19 Aralık 2007
Fazıl Say’ın "Pes ettim, gidiyorum" demesi acı. Bir takım yalakaların Fazıl Say’a "Git, güle güle" demesi daha acı. "Yetti artık, gidiyorum" diyebilecek özgürlüğü kazanabilmiş dünya çapında sanatçılarımızın sayısının, nedenleri farklı da olsa Orhan Pamuk ve Fazıl Say’dan ibaret kalacak kadar olması ise en acısı... Buna karşılık Türkiye’yi terk ettiği andan itibaren bir hiç olacakların, "Yetti artık Türkiye’deki bu düzeysizlik" diyememesini anlamak en kolayı. Fazıl Say’a "Güle güle" diyenleri, zaten reklam peşinde diye çamur atanları anlamak da kolay. Çizdiği palyaço kıyafetlerini bakanlıklara, belediyelere satan overlokçu modelisti, iktidara sürekli yağ çektiği için Cumhurbaşkanı’nın sofrasına davet edilen yağ yazarını, iklimden nemalanan iletişimci/pazarlamacı/gazeteci kırmasını anlamamak mümkün mü?.. Zor olanı, "Yetti artık gidiyorum" diyen aydını anlamak. Türkiye’den gitseniz bile bir Türk sanatçısı olarak dünyanın her yerinde alkışlanacak seviyeye geldiğinizi varsayın. Ve elinizi vicdanınıza koyup şu aşağıdaki gerçeklere rağmen Türkiye’yi terk etmemek için kendinize bir neden bulun:
- Park edecek bir otopark bulamadığınız için kaldırıma park etmek zorunda kalıyorsanız.
- Park eden otomobiller yüzünden kaldırımda değil, caddede yürüyorsanız.
- Sokakta yürürken, sahiplerince toplanmayan köpek pisliklerinin arasında slalom yapıyorsanız.
- Pazardan aldığınız taze sebzenin, marketten donmuş olarak aldığınızdan daha fazla sağlığa zararlı olma riski varsa.
- İstanbul gibi bir metropolün valisi, belediye başkanı her önüne gelenin, her gece, neredeyse her saat başı havai fişek patlatmasına izin veriyor ve bunu normal buluyorsa.
- Girdiğiniz sokakların en az yarısında ters yönden gelen bir motosikletliyle burun buruna geliyorsanız ve bunlara tek bir kez bile ceza yazıldığına tanık olmadıysanız.
- Türk şarap üreticisinin iflahının kesilmesi için şaraba fahiş vergi getiriliyorsa.
- Sigara dumanı yüzünden çocuklu aileler gidecek kafe, restoran bulamıyorsa.
- Birkaç büyük şehir haricinde, keyifli bir akşam yemeği yiyecek içkili restoran bulamıyorsanız.
- Sinemaya gittiğinizde filmin ilk yarısı, filmden önce gösterilen reklamlardan daha kısa sürüyorsa ve kimse sesini çıkarmıyorsa.
- Bir baş örtme stili olan ve yirmi, otuz yıl öncesine kadar hiçbir yerde rastlanmayan türban, baş örtme inancıymış gibi paketlenip sistematik olarak siyasallaştırılıyorsa.
- Üniversiteye girişte yasak olan siyasi baş örtme biçimi; kamu kurum ve kuruluşlarında işe giriş için tercih nedeni oluyorsa, türbanlı kadınların kocalarının terfisinde, devletin kilit kademelerine yönetici olarak atanmalarında baş kriter rolü oynuyorsa.
- Babaları ve kocaları tarafından dayak tehdidiyle toplum içine zorla türbanlı çıkartılan kızlar ve kadınlar, evde başları açık karşıladıkları anketörlerce yapılan anketlerin sonucuna başı açık olarak yansıyorlarsa ve bu anketlerin sonuçları "Bakın işte türbanlı sayısı artmamış, azalmış" şeklindeki abuk bir tartışmanın konusu ediliyorlarsa.
- Başı açık yürüyen kadınlar, sokakta türbanlı kadınların tacizkar laflarına maruz kalmaya başladılarsa.
- Herkes türban takma özgürlüğünü tartışırken, aile içi şiddet baskısıyla başını örtmeye zorlanan kız evlatların ve ev kadınlarının özgürlüğünü kimse ağzına bile almıyorsa.
Fazıl Say gibi dünyanın her yerinde alkışlanan bir Türk sanatçısı olsaydınız, yukarıda çok kısaca özetlediğim tüm bu gerçeklere rağmen, Türkiye’yi terk etmeyip, burada kalmanız için tek bir neden söyleyebilir miydiniz? Söyleyebilirdiniz: "Değil yüzde 47, çoğunluk bile olsanız... Hatta yüzde 99’u bulsanız... Bu ülke sizin değil. Bizim, hepimizin. Kalıyorum"...
Yazının Devamını Oku 14 Aralık 2007
Sudan sebeplerle TV kanallarının işine maydanoz olan RTÜK, apaçık kumar oynatılan "Var mısın Yok musun" yarışma programına seyirci kalmakla yetiniyor.
Acun Ilıcalı’nın yaptığı ve sunduğu "Var mısın Yok musun" isimli yarışmada yarışmacılar hiçbir beceri ya da bilgi sergilemeden sadece şanslarıyla yarışıyorlar. Yarışmacı 20 kutudan birini seçiyor. Yarışmacı seçtiği kutuda kaç YTL ikramiye olduğunu bilmiyor. Üçer üçer diğer kutuları açtırıyor. Her üç kutu açılışından sonra banka adı verilen program görevlisi, açılan kutulardan arta kalan ikramiyelerin tutarına göre bir olasılık hesabı yapıyor ve yarışmacıya kutusunda kazandığı ikramiyeden vazgeçmesi koşuluyla bir ödül teklifinde bulunuyor.
Program görevlisinin yaptığı teklif, kumarhanelerde kullanılan klasik olasılık hesaplarına dayanıyor.
Oynatılan tam anlamıyla bir kumar çünkü yarışmacı o sırada bankanın teklifindeki parayı zaten kazanmış durumda. Kazanmış olduğu bu parayı riske edip yarışmaya devam edip etmeme arasında seçim yaparak kumar oynaması isteniyor. Aslında yarışmacının bu aşamada kumardan kaçma şansı da yok. Teklifi kabul etse de kumar oynamış olacak, etmese de...
Huysuz Virjin’in zenne olarak sahneye çıkmasına tahammül edemeyip, kanal yöneticileri üzerinde baskı yaparak kırk yıllık Huysuz Virjin tiplemesinin ekrana Seyfi Dursunoğlu olarak çıkmasını sağlayan RTÜK, TV ekranlarında kumar oynatılmasına bir şey demiyor.
Türkiye’nin bilgi ve kültür seviyesini gözler önüne seren Güzel ve Dahi yarışmasına tahammül edemeyen Bakan Nimet Çubukçu’nun talimatlarıyla kanal üzerinde baskı kuran ve kanal yönetimi herhangi bir duyuru yapmamışken yarışmanın yayından kaldırıldığını kendi kendine duyurarak işi oldu bittiye getiren RTÜK, TV ekranlarının kumara özendirmek için kullanılmasına sessiz kalıyor.
Canlı yayına bağlanarak, spor programı sunucusunu azarlamaktan kaçınmayan RTÜK Başkanı Zahit Akman, TV ekranlarında oynatılan kumarı seyretmekle yetiniyor.
Şaşırdım mı? Ne münasebet? Kimi kurumlara ve kerameti kendinden menkul kurum başkanlarına böylesi otoriter yetkiler vermenin sonu, işte böyle keyfi uygulamalardır. Yeni yürürlüğe giren İnternet Yasası’na dayanılarak kurulan Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’nda da iş buralara gidecek. Çünkü yeni yasa, hükümetin hoşlanmadığı siteleri, başı açık kadın fotoğrafı yayınladı diye müstehcen yayın yapma bahanesiyle kapatmasına olanak veren bir yasa.
Şarap Divan’da içilir
Yazının Devamını Oku 14 Aralık 2007
Hürriyet e.yaşam’ın ilk sayısını yayınladığımız gün dün gibi aklımda. 2002 yılının Kasım ayıydı. Ağır bir ekonomik krizin ortasındaydık. Reklam Müdürü Deniz Tufan’la kafa kafaya verip bilişim eki çıkartacağız dediğimizde, alaycı bakışlarla karşılaşmıştık.
Çoğunluk e.yaşam’a sonu çabuk gelecek bir macera olarak bakıyordu. Türkiye’de bir yılını doldurmayı başarmış bilişim konulu tek bir gazete eki örneği yokken, bizim böylesine iddialı bir projeyle üstelik ekonomik kriz sırasında ortaya çıkışımıza bıyık altından gülüyorlar, arkamızdan birkaç sayı sonra kapanır dedikodusu yapıyorlardı.
Biz kararlıydık. Vizyonumuzu paylaşan bir avuç dost bize yeter diyorduk. Hürriyet Reklam Grup Başkanlığı inandı, gazete tepe yönetimi inandı, Türkiye Bilişim Vakfı ve TÜBİSAD inandı, sektörden birkaç büyük şirket inandı, editörlerimizle yazarlarımız inandı ve biz de kolları sıvadık. En önemlisi okurlarımız inandı ve bize sahip çıktı.
Aradan beş yıldan fazla bir zaman geçti. Altıncı yayın yılımıza girdiğimiz bu günlerde, Türkiye’de bir yılını doldurmayı başarmış hálá tek bir bilişim eki yok. Altıncı yılımıza girdik, ama kapanmamızı umanlar ve hatta fitne, fesat yayanlar hálá var.
Onlara aldırmadan yolumuza devam ediyoruz. Teknolojinin hızla ilerlediği bu çağda bizim de aynı hızla değişmemiz, ilerlememiz, gelişmemiz gerektiğinin bilincindeyiz.
Altıncı yılımıza adım atarken logomuzun altındaki "Teknolojiyi Türkçe konuşturan gazete" sloganını yenisiyle değiştirmemiz laf olsun diye değil. Eski sloganımız reklam sloganı olarak şirketlere ilham kaynağı olmuştu. Yeni sloganımız "İyi yaşam teknoloji ile başlar" da hiç kuşkumuz yok yine sektöre ilham verecek.
Bu iki slogan da kendi kendine çıkmadı çünkü. Sektörün öncü şirketlerinden doğan ancak henüz dile getirilmemiş duyguları kelimelerle ifade ederek, sektöre tercüman oluşumuzun sonucu her ikisi de.
Biz artık teknolojinin yaşamdan soyutlanamayacağı, teknolojinin iyi yaşamanın ayrılmaz bir parçası olduğu bir döneme girdiğimizi görüyoruz. Teknoloji sektörünün vizyoner şirketlerinin de bu yeni yaşam biçimini iliklerine kadar hissetiklerinin farkındayız.
Kısacası Hürriyet e.yaşam olarak her zaman yaptığımızı yapıyor, "İyi yaşam teknoloji ile başlar" diye haykırarak üreticisiyle tüketicisiyle, ihracatçısıyla ithalatçısıyla, yazarıyla okuruyla, hepimizin ortaklaşa paylaştığı bir hissi dışa vurarak geliyoruz.
2008’de yepyeni ve devrimci bir Hürriyet e.yaşam’da buluşmak üzere...
Yazının Devamını Oku 12 Aralık 2007
Yemekte çay içilir mi? Hemen kestirmeden karşı çıkmadan önce şöyle bir düşünün isterseniz... Börek de yemek değil mi? Böreğin yanında çay içmiyor muyuz?
Peki ya iftar sofraları? Sahur yemekleri? Baş köşelerinde çay oturmuyor mu?
Japonların suşinin yanında beyaz şarap içtiğini sananlardan mısınız? Yeri gelmişken Japonya’da suşi çubukla da yenmez, elle yenilir. Çiğ balık parçasının altındaki pirinç baş parmak ile orta parmak arasında tutulur. İşaret parmağı ile balığın üzerine bastırılır ve suşi başaşağı çevrilerek balık soya sosuna batırılır. Pirincin soya sosuna değmemesine dikkat edilir.
Suşinin yanında bira da iyi gider, ama geleneksel eşlikçisi yeşil çaydır.
Four Seasons’da çaylı mönü
Geçen gün küçük bir grup gurme yazar, Lipton’un Four Seasons Hotel’de verdiği akşam yemeğinde Unilever Türkiye Başkan Yardımcısı Mustafa Seçkin’in davetlisi olarak bir araya geldik.
Alışılagelmişin dışında bir mönü bizi bekliyordu. Şef Mehmet Gök yaratıcılığını konuşturmuş ve malzemelerinde çay kullandığı yemeklerden oluşan bir mönü hazırlamış. Yemeklere eşlik edecek çay eşlemesini ise bizzat Mustafa Seçkin üstlenmiş.
Birinci yemek sofradaki herkesin ortak takdirini toplayan Somon Balığı Gravlax’dı. Lipton’un mango, şeftali, portakal ile lezzetlendirilmiş beyaz çayında marine edilen balığın tuz ve şeker karışımında ateş kullanılmadan pişirilmesiyle yapılmıştı. Yanında içtiğimiz Lipton Pai Mutan ise Çin’in Fujian tepelerinden gelen bir beyaz çaydı. Beyaz Çay Türk tüketicisinin pek tanımadığı bir tür. Aslında bir çeşit yeşil çay ama çayın en uç, seçkin, taze sürgün yapraklarından elde edildiği için çayın Rolls Royce’u kabul ediliyor.
Çok daha fazla anti-oksidan içermesi ve çok daha fazla anti-bakteriyal özelliklere sahip olması nedeniyle en sağlıklı çay olarak biliniyor. Son derece zarif içimiyle Somon Gravlax’a kusursuz uyum sağladı ve beyaz şarabı asla aratmadı.
İkinci yemek ise Porcini mantarı ve beyaz şarap sirkeli Straccetti idi. Straccetti bir çeşit taze makarna. Şef Gök, straccetti hamurunu hazırlarken içine Lipton Yasemin çayı katmış.
Bir gün önceden hazırlanan hamur, vakumlanarak içindeki tüm havası alınmış ve bu şekilde dinlendirilmiş. Şerit şerit açılıp, kurutulduktan sonra suya atılarak pişirildiğinde, hamurun içindeki çay da demini bırakarak hamura benzersiz bir lezzet bırakmış. Straccetti’ye eşlik eden çay Lipton Jasmine Imperial’di. Hamurda da yaseminli çay kullanılmış olduğundan uyumlu bir eşlikçiydi ama bence uyumludan çok tamamlayıcı tatta bir çay daha iyi giderdi. Hamur işlerinin yanında demli Türk çayı içmeye alışan damak tadımın bir beklentisiydi belki de bu.
Ancak aslında harika bir eşleme olduğu, bir sonraki yemek gelene kadar damağımda kalan unutulmaz tatla kafama dank etti. Bu benzersiz tadı hálá unutamadım ve böylesi yaratıcı bir yemeği bir daha başka yerde yiyemeyeceğimden, belleğime yer etmesi için sık sık anmaya devam ediyorum.
Ana yemek olarak sunulan Lipton Yellow Label çay ile kaplanmış kuzu sırtının eşlikçisi Liptoh Nuwara Eliya siyah çaydı. Türk usulü 3-5 dakikalık uzun bir demlenme süresiyle elde edilmiş, yüksek tanenli bir çay olduğu için kırmızı etin yanına seçilmişti.
Güçlü gövdesiyle etin lezzeti altında ezilmedi. Kırmızı şarabın yerini tabii ki tutamadı ama yine de yeterince uyum gösterdi.
İşin tatlı kısmına girmiyorum. Tatlı ve çayın uyumu hepimizin malumu... Ancak sonuç olarak şunu söyleyebilirim ki yemekte içilecek içecekler arasında çay, şaraptan sonra en iyi alternatif. Denemenizi tavsiye ederim. Eşleme yaparken dikkat edeceğiniz kural basit. Tıpkı şarapta olduğu gibi zarif lezzetlerle hafif çayları, güçlü lezzetlerle güçlü tanenli çayları seçmek en güvenilir yol.
Yazının Devamını Oku 7 Aralık 2007
Türk şarabı ve zeytinyağı hemen hemen aynı zamanlarda atağa kalktı. Her ikisi de fena sayılmayacak bir yol aldı ama Türk zeytinyağı, fahiş vergi saldırısına rağmen kalitesini sayılı örnekle de olsa dünya kalitesine sıçratan Türk şarabı kadar büyük bir sıçrama yapamadı.
Bundan çok değil 5, 10 yıl önce Türkiye’de kendi şarabımız, kendi zeytinyağımız hakkında aşırı iyimser bir önyargı vardı. Türk şarabının, Türk zeytinyağının çok iyi olduğuna inanır, dünya pazarlarında yer bulamamasının nedenini pazarlama eksikliğine bağlardık.
Türk şarabı hakkındaki bu aşırı iyimser yargı zamanla törpülendi. Türk şarabı çok büyük atılımlar yapmasına, özellikle sofralık kalitede çoğu yabancı rakibini geride bırakmasına rağmen, bu kez tersine, hak ettiğinden kötümser bir önyargı oluştu Türk şarabı hakkında.
Aynı zaman zarfında kalitesini yine yükselten ancak yaptığı aşama açısından şarabın çok gerisinde kalan Türk zeytinyağı içinse zaten fazla iyimser olan yargı iyice aşırı seviyelere vardı.
Tüketici de Türk zeytinyağı aslında İtalyan zeytinyağından bile iyiymiş de, İtalyanlar bizim zeytinyağımızı üç kuruşa kapatıp kendi isimleriyle etiketleyip yüksek fiyatlardan satıyorlarmış da, biz aslında pazarlamayı bilsek İtalyan’ları fersah fersah sollarmışız da gibi dayanaksız bir inanca kapıldı.
Zeytinyağının dünyanın önde gelen uzmanlarından biri geçtiğimiz gün Türkiye’deydi. Michelin yıldızlı ünlü şef Martin Dalsass, İstanbul Mövenpick Otel’de verilen üç önemli yemek davetinin misafir şefliğini yaptı.
Dalsass’ın özelliği, zeytinyağı konusunda dünyanın önde gelen otoritelerinden biri olması ve Michelin yıldızlı mutfağında zeytinyağına özel bir önem vermesi.
Dünyanın önde gelen zeytinyağı yarışmalarında jüri başkanlığı da yapan Dalsass’la, Mövenpick Otel’de verilen yemek davetinde tanıştım. Hoş bir sohbetin ardından, ertesi gün özel bir zeytinyağı tadımı yapmak üzere mutfağına davet etti. Dalsass, Türkiye’ye ve Türk zeytinyağlarına yabancı değil. Türk zeytinyağındaki gelişimi yıllar içinde izlemiş bir isim.
Bu son ziyaretinde Türk zeytinyağlarında çok olumlu bir gelişme izlediğini söyledi. Ancak hálá çok iyi bir zeytinyağına sahip olmadığımızı da ekledi.
Mutfağında 12 farklı seçme zeytinyağı bulunduran Dalssas, bu çok özel zeytinyağlarından dördünü yanında getirmişti. Tadım sırasında bunlarla birlikte üç de Türk zeytinyağı tattık. Üç Türk zeytinyağından birincisi sıradan bir örnekti. Diğer ikisi ise Dalsass’ın tadıp beğendiği
Türk zeytinyağlarındandı.
Dalsass bu iyi bulduğu iki örneğin de yeterince iyi olmadığını söyledi. Temiz ve kaliteliymişler ama karakterleri yokmuş.
Diğer İtalyan örnekleri tadınca neyi kastettiği açıkça belli oldu. Birincisi bariz bir şekilde muz aromasına sahipti. Dalsass bunu tatlılarda kullanıyormuş.
İkinci örnek Sicilya’dandı ve yeşil domates kokuyordu. Tahmin edebileceğiniz gibi salatalara uygun. Toskana’dan olan üçüncü örnek ise enginar aroması taşıyordu. Özellikle makarna ve kuzu etiyle kullanıyormuş.
Bizim iyi örnekler ise Dalsass’ın da üzerini çizdiği gibi temiz örneklerdi ama karakterleri yoktu. Zeytinyağının hızlı bayatlamasına yol açan şeffaf cam şişelerde ambalajlanmış olmaları da cabası...
Saf Hayal Kahvesi
Yaşam kalitesini artırmaya yönelik ürün ve hizmetler sunan LifeCo’yu dinlemek üzere Ersin Pamuksüzer’le Akatlar Spor Kompleksi’nde buluştuk.
Ersin Pamuksüzer, LifeCo’yu ve yaşam felsefesini öylesine bir tutkuyla anlatıyor ki, etkilenmemek imkansız. Bu yaşam felsefesini buraya sığdırmam mümkün değil. Şahsi izlenimime göre felsefenin anahtar düşüncesi tüm sindirim sistemimizin vücudumuzun içi değil, dışı olması.
Ağızdan yemek borusuna, mideden bağırsaklara kadar sindirim sistemimizin iç çeperi de, tıpkı derimiz gibi vücudumuzun dış dünyayla temas ettiği yerler. Dış dünyadan gelen her türlü iyi ve kötü etki vücudumuza buralardan giriyor. Derimiz, saçımız gibi, sindirim sistemimizin iç yüzeyinin de temizliği ve sağlığı çok önemli.
Saf restoran Pamuksüzer’in bu felsefesinin uzantısı bir mekan. İlk Saf, Tünel’de açılmıştı. Şimdi bir şubesi de Akatlar Spor Kompleksi içindeki Hayal Kahvesi’nde açıldı.
Gitmişken denedim tabii ki. Saf mutfağı tamamen çiğ besinlerden oluşuyor. Yemeklerin tümü alışageldiğimiz yemeklerden esinlenerek uyarlanmış, klasik malzemeler yerine çiğ ve sağlıklı malzemeler kullanılarak yeni baştan yaratılmış.
Örneğin denediğim Maki Suşi tek kelimeyle enfesti. Çiğ balık yerine çiğ sebze, pirinç yerine pirinç büyüklüğünde kıyılmış karnıbahar kullanılarak yapılmış. Makarna ise, linguine gibi doğranmış kabaktan yapılmıştı ve o da çok lezizdi.
Sağlıklı ama bir o kadar da leziz bir yemek alternatifi arıyorsanız Hayal Kahvesi Saf’ı mutlaka denemenizi öneririm.
Yazının Devamını Oku 5 Aralık 2007
Deli saçması komplo teorileri de dahil olmak üzere herkes bir teori üretti AtlasJet’in Isparta’da düşen uçağı için. Uçağın düşme nedeninin pilotlardan birinin sigara içmesi olabileceği gerçekçi tahmini ise kimsenin aklına gelmedi. Tıpkı Türk Hava Yolları’nda olduğu gibi AtlasJet’te de pilotlara kokpitte sigara içmek serbest. Delta’da yasak, Lufthansa’da yasak, Air France’da yasak, Alitalia’da yasak, Singapur Havayolları’nda yasak, British Airways’de yasak, Türk havayolu şirketlerinde serbest...
AtlasJet uçağı düşmeden bir dakika önce her şey normal gözüküyor. Hava açık, teknik hiçbir arıza yok, pilot kuleye pisti karşıladığını söylemiş. Bir dakika sonra ise uçak olmaması gereken bir koordinatta, bir tepeye çarpıyor. Benim de aklıma şöyle bir senaryo geliyor.
Pilot ya da yardımcı pilot, pisti görüp inişe geçmeye başlamanın verdiği rahatlıkla sigarasını yakıyor. Çakmağın alevi gözünü alıyor...
Veya tam sigarasını yakarken çakmak yere düşüyor, almak için eğiliyor...
Veya yanan sigara kucağına düşüyor, gömleği alev alıyor...
Veya yardımcı pilot, kaptandan izin almadan sigara yakıyor. Aralarında tartışma çıkıyor...
Bunların hiçbiri yaşanmamış olabilir ama hepsi de pilotlara sigara içmenin serbest bırakıldığı havayollarında yaşanabilecek olaylar.
Bunlar yaşanmamış olsa bile ortada bir gerçek var. Bir havayolu şirketinin pilotlarına sigara içmeyi serbest bırakması, yolcularının sağlığını önemsemediğinin kanıtıdır.
Yolcularının sağlığını yeterince düşünmeyen bir havayolu şirketinden, uçuş güvenliğine yeterli özeni göstermesini neden bekleyelim ki?
Bu son uçak kazasının nedenini bilemiyorum. Bildiğim tek bir şey var; pilotların sigara içmesine izin vererek yolcuların sağlığını önemsememeye devam ettikleri sürece ne AtlasJet’e ne THY’ye, pilotların sigara içmesini yasaklayan medeni havayollarına güvendiğim kadar güveneceğim.
Uçakta elektronik sigara saçmalığı
Birkaç arkadaşımdan ayrı ayrı dinledim. Bindikleri farklı THY uçaklarında elektronik sigara diye anılan şu zamazingolardan içenlere rastlamışlar.
Kiminde tartışma çıkmış. Diğer yolcular, patavatsız yolcudan elektronik sigarasını kullanmamasını istemişler. Birinde hostes oralı bile olmamış, elektronik sigara bu, zararı yok demiş. Bir başkasında hostes müdahale etmiş ama yolcunun ısrarı karşısında geri adım atmış, yolcu elektronik sigarasını tüttürmeye devam etmiş.
Ancak THY gibi, pilotlarına sigarayı serbest bırakan, özel uçuşlarda yolcuların sigara içmesine karışmayan havayollarında karşılaşabileceğiniz bir durum.
Elektronik sigara denilen alet nikotin kapsülü taşıyor. Bu aleti kullanan kişi hem kendisi nikotin alıyor hem de nefesiyle bulunduğu ortama nikotin salıyor. Bu nedenle diğer hiçbir havayolunda elektronik sigaraya izin verilmiyor.
THY’de ise uçuş ekibi yeterince eğitilmediğinden, elektronik sigara içerek diğer yolcuları zehirleyen yolcuların karşısında etkisiz kalıyorlar.
THY’nin elektronik sigara konusunda uçuş ekiplerini acil olarak eğitmesi gerekiyor.
Sigara yasağı sigara lobisine sorulmaz
Vahap Munyar geçen pazar günü, ekonomi sayfalarında sigara karşıtı bir haber için şimdiye kadar ayırmadığı büyüklükte bir yeri sigara lobisinin görüşlerine ayırmıştı.
Türk basınının acı bir gerçeği ne yazık ki bu. Gazetelerimiz, özellikle de ekonomi servisleri, sigaraya karşı bilinç oluşturmaya çalışanlardan esirgedikleri yeri, sigara lobisinin fikirlerine aracı olmak için ayırmaktan nedense gocunmuyorlar.
Sigara lobisinin Türkiye’deki önde gelen temsilcisi Philip MorrisSA Genel Müdürü Turhan Talu’yla yapılan görüşmede Talu, sigara yasaklarıyla ilgili meclisten geçmek üzere olan yasa taslağının hazırlanma aşamasında görüşlerine başvurulmamasından yakınmış.
Vah, vaah! Bu çarpık mantığa göre, zamanında uyuşturucu satışı ve kullanımını yasaklayan yasa çıkarılırken de, uyuşturucu tacirlerine mi başvurulması gerekiyordu yani...
Sevgili Vahap Abi, sigara lobisinin görüşlerine demokratlık adına yer verdiğini biliyorum. Sigara lobisi için ayırdığın yerin en az iki katı bir yeri, sigaraya karşı bilinç oluşturmaya çalışanların görüşlerini yansıtmak üzere en kısa zamanda ayıracağından da eminim.
Yazının Devamını Oku 30 Kasım 2007
5651 sayılı kanunun yürürlüğe konmasıyla İnternet’te sansür dönemi geçtiğimiz hafta Cuma günü sessiz sedasız başladı. "İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkındaki Kanun"un yürürlüğe girmesiyle birlikte Türkiye de Çin, Suudi Arabistan, İran gibi ülkelerle aynı lige girmiş oldu.
Entellektüellerimiz ve köşe yazarlarımızın umrunda değil herhalde ki, kimsenin ne sesi çıktı ne soluğu.
Yürürlüğe giren yasanın en çağdışı yanı kimi sitelerin kapatılması için Telekomünikasyon Kurumu’na yetki vermesi. Telekomünikasyon Kurumu içinde oluşturulan bir kurul bu yetkiye dayanarak mahkeme kararı olmadan bazı sitelere erişimi durdurabilecek.
Mahkeme kararı olmadan kapatma kararı apaçık sansür anlamına geliyor. Çünkü kurulun alacağı kapatma kararı teknik olarak siteye erişimin toptan engellenmesi demek. Yani sakıncalı içeriğin yayınlandığı sayfaya erişimin engellenmesi yerine bu sayfanın yayınlandığı tüm sitenin engellenmesi söz konusu. Nedeni sadece sakıncalı içeriğin bulunduğu sayfaya erişimin engellenmesinin teknik olarak pratik olmaması.
Bu şu anlama geliyor. Diyelim bir "blog" sitesinde, yazarın biri porno içerikli yayın yapıyor. Kurul da porno yayını tespit ediyor ve erişimin engellenmesine karar veriyor. Porno içerikli yazının yayınlandığı sayfa yerine tüm siteye erişim engelleniyor. Tek bir sorumsuz yüzünden yüzbinlerce blogcu mağdur edilmiş oluyor, koca bir site kapatılