki ağaçları tek tek hatırlıyorum. Bu ağaçlar benim düşünce dünyamda yaşamlarını sürdürüyor.” Kitaptan yola çıkarak, Paris’te yaşayan Demirel’den bizi eskilere götürmesi, onu bugünlere getiren yolculuğu anlatması için aradım. Sorularıma cevaben, insana kendini bir Selçuk Demirel çizimine bakmış gibi sıcak hissettiren, el yazısıyla yazılmış 20 sayfalık bir mektup geldi…
SENE1955 - “Babam ve ben”
MÜSTAKİL EVDE GENİŞ AİLE
Hikâyesi, kitaba ilham veren Artvin’de başlıyor: “1954 yılında doğdum. Osman Dedem, Melek Babaannem ve iki halamla birlikte yaşıyorduk. Altı dönümlük bahçesiyle bu küçük, iki katlı evi çok genç yaşta evlenince dedem satın almış. Annem ve benden bir buçuk yaş küçük kardeşimle üste katta, diğer aile üyeleri alt katta oturuyorlardı. Babamın muhtelif meslekleri vardı; Artvin’deki ender şoförlük ehliyeti olanlardandı. Güzel yazısı vardı. Tabelacılık da yapıyordu. Altın varaklı tipografiler yazdığını hatırlıyorum. İki elini aynı oranda kullanabiliyordu. Sağ eliyle soldan sağa doğru yazarken sol eliyle de aynı metni sağdan sola doğru tersten yazabiliyordu. Aynaya tutarak okuyabiliyorduk. Bazen mektup olarak da gönderirdi. Bu mektuplara; ‘Aynalı mektuplar’ diyorduk.
SENE1965 - “1958-1959 yıllarında Erzurum’da yaşadık. Erzurum denilince evlerin çatılarında koşturduğumuzu, uçurtma uçurduğumuzu, hatta çok büyük uçurtmanın ipini tuttuğum için uçtuğumu hatırlıyorum!”
1- Çanakkale’nin yaklaşık 40 kilometre ötesindeki Troya Antik Kenti’nin içinde 90 yıllık bir yapıdayız… Karşı tepede milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un ‘İstiklal Marşı’ için yazdığı ‘Bastığın yerleri toprak diyerek geçme, tanı! Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı’ dizeleri yazılı. Bir yüzyıl önce büyük Çanakkale Savaşları’na sahne olan bu topraklarda, bundan 3 bin yıl önce de, dünyanın en meşhur yazarı Homeros’un İlyada Destanı’nda anlattığı Troya Savaşı’nın yaşandığına inanılıyor. Troyalı Paris, Sparta Prensesi Helena’yı gerçekten kaçırmış mı? Troya kahramanı Hektor ile Akha (Yunan) kahramanı Akhilleus bu duvarların önünde karşı karşıya gelmiş mi? On yıl süren savaş, Akha askerlerinin tahta bir atın içine saklanıp Troya’yı içten fethetmesiyle mi son bulmuş? Mevcut prehistorik arkeoloji bu sorulara henüz net cevap bulamıyor.
HER DAİM POPÜLER
Ancak Troya hikâyeleri, geçen binlerce yıldır popülaritesini hiç kaybetmediği gibi 2018’de açılan Troya Müzesi’yle ören yerindeki kalıntılar ve buluntular somut hale geldi. Karşımızda kazı başkanı Prof. Rüstem Aslan oturuyor. Elinde yeni yazdığı, Homeros Araştırma Enstitüsü’nün yayınladığı ‘Troya’ya Yolculuk’ kitabı var. Söze, “Çanakkale Boğazı ve Troya dünyanın en önemli destinasyonlarından birisi. İkonik bir yer” diye başlıyor: “Son bin yılda 300’den fazla seyyah buraya gelmiş. Tabii bunların en eskisi Homeros…” Tabelası yok; onca seyyah burayı nasıl buluyor? Troya Antik Kenti’nin kendi hikâyesi, en az Homeros’un anlattığı savaş kadar heyecanlı bir macera barındırıyor. Biz iyisi mi önce üstüne bastığımız toprağı tanıyalım, buranın tarihini dinleyelim.
2004 yapımı Troy filmindeki dev Truva atı, Çanakkale’de sergilenmişti.
