28 Kasım 2007
Gazete okurları, rakip gazetelerin rakip yazarlarının köşelerinde esrarengiz bir logoyla karşılaştılar geçen hafta. Bükülmüş bir sigara ve etrafını çevreleyen "Sigaraya son Hayata Merhaba" sloganı... Nedir bu diye merak edenler Madyatava.com’a, Medyaradar.com’a, Superpoligon.com’a akın ettiler ama cevabı oralarda da bulamadılar.
Eh açıklamak farz oldu demektir artık. Her şey benim başımın altından çıktı, Ünite İletişim de yardakçılık etti.
Hikaye aslında altı ay öncesine dayanıyor. Toplum düşmanı sigaraya yazılarımla açtığım savaş kesmedi, bir de site açayım dedim, onpunto.com’un site açmak isteyenlere verdiği altyapı desteğinden yararlanıp Sigarayason.com adresinde içenlerle içmeyenleri, bırakanlarla bırakmayı düşünenleri bir araya getiren bir platform kurdum.
Ünite İletişim ve Pfizer da destek verince, Sigarayason.com hızla büyüdü sigara içen, içmeyen binlerce kişinin serbestçe fikir alışverişinde bulunduğu bir sosyal sorumluluk projesi haline geldi.
Geçen hafta 20 Kasım Sigarayı Bırakma Günü nedeniyle Sigarayı Bırakma Haftası’ydı. Sigarayı Bırakma Günü her yıl medyada bölük pörçük işlenir. Bu yıl daha güçlü işlensin, bilinçli köşe yazarlarının desteğiyle gündeme daha fazla damgasını vursun istedim. Bu vesileyle sigarayla ilgili çıkarmak istedikleri medeni yasayı sulandırmaya çalışan birkaç sorumsuz milletvekiline karşı medeniyet savaşı veren milletvekillerine de destek olmuş oluruz dedim.
Ünite İletişim’le birlikte bilinç sahibi olduğunu düşündüğümüz köşe yazarlarını arayıp "Sigarayason.com" logosunu 20 Kasım Sigarayı Bırakma Haftası’nda köşelerinde yayınlamalarını rica ettik.
Sağ olsunlar çoğu kırmadı. Hürriyet’ten Doğan Hızlan, Mehmet Y. Yılmaz, Cengiz Semercioğlu, Onur Baştürk; Milliyet’ten Fatoş Karahasan; Akşam’dan Oray Eğin, Elif Aktuğ; Sabah’tan Şelale Kadak, Rahşan Gülşan; Vatan’dan İclal Aydın; Posta’dan Selcen Doğan Ağakay; Bugün’den Can Aksın logoyu köşelerinde yayınladılar. Ayrıca Milliyet Gazetesi arka kapağında, Sabah Gazetesi de Günaydın ekinde haber eşliğinde kullandı. Hepsine sonsuz teşekkürler...
Vegas havası Gaja’yla İstanbul’da
Geçtiğimiz günlerde üç baştan çıkarıcı akşam yemeğine katıldım.İlki Swissotel’in terasında bu yaz hizmete giren ve hemen haklı bir ün yapan Gaja’nın, kışlık mekanında küçük bir grup gurme yazarına verilen davet vesilesiyleydi. Gaja yeni dekorasyonuyla misafirleri henüz girişten itibaren etkileyen bir mekan olmuş. Bana Las Vegas’ta son birkaç yılda açılan yeni lüks restoranların havasını anımsattı. Dünyanın gastronomi merkezi olma yolunda büyük bir hızla ilerleyen Las Vegas’taki mimari trend Gaja’da da çok büyük bir başarıyla kullanılmış. 14. kattaki restoranın büyüleyici Boğaz manzarası, Las Vegas görkemini İstanbul büyüsüyle tamamlamış.
Üç Michelin yıldızlı Paris restoranı Taillevent’ten Gaja’ya gelen şef Dominic Scott Jack’in davet için hazırladığı mönü de, bu başka hiçbir İstanbul restoranında bulamayacağınız ambiyansa yakışır lezzetteydi. İstanbul’a sadece yemekleriyle değil her şeyiyle dünya liginde kaliteli bir restoran kazandırdığı için Swissotel’i kutlamak gerekir.
Katıldığım ikinci davet Chain des Rotisseurs’ün İstanbul Mövenpick Otel’de verdiği akşam yemeğiydi. Michelin yıldızlı misafir Şef Martin Dalsass tam mevsiminde olduğumuz trüf mantarlarına odaklanan bir mönü hazırlamıştı.
Yemek için özel olarak hazırlanan cam mönüden de bahsetmeden edemeyeceğim. Bu orijinal mönü, üzerindeki yazılar loş ışıkta zor okunduğundan davetlilerin eleştirisine maruz kaldı. Ancak yemek bittiğinde masaların tümünde sadece tek bir şey kalmamıştı. Tabağında yemek bırakan misafirler vardı ama hatıralık, şık cam mönüyü masada bırakanına rastlamadım.
İsviçreli Şef Dalsass’ın özelliği zeytinyağı uzmanlığı. Zeytinyağı konusundaki dünya otoritelerinden biri olan Dalsass, mutfağında tam 12 farklı çeşit zeytinyağı bulunduruyor ve her yemeğe o yemeğin özelliğine uygun olanını kullanıyor. Dalsass, yemeğin ertesi günü özel bir zeytinyağı tadımı için beni mutfağına da davet etti. Bu özel zeytinyağı macerasını önümüzdeki günlerde yazacağım.
Şansım trüf mantarından açılmış olacak, katıldığım üçüncü davette de trüf mantarına doydum. Şimdi tam mevsimi ya, Ortaköy’deki seçkin İtalyan restoranı (her yeri saran pizzacılardan, makarnacılardan değil yani) Meditrina, trüfün en makbul çeşidi olan beyaz trüfü yani Alba Trüf’ünü taze olarak getirterek geçici bir mönü yaratmış.
Genç şef Salvatore Bruni’nin beyaz trüfle yarattığı yemekler harikaydı. Özellikle de ev yapımı taze tagliolini makarnaya çok yakışmıştı.
Yazının Devamını Oku 23 Kasım 2007
Ünlü pazarlama gurusu Philip Kotler’le öğle yemeğindeydim. Türkiye’ye geliş nedeni 3. Turquality Vizyon Semineri’nde bir konuşma yapmak ve Türkiye’den dünya markaları çıkabilmesine yönelik stratejileri anlatmak olduğundan, yemekteki sohbet konumuz da doğal olarak bu oldu. Kotler, küresel bir marka yaratmanın yolunun önce yerel pazarda güçlü olmak, sonra komşu ülkelere girmek, buralarda da başarılı olduktan sonra tüm dünyaya açılmaktan geçtiğini söyledi. Küresel markanın tanımını, sadece belli pazarlarda değil, Uzakdoğu, Avrupa ve ABD pazarlarının üçünde de güçlü olmak olarak yaptı. Küresel bir marka yaratmak için uzun yıllar gerektiğinin altını çizdi ve illa bir markayla değil bir ürün çeşidiyle de küresel kalite imajı yaratılabileceğini söyledi. Örnek olarak da Çin yemeğini, Kolombiya kahvesini, Brezilya fındığını verdi.
Verdiği örneklere İtalyan şarabını da ekleyerek, bu ürünlerin küresel ünlerini önce ABD’deki ünlerine borçlu olduklarını, ABD’de bu kadar prestij kazanmalarının bir nedeninin de ABD’de yaşayan kalabalık göçmen grupları olduğunu söyledim. Bu nedenle başta Almanya olmak üzere çeşitli Avrupa ülkelerinde yaşayan kalabalık Türk nüfusunun da jenerik Türk ürünleri için Avrupa’ya giriş kapısı olarak kullanılabileceğini belirttim. Hak verdiğini söyledi.
Yemekte ikram edilen ürünler arasında Somon Füme vardı. Kotler çok beğendi ve Türk somonu olup olmadığını öğrenmek istedi. Bir Türk firması tarafından ithal edilen Norveç somonu çıktı. Kotler sanki Türk somonu çıkmasını ister gibiydi. Böylece dünyaya tanıtacağımız bir ürün olarak gösterebilecekti.
O anda keşke Kotler’e Norveç somonu yerine Türk pastırması, ABD Coca Cola’sı yerine son yıllarda atak yapan kaliteli Türk şaraplarından birini ikram etselerdi diye düşündüm.
Masanın üzerinde duran Turquality tanıtım dosyalarına gözüm de işte o anda takıldı. Turkuaz rengindeki dosyalar kaliteden çok demode bir zevksizliği çağrıştırıyordu.
Nedir bizdeki bu Türk kimliği ile turkuazı eşleştirme merakı? Turkuaz doğada güzel bir renk. Tarihi mimaride de güzel örnekleri var. Ancak günümüz dünyasında kullanımı çok zor bir renk. Kaliteli bir izlenim yaratacak şekilde kulanılabilmesi çok büyük ustalık gerektiriyor. Turkuazı bu şekilde kullanabilen bir tek Tiffany geliyor aklıma. Yerli yersiz kullanıldığında, yanlış seçilen ton nüanslarında, istenilen kalite çağrışımının tam tersi çağrışımlara yol açıyor. Bizim Turquality’de ya da Türk Hava Yolları’nda seçilen turkuaz tonu da kalite yerine kalitesizliği çağrıştıran bir ton.
Gerçekten çok beğendiğim ve başarısını gönülden arzuladığım dahiyane Turquality girişiminin başarılı olabilmesi için önce bu turkuaz takıntısından vazgeçelim. Lütfen...
Türk yemeği cenneti Osmani
Philip Kotler’le öğle yemeğinin davetlisi değil de, davet sahibi olsaydım, götüreceğim yer İstinye Park’ta yeni açılan Osmani olurdu kuşkusuz.
Türk yemeği sunan başka iyi mekanlar yok mu? Var tabii. Feriye ve Borsa örneğin. Osmani bunlara göre çok daha mütevazı bir mekan. Gösterişten uzak bir ambiyansa, fazlasıyla makul fiyatlarda bir mönüye, çok kısıtlı bir şarap seçeneğine sahip. Ancak sunulan yemeklerin lezzeti ve çeşit zenginliği insanın başını döndürüyor.
Zeytinyağlılar mükemmel. Yedi çeşit filan tattım, tek bir fos nota rastlamadım. Kurufasulye ve nohutu özellikle tavsiye ederim. Her ikisi de etsiz, kıymasız yapılmış. Kurufasulye ve nohutu et kullanmadan bu lezzette pişirmek gerçek ustalık istiyor.
Şarap listesi ise Pamukkale çeşitlerinden ibaret. Tek markadan oluşan bir şarap mönüsü tercih edilir bir durum değil tabii ki ama kaliteyi uygun fiyata sunan Pamukkale, aynı özelliği paylaşan Osmani’ye çok yakışmış.
Yazının Devamını Oku 21 Kasım 2007
İsviçre maçında yaşanan rezaletten paçasını sıyıran Fatih Terim ders almamış olacak ki, bugünkü Bosna Hersek maçında ikinci bir faciaya zemin hazırlayabilecek demeçler veriyor. "Seyirci değil, taraftar bekliyoruz" demiş Fatih Terim. Nasıl yani? Bosna Hersek gibi zayıf bir takımı, üstelik kendi evimizde yenmek için taraftara ihtiyacımız varsa, Allah bizi finallere kalıp, güçlü takımlar karşısında rezil olmaktan korusun.
Bir de tabii Fatih Terim’in sonucu kritik önem taşıyan ama kolay takımlar karşısındaki maçlar öncesinde dizlerinin titreyip, tansiyonu yükseltmekten medet umduğu maçlarda neler olduğunu da hatırlamak gerekir.
İsviçre rezaleti hepimizin malumu, hatırlamak dahi istemediğimiz kabus bir geceydi. Dünya klasmanında 81. olan Moldova ve 124. olan Malta’yı kendi evlerinde yenmeyi başaramadık ama İsviçre maçında çıkarttığımız olaylar nedeniyle cezalı oynadığımız maçlarda, taraftar olmamasına rağmen yendik. Atina’da bir avuç Türk seyircisinin huzurunda 4-1 yendiğimiz Yunanistan’a, İstanbul’da Terim’in medet umduğu kendi taraftarımız önünde yenildik.
Türk Milli Takımı’nın fanatik taraftara değil; bilinçli, etkili seyirciye ihtiyacı var. Fanatik taraftarların bize yarardan çok zarar getirdiği artık görülmeli.
Maçtan önce haybeye bağırıp sesi kısılan, maç başlar başlamaz şöyle bir gürleyip beklenen gol geciktikçe suskunlaşan, gol yiyince tamamen susan, ikinci golü yiyince yuhalamaya başlayan, temponun artması gerektiği yerde susup düşmesi gerektiği anlarda coşan, hakemleri etki altına almayı başaramayan fanatik taraftarları kışkırtmaya çalışmak, ancak takımına güveni sıfıra inmiş hocaların umudu olabilir.
Fatih Terim’in takım üzerinde yarattığı aşırı baskıyı en güzel yine kendi futbolcusu, Nihat Kahveci dile getirmiş; "Çok fazla final oynuyoruz"...
Bu akşam beni Bosna Hersek değil, Fatih Terim’in yarattığı gereksiz tansiyon korkutuyor.
Peter Pan’ı da seyirciyle püskürttük
İstanbul gibi bir şehirde, Park Orman gibi bir tesiste, Peter Pan Buz Üstünde gibi bir şovu seyretmeye gelenlerin belli bir kültür seviyesinin üzerinde olmasını beklersiniz, değil mi? Ben de öyle sanıyordum ama devekuşu gibi kafamızı kuma gömerek görmekten kaçındığımız gerçek çok acı ne yazık ki...
10 gün boyunca tekrarlanan Peter Pan Buz Üstünde şovuna gösterilen yoğun ilgi, Türkiye’de çocuklara yönelik etkinliklerin ne denli az olduğunu kanıtlar nitelikteydi. Garanti Bankası, NTV ve National Geographic Kids’in sponsorluğunda gelen dünyaca ünlü Holiday On Ice grubunun 14 gösterisinin biletlerinin haftalar öncesinden tükenmiş olması, ailelerin çocuklarını İstanbul’da götürecek yer aradığını gösteriyordu. İstinye Park’ta açılan çocuklara yönelik restoran Rain Forest Cafe’nin gördüğü yoğun ilgi de bu gözlemimi destekliyor.
Peter Pan Buz Üstünde gerçekten çok görkemli ve büyüleyici bir gösteriydi. Ancak aynı övgüleri gösteriyi izlemeye gelen ailelerin önemli bir bölümü için tekrarlayamayacağım.
Sanki çocuklarını eğlendirmeye değil de, yasak savmaya gelmiş gibiydiler. Gösterinin bitmesine daha dakikalar olmasına rağmen, bitmesinin yakınlaştığını anladıkları anda çocuklarını kapıp bir telaş kapılara yöneldiler. Diğer seyircilerin de kendileri gibi sanattan anlamayan, görgüsüz, saygısız, çocuklarının eğlenmesi umurlarında olmayan kişilerden oluştuğunu varsaydıklarından olacak önlerinden geçip gösterinin en görkemli son sahnelerini seyretmelerine engel olmaktan çekinmediler. Çekinmek bir yana, davranışlarının basitliğini idrak edebilecek kadar kafalarının çalıştığından bile emin değilim.
Aslına bakılırsa keşke diyorum içimden, bu davranışlarının nedeni gerçekten düşünsel kapasitelerinden kaynaklanıyor olsa... Bu da bir özürdür en azından, saygısızlığın özrü yok çünkü...
Yazının Devamını Oku 16 Kasım 2007
Fizik ve sosyal bilgiler kuramları arasında ilgi kurma merakım, fen ve sosyal bilimleri harmanlayarak geçen üniversite yıllarımdan miras kalmış olmalı. Boğaziçi Üniversitesi’ne Fizik Bölümü’nden girdim, Siyaset Bilimi Bölümü’nden çıktım. Arada Psikoloji ile çift anadal bile okudum.
Üniversite yıllarında aralarında ilişki kurmaktan hoşlandığım kavram çiftlerinden biri de görelilik ve empati kavramlarıydı.
Görelilik bildiğiniz gibi, gözlenen cismin zaman ve uzay içindeki konumunun, gözlemcilerin konumlarına göre gözlemciden gözlemciye farklılık gösterebileceğini önerir. Empati ise insanların kendilerini başkasının yerine koyup, olayları onun gibi görebilme, değerlendirebilme, duygularını paylaşabilme yetisidir. Empati bir medeniyet ölçüsüdür. Bir toplum, bireylerinin empati kabiliyeti ölçüsünde medeniyetleşmiştir.
Maslak’ta açılan Doğuş OtoMotion "deneyim merkezi"nin içindeki Einstein Sergisi’ni gezip, etkileşimli stantlar arasında dolaşırken hep "empati" geldi aklıma. Birbirimizi anlayabilmek için empatiye o denli ihtiyacımız var ki şu günlerde, "Keşke" dedim içimden "empati kavramını da görelilik gibi bu kadar açık ve anlaşılır bir biçimde öğretebilen bir sergi daha olsaydı". Sergiden çıktığımdaysa Einstein Sergisi’ni hakkını vererek gezmenin de "empati"yi anlamak için yeterli olabileceğinde karar kıldım.
Doğuş OtoMotion dünyada eşi benzeri olmayan bir mekan. Mutlaka gidip, görün. Hele ortaokul, lise çağında bir çocuğunuz varsa Einstein Sergisi’ni de sakın kaçırmayın.
Otelde caz ziyafeti
Batılı hiçbir ülkede, o ülkenin en iyi cazcılarını bir otel barında programa çıkarken dinleyemezsiniz. Geçen akşam Mövenpick Otel’in Skyline Club Lounge barında Neşet Ruacan Trio ile karşılaştığımda ilk düşüncem bu oldu.
Neşet Ruacan Trio, Mövenpick Hotel’in İstanbul’a tepeden bakan barında henüz yeni çalmaya başlamış. Geçen cuma gittiğimde ikinci haftalarıymış.
Henüz pek tanıtımı yapılmamış olmasına rağmen bar tamamen doluydu. Otelde kalan turistlere ek olarak İstanbullu müşteriler de vardı. Günün yorgunluğunu atmak amacıyla bir kadeh içki içmek için odalarından çıkıp bara gelen turistler, böylesine iyi trio’yu karşılarında bulunca program bitinceye kadar barda kaldılar.
Neşet Ruacan’a perküsyonda Cezmi Başeğmez’in, vokalde Dolunay Obruk’un başarıyla eşlik ettiği trio’yu otelin barında cuma ve cumartesi akşamları dinleyebilirsiniz. Neşet Ruacan Trio’nun bir de sürprizi var, pazar sabahları da "brunch"a eşlik ediyorlar.
Her yemekle farklı kadeh şarap
Türkiye’deki restoranlarda şişe açtırmadan, kadehle şarap içmek istediğinizde işiniz zordur. En zengin çeşitli şarap mönülerinde bile kadeh olarak sunulan şarapların sayısı birkaç çeşitle sınırlıdır.
Zengin çeşitte kadeh şarap sunmak, iyi bir restoran için prestij meselesidir. Restoranlarımızın bir kadeh şaraba, şişe fiyatından yüksek fiyat koydukları düşünülürse, restoranların özürü de kalmıyor.
Doluca’nın geçen yıl başlattığı ve bu yıl tekrarladığı İstanbul Kadeh Kaldırıyor dahiyane etkinliği bu eksikliği dolduruyor. 360, Ajia, Borsa İstinye Park, Changa, Da Mario, İstanbul Modern, Masa, Mikla, Müzede Changa, Sunset, Şans, Vogue ve Wanna’dan oluşan 13 birbirinden iyi restoranda Türkiye, Kaliforniya, Fransa, Şili, İtalya ve Avustralya’dan 60 kadar farklı şarabı şişe açtırmadan, kadeh olarak içme olanağı sunuyor.
7 Kasım’da başlayan ve 18 Kasım’a kadar sürecek olan "İstanbul Kadeh Kaldırıyor 2" günlerinin "start"ını Doluca’nın davetlisi olarak Sunset’te verdim. Doluca’nın piyasaya henüz sürülmemiş en yeni ürünü "Karma Şiraz-Boğazkere" de dahil olmak üzere birkaç enfes şarabı, Sunset’in nefis yemekleri eşliğinde yudumladım. Karma Şiraz-Boğazkere şimdilik biraz toy ama birkaç ay sonrası için özellikle baharatlı yemeklere eşlik edecek iyi bir şarap vaat ediyor.
Doluca’nın bu örnek etkinliğinin, restoranlarımıza kadehte sundukları şarap çeşitlerini artırma konusunda ilham vermesini umuyorum.
Yazının Devamını Oku 14 Kasım 2007
TBMM Başkanı Köksal Toptan, Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in sigara yasaklarıyla ilgili mantık dışı sözleri için "Şaka yapmış olmalı", diyor. Keşke öyle olsa ama hiç sanmıyorum. Şahin diyor ki, "Vatandaşımızın zaten elinde bir sigarası kaldı. Ona da fazla müdahale etmeyelim"... Böyle şaka mı olur? Bunu söyleyen Adalet Bakanı yarın, "Vatandaşımızın elinde bir tabancası kaldı. Ona da fazla müdahale etmeyelim, düğünlerde filan havaya serbestçe ateş açsın" veya "Polisimizin elinde bir rüşveti kaldı. Ona da fazla müdahale etmeyelim", derse şaka deyip geçiştirecek miyiz?
Bakan Şahin, "Kanun teklifi görüşülürken maddelerinin Türkiye gerçeklerine uygun şekilde yeniden gözden geçirilmesinde ve uygulama kabiliyeti olacak bir hale getirilmesinde yarar olduğunu düşünüyorum", diye devam etmiş. İki hafta önce bu yasa teklifi, milletvekillerince mutlaka sulandırılmaya çalışılacaktır, aman tütün tüccarlarının oyununa gelmeyelim demiştim. İlk sulandırma girişiminin bir bakandan geleceğini beklemiyordum doğrusu.
Adalet Bakanı, yasanın uygulamada zorluk getirceğini, yasakların denetlenemeyeceğini iddia etmiş. Merak etmesin, eğer gerekli önlemler alınır, yasanın uygulamasına yönelik yönetmelikler doğru çıkartılırsa hiç sorun olmaz. Yeter ki siz insanların başkalarını zehirleme özgürlüğü olmadığını zihnen kabul edin.
Tüm sorun bu noktada düğümleniyor. Adalet Bakanı Şahin, belli ki sigara içmeyi bir hak, bir özgürlük olarak gören çarpık mantığın esiri olmuş. Evet sigara içmek bir hak ama sadece ve sadece yanlız başınayken kullanılabilecek bir hak. (sigarayason.com)
Kirlenmek mi güzel temizlenmek mi
n Omo’nun "kirlenmek güzeldir" temalı reklamındaki esprili hoş mesajı beğenenlerden olmama rağmen, Beşiktaş’taki açıkhava çalışmasını görünce tek tepkim "iğrenç" demek oldu.
Koca bir duvara dev boyutta, kabartma kazak motifleri yapıştırmışlar. Kir içindeki giysi kabartmalarıyla; temizlemesi kolay olduktan sonra insanların eğlence ve oyun dahil bazı işleri üstlerini, başlarını kirletmekten çekinmeden yapabilecekleri mesajı verilmeye çalışılmış. Ancak fikir öylesine kötü ve özensiz uygulanmış ki ortaya çok sevimsiz ve itici bir görüntü çıkmış. Reklam panosu verilmek istenen temizlik kolay imajından çok görüntü kirliliği yaratma amacına hizmet etmiş.
n Nişantaşı’ndaki kebapçılardan biri olan Komşu’nun sahibi, garsonların ter kokusuna çare bulmuş. Hepsinin koltukaltına botoks yaptırmış. Ter bezlerini felce uğratıp, terlemelerini önlemiş. Yaptığı işin doğruluğundan emin medyaya övünüyor. Önce Ayşe Arman yazdı, ertesi gün Sabah gazetesi haber yaptı.
Botoks yaptırıp, ter bezlerini felç etmek kirliliğin çaresi değil ki. Medeni ülkelerin, medeni restoranlarının, medeni garsonlarının hepsi botoks mu yaptırıyor da, ter kokmadan servis yapmayı beceriyorlar. Terlemek güzeldir...
n Mardinli kadınlar, JohnsonDiversey ve Kagider işbirliği ile muhteşem bir projeye girişmişler. Mardin’e has bir sabun olan "bıttım"ı üretip, endüstriyel ürün olarak önde gelen otellere pazarlıyorlar.
Yabani fıstık bıttımın yağından üretilen yöresel sabunun saç dökülmesi ve kepeğe iyi geldiği biliniyor. Mardinli kadınlar JohnsonDiversey’nin ÇATOM’un desteği ile kurduğu atölyede el yapımı bıttım sabunu üretiyorlar. Üretilen sabun JohnsonDiversey tarafından satın alınarak, lüks otel ve tatil köylerine pazarlanıyor. Bıttım sabununu satın alıp müşterilerine sunan seçkin oteller arasında Rixos, Crowne Plaza, Holiday Inn ve Güral apanca Wellness Park bulunuyor.
Proje benim çok hoşuma gitti. Alın teri daha da güzeldir...
Yazının Devamını Oku 9 Kasım 2007
İstanbul’daki 2-1’lik şanslı Liverpool galibiyetini Mehmetçik’e hediye ettiklerini söyleyen Beşiktaş Teknik Direktörü Ertuğrul Sağlam, 8-0’lık hezimeti kime hediye ediyor acaba? Milliyetçi duyguları futbol maçlarıyla ilişkilendirmek hem lüzumsuz hem de lüzumsuz olduğu kadar tehlikeli bir süreç.
Bu trend, 12 Eylül döneminde lig maçlarında İstiklal Marşı söylenmesiyle başladı. Milliyetçi duyguları sömürme sevdalısı bazı kesimler, tribünleri dolduran taraftarlara amigolar aracılığıyla maçtan önce İstiklal Marşı söyletmeye başladılar.
Seyircinin doğaçlama söylemesi yetmedi, İstiklal Marşı maçlardan önce hoparlörlerden çalınmaya başladı. Futbol seyircisinin saf milliyetçi duyguları sömürülmeye devam edildi. "Ayrılıkçı Milliyetçilik" futbolla özdeşleştirilmeye başlandı.
Avrupa Kupası maçları Avrupa’ya yapılan akıncı saldırılara dönüştürüldü. Seyirci "Avrupa Avrupa duy sesimizi, bu gelen Türklerin ayak sesleri", diye bağırtıldı.
Sormak lazım. Avrupa Birliği’ne girmenin eşiğine gelen bir ülkede Avrupa’yı, "Oraya geliriz..." diye tehdit etmenin anlamı nedir? Kültür birliği olan Avrupa Birliği’ne girme sürecinde olan bir ülkede, diğer Avrupa takımlarıyla yapılan maçları milli dava yapmanın mantığı nerede?
Türkiye’nin AB’ye girmesini savunanlar, AB’ye girebilmesi için gerekli kültürel sıçramayı, zihinsel hazırlığı yakalaması için çaba gösterenler, Türkiye’yi bu yoldan saptırmak isteyen "Ayrılıkçı Milliyetçiler"in futbol seyircisini alet etme amacını görmeliler.
Futbol maçlarını seyirlik bir zevk, taraftarlığı katılımcı bir eğlence olmaktan çıkartmak isteyenlere gecikmeden, dur diyelim.
Sevgili Beşiktaş. Liverpool’a 8-0 yenilmen umurumda değil. Bir Galatasaraylı olarak seni hálá seviyorum. Türk takımı olduğun için değil, Galatasaray’ın ezeli rakibi olduğun için seviyorum. Beşiktaş ve Fenerbahçe bu kadar büyük olmasa Galatasaray’ın da bu kadar büyük olmayacağını bildiğim için seviyorum.
Üç yeni harika şarap
Son birkaç haftadır denediğim yeni şaraplar arasından farklı nedenlerle dikkatimi çeken üçünü sizlerle paylaşmak istiyorum.
İlki Babil Şarapçılık’ın ithal ettiği Torti Pinot Noir Beyaz... Kırmızı üzüm türü olan Pinot Noir kullanılarak yapılmış bir beyaz şarap bu. Hilton The Roof Restaurant’da düzenlenen "Roma İmparatorluğu Lezzetleri" günlerinde tattım. Roma Cavalieri Hilton’un genç aşçısı Giovanni Fella’nın konuk şef olarak hazırladığı deniz ürünü çeşitlerini mükemmel tamamlıyordu.
En iyi şampanyaların ve Burgonya kırmızılarının temelini oluşturan Pinot Noir, Sideways’le kazandığı popülaritesini yavaş yavaş kaybediyor ama Torti’nin beyazı, bu soylu Fransız’ın yepyeni karakterini keşfetmeniz için iyi bir fırsat.
Tavsiye edeceğim ikinci şarabı ithalatçı ADCO’nun, Mövenpick Otel Azzur restoranda düzenlediği yemekte tattım. Türk’ten daha Türk ünlü şef Maximillian Thomae’nin hazırladığı mönü gerçekten harikaydı. Adco’nun şarapları da öyle. Ama özellikle de Kadayıf ile Panelenmiş Cevizli Çerkez Peyniri’ne eşlik eden Heitz Cellar Cabarnet 2001...
Yüzde 100 Cabernet Sauvignon üzümlerinden üretilen Heitz Cellar Cabarnet Sauvignon 2001, Napa vadisinin ve Napa için çok iyi bir yıl olan 2001’in mükemmel bir temsilcisi.
Tavsiye edeceğim üçüncü şarap ise Garanti Bankası eski Genel Müdürü Akın Öngör’ün Selendi’sinin 2005’i... Selendi 2005’i de Türkiye’nin en iyi restoranlarından Mikla’da, en sevdiğim şeflerden biri olan Mehmet Gürs’ün hazırladığı mönü eşliğinde tattık.
Selendi 2005, Akın Öngör’ün Akhisar’daki küçük bağından aldığı rekoltelerden piyasaya sürdüğü ikincisi. İlki olan 2004’ü de fiyatı hariç sevmiştim. Selendi 2005’i beklediğim gibi çok daha başarılı buldum. Geçen yıl Cabarnet Sauvignon ağırlıklı olan harmanında bu yıl Merlot’ya ağırlık verilmesi isabetli bir karar olmuş. Merlot’nun, Akhisar’daki bağın mikro ikliminden güçlü esintiler aldığı kendine has meyvemsi aromaları Selendi 2005 ile, kuzu eti ağırlıklı Türk mutfağı için harika bir refakatçi kazandırmış.
Yazının Devamını Oku 7 Kasım 2007
Çocuğunuzun arkadaşlarıyla yaşlarına uygun bir mekanda vakit geçirdiğini düşünüyorsanız, yanılıyor olma olasılığınız sandığınızdan kat kat fazla. Şu anda verdiğiniz harçlığı, sayıları her geçen gün artan nargile kafelerinin keşhane gibi dumanaltı ortamında, nargile tüttürmek için harcıyor olabilir.
Birkaç hafta önce bir TV programının konuğu olarak, bu kafelerden birindeydim. Bahçesine adım atar atmaz, karşılaştığım manzara karşısında dünyam şaştı. Masaların neredeyse tamamında yaşları 13-17 arasında kızlı, erkekli gençler oturuyordu. Bazılarının okulu asarak geldiği, üzerlerindeki üniformalardan belliydi. Ve hepsinin önünde bir nargile, fokurdata fokurdata içiyorlardı.
Açık hava olmasına rağmen, hava o denli dumanlıydı ki, o sırada tenha olan iç salona kaçtım. Garsona 18 yaşından küçüklere tütün mamülleri satmanın yasadışı olduğunu, yaşı küçük çocuklara neden nargile servisi yaptıklarını sordum. Yanlarında abileriyle geldikleri gibi komik bir gerekçe öne sürdü.
Patronla konuştum. Aile büyükleri karşı çıktığı için, içki ruhsatları olmasına rağmen içki bile satmadıklarını aktardı. Çocuk yaştaki gençlere nargile servisi yapmanın, yetişkinlere içki satmaktan çok daha büyük bir sorumsuzluk olduğunu anlatmaya çalıştım. Dinledi, hak verir gibi göründü ama çocuklara nargile satışı öyle kolay bir para kazanma yöntemi olmuş ki bu kolay para kapısından vazgeçer mi bilmiyorum.
O dehşet verici manzaranın ardından, İstanbul’un çeşitli semtlerinde birkaç nargile kafeyi daha ziyaret ettim. Durum hepsinde üç aşağı beş yukarı aynı. Nargile servisi yapılan kişinin yaşı hiçbir işletmecinin umurunda değil. Dahası çocuklar, bu nargile kafe işletmelerinden bazıları için resmen hedef kitle seçilmiş.
Özenti, gençlik çağındaki çocukların zaafı. Nargile kafe işletmecilerinden bazıları çocukların bu zaafını kullanıyorlar. Ortaokul, lise çağındaki çocuklar için gözden uzak, samimi sohbet ortamları sunuyorlar. Bu gençlerin sözüm ona dostları, sırdaşları gibi davranıyorlar.
Çocuk nargile içme niyeti olmasa bile, arkadaşları oraya takılıyor diye bu nargile kafelere gidiyor. Ve ne kadar iyi niyetli, tütünden uzak durmaya ne kadar kararlı olursa olsun, bir süre sonra çevre baskısına karşı koyamayıp nargile fokurdatmayı denemeye başlıyor. Kısa bir süre sonra da, ne olduğunu anlayamadan nikotin bağımlısı olup çıkıyor.
Nargile kafelerde öylesine korkunç manzaralarla karşılaştım ki, layıkıyla tasvir edebilmem olanaksız. Kimi beşer, onarlık gruplar içinde alem yapar gibi takılıyor nargileye. Kimi bir köşeye çekilip tek başına, yakası bağrı açık bir keş izlenimi yaratmaya çalışırcasına trajikomik bir halde, gözlerini kaydıra kaydıra tüttürüyor nargilesini.
Oğlunu, kızını bu halde görecek bir ana baba eminim çıldırır. Ve inanın bana, çocuklara nargile servis eden nargile kafelerin sayısı virüs gibi çoğalıyor.
Valiliklerin, belediyelerin sorunun farkında olduğunu bile sanmıyorum. Ne ilgilenen var, ne denetleyen.
Monopoly’de Visa kartı devri
Geçen gün Monopoly’nin en yeni versiyonu "Monopoly Elektronik Bankacılık"ın kutusuyla karşılaşınca, önce farklı temalardaki versiyonlardan bir yenisi diye düşünüp fazla heyecanlanmadım. Ama kutunun üzerindeki yazıları okudukça katlanarak arttı heyecanım. Para yerine kredi kartı kullanıldığı yazıyordu kutuda.
Kutuyu büyük bir heyecanla açtım ve eşim Lale’yle birlikte masa başına kuruldum. Monopoly’nin bu yeni versiyonu tam anlamıyla bir devrim gerçekten. Tutkunları bilir, Monopoly bir takım sokak ve cadde tapularının alınıp satılmasına ve bu caddelere kurulacak otellere uğrayan diğer oyunculardan elde edilecek kira gelirine dayalı bir oyundur. Klasik Monopoly’de tüm bu işlemler için oyuncak kağıt paralar kullanılır.
Monopoly Elektronik Bankacılık’ta bu kağıt paraların yerine oyuncak kredi kartları kullanılıyor. Oyuncak dediğime bakmayın, bu kartlar da tıpkı gerçekleri gibi üzerlerinde akıllı çipler barındırıyor ve VISA logosu taşıyorlar. Oyun kutusundan bir de POS makinesi çıkıyor. Oyuncular, oyun sırasında alım-satım yaparken ya da birbirlerine kira ödemesi yaparken VISA logolu kredi kartlarını, bu kart okuyucusundan geçiriyor ve para transferini bu şekilde gerçekleştiriyorlar.
Kredi kartları ve VISA, Monopoly’ye yepyeni bir zevk katmış. Biz çok eğlendik.
Yazının Devamını Oku 2 Kasım 2007
İnşaatı tamamlanmadan hizmete açılmış olmasını müşterilerine yapılan bir saygısızlık olarak kabul ettiğimden, İstanbul Park’a gitmiyordum. Geçenlerde yaptıkları tantanalı resmi açılışa itibar edip, inşaat bitmiştir artık diyerek gittim. Hálá tam olarak bitmemiş. Belli ki yetiştirememişler, kiracılarına tazminat ödemektense müşteriye saygısızlık yapma yolunu seçmişler. Nasıl olsa bizim halk önüne ne sürersen sür yer diye düşünmüş olmalılar.
Açılışta müşteriden esirgenen saygıyı otopark girişinde görünce sevindim. Otomobilde küçük çocuk olduğunu görünce, bizi hemen yaya girişine yakın birkaç otomobillik park bölgesine yönlendirdiler. Çocuklu ailelere öncelik tanıdıklarını anlatırlarken arkamızdaki otomobilin kadın sürücüsü çaçaronluğa başladı. Efendim madem çocuklu ailelere öncelik tanıyorlarmış, o da kadınmış, ona da öncelik tanınmalıymış. Kadının çaçaronluğu karşısında hemen pes etmeleri, ardımızdan gelecek başka bir bebekli ailenin hakkını yedikleri için eksi puandı.
İstinye Park görkemli bir alışveriş merkezi ama beklediğim kadar da etkileyici bulmadım. Medyada İstinye Park’ı ballandıra ballandıra anlatan o kadar çok yazı yayınlandı ki, belki de bu yazıların yarattığı yersiz yüksek beklentilerdi hayal kırıklığımın sebebi.
İstinye Park’ı anlatan yazıları okuyunca edindiğim izlenim, inşaatı henüz bitmemiş de olsa batılı ülkelerin medeni alışveriş merkezlerini aratmayacak, hatta onlardan daha üstün, daha medeni bir alışveriş merkezine kavuşmuş olduğumuzdu.
İstinye Park’ın geniş koridorlarını gezerken, etrafımdaki dekor ABD’nin dev alışveriş merkezlerini aratmayacak kadar eksiksiz olmasına rağmen, ne olduğunu hemen çözemediğim bazı şeylerin eksik olduğu hissine kapıldım.
Neydi bu eksiklik? Kalabalık mı? Evet, biraz... İnsanların kılık kıyafeti mi? Belki, çok az... Uğultu gürültü mü? Eh işte...
Gerçek nedeni keşfetmem zaman aldı ama sonunda keşfettim. Kendimi gerçekten batılı bir ülkenin, medeni bir alışveriş merkezinde hissetmememin iki önemli faktörü vardı. Birincisi sigara içmek serbest olduğu için yürürken sürekli sigara dumanı esintilerine maruz kalmak... İkincisi ise insanların yürürken sürekli birbirlerine çarpması... Yani kısacası saygı eksikliği...
İnsanlar birbirine saygı duymayı öğrenmedikçe ne kadar modern bina yaparsak yapalım medeni olmayı beceremeyeceğiz.
Rain Forest ve D&R medeniyeti
İstinye Park’ta kendimi hiç de iddia edildiği gibi batılı bir ülkenin medeni bir alışveriş merkezindeymiş gibi hissetmedim ama bu dev alışveriş merkezinde öyle iki mekan var ki, ikisinde de kendimi tam anlamıyla medeni bir ülkede hissettim. Birincisi Rain Forest Cafe, ikincisi D&R mağazası...
Rain Forest Cafe’yle tanışmam, 10 yıl öncesine dayanır. Sevgili eşim Lale’nin tavsiyesiyle Las Vegas’taki şubesine birlikte gitmiştik. Daha sonra farklı şehirlerdekilerine de gittim. ABD’deki zincir restoranların tipik bir örneği. Her şubesi aynı standartta, birbirin neredeyse tıpatıp benzeri, hangi şehirde olursa olsun insanı kendi şehrindeki bildik restoranda hissettiren zincirlerden.
Rain Forest Cafe gerçekçi dekoruyla size kendinizi yağmur ormanlarındaymış gibi hissettiren bir mekan. Ağaçlar arasında oturup, orman sesleri eşliğinde yemek yiyorsunuz. Konsept çocuklu ailelere hitap ediyor. Herşey çocukların ve ailelerinin ihtiyaçları göz önüne alınarak tasarlanmış.
Sigara mekanın tamamında yasak. Kendimi batılı, medeni bir ülkenin restoranında hissetmemin nedenlerinden biri de bu zaten. Ama tek neden bu değil.
Servis örneğin... Garsonların tümü çok iyi eğitim almış. Tıpkı batılı restoranlarda olduğu gibi müşteriyi memnun etmenin en önemli görevleri olduğunun bilincindeler.
Mönü çok zengin. Her zevke hitap edecek çeşitlilikte. ABD’deki mönüden az da olsa sapılmış ama herkesi memnun edebilecek bir mönü. Rain Forest Cafe’yi çocuklu, çocuksuz herkese tavsiye ederim. İstanbullular için uçağa filan binmeden kendilerini yurtdışına gitmiş gibi hissedebilecekleri yegane mekan. Darısı diğer şehirlerimizin başına. Konseptin tutacağından ve diğer illerimize yayılacağından eminim.
İsinye Park’ta kendimi batılı bir ülkede, medeni bir mekanda hissettiğim ikinci bir mekan daha vardı. O da D&R mağazası... D&R’ın İstinye Park mağazası kitapçı, CD’ci filan denilip geçilemeyecek bir mağaza. Diğer D&R mağazalarından da öte bir atmosferi var.
ABD seyahatlerimde en keyifli zaman geçirdiğim yerler Barnes&Nobel kitap mağazalarıdır. İstinye Park’taki D&R mağazası hiç abartmıyorum ABD’deki en gelişkin Barnes&Noble’ı aratmadı. Tek eksiği belki de içinde bir kafesinin olmaması. Belki onu da açarlar...
Yazının Devamını Oku