Kaçırılmış eserlerle ilgili: “19. yüzyıla ait bu sorunu hukuki olarak çözmenize imkân yok. Ancak etik baskıyla olabilir. Avrupa müzeleri geçmişleriyle yüzleşmeye başladı. Dünyanın dört bir yanına dağılmış Troya buluntularının dönebilecekleri bir Troya Müzesi var artık. Eserler bulundukları yerlerde sergilenmeli, ziyaretçiler de bunu talep etmeli.”
SEYYAHLARIN GÖZDESİ
Prof. Aslan anlatıyor: “Troya, diğer adıyla ‘Troia/İlion’ bir Tunç Çağı kenti. M.Ö. 3 binlerden Geç Roma Dönemi’ne pek çok kez yıkılıyor; son iki büyük deprem M.S. 500’lerde oluyor. Bu yıkımdan sonra önemini kaybediyor ve bir daha yapılmıyor. Hıristiyanlık’ın baskın din haline gelmesiyle pagan kentlere ‘rağbet’ azalıyor. Ancak Troya’nın Biga’da olduğu hiçbir zaman unutulmuyor. Heredot ve Strabon gibi bütün antik yazarlar Troya Savaşı’nın kesin olduğuna inanıyor. Tartıştıkları, zamanı ve nasıl olduğu… 1200’lerde bizim arkeolojide Karanlık Çağ dediğimiz birkaç yüzyıl oluyor. Troya, sekizinci yüzyılda, yani meşhur savaştan 500 yıl sonra, Homeros’un destanlarıyla yeniden ortaya çıkıyor. Onu takiben bütün seyyahlar Troya’nın bu bölgede olduğunu yazıyor. 20. yüzyıldan itibaren Troya’yı bulmak ümidiyle bölgeye seyahatler yapıyor.”
Söyleşi için tam randevulaştığımız saatte bizi Etiler’deki evinin kapısında karşılıyor. Daha uzaktan üzerindeki yıldız enerjisini hissediyorsunuz. Türkiye’nin ilk altın çocuğu, Türk sinemasının büyük ismi Göksel Arsoy’la beraberiz… Sohbete, “Benim hayatım hep tesadüflerle dolu! Enteresan bir hayat yaşadım” diye başlıyor. Doğum yeri Kayseri Tayyare Fabrikası! Yaşını hiç göstermediğinden paylaşmakta sakınca yok; 1936’da mühendis Remzi Bey ile Hesna Hanım’ın ilk çocuğu olarak dünyaya geliyor. Anne tarafı aslen Giritli. Babasının ailesiyse Drama’dan gelmiş. İki mübadil ailenin çocukları, Bakırköy’de tanışıp evlenmişler.
Peki Arsoy neden ve nasıl Kayseri Hava Üssü’nde doğmuş? Cevabı: “Kayseri’de tayyare fabrikası yapılırken dizel motorlarının montajı için bir dizel ustası mühendis arıyorlar, bulamıyorlar. O fabrikayı Almanlar yapıyormuş. Baş mühendis, ‘Almanya’da bir Türk bu dizel motorlarının uzmanı, onu getirtelim’ diyor. Devlet harekete geçiyor ve o sırada Almanya’da çalışan babamı vatan, millet diye Türkiye’ye getiriyorlar. Annemle beraber Kayseri’ye geliyorlar.”
Zeynep Bilgehan - Göksel Arsoy / Arsoy: “Bayramınızı muhabbetle kutlar, sağlık ve huzur içinde yaşamanızı dilerim.”
HEP PİLOT OLMAK İSTEDİM AMA…
İsminin bunda etkisi olmuş mu bilmiyoruz ama çocuk Göksel doğduğundan itibaren göklere, aralarında bulunduğu havacılara, pilotlara âşık oluyor. Arsoy, “Hep öyle büyüdüm, o hayalle yaşadım” diye anlatıyor: “Pilotlar beni çok sevdiklerinden, havacılık aşkımı da bildiklerinden beni sürekli uçuruyorlardı! Ben hep pilot olmak istedim. İlkokulun bir kısmını Bakırköy’de okuyup ortaokulu Kayseri’de tamamladıktan sonra leyli olarak Haydarpaşa Lisesi’ne geldim. Ancak sonrasında Hava Harp Okulu’na gitmek istediğimi söyleyince evde kıyamet koptu… Ailem beni bırakmayınca çok üzüldüm. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ni kazandım.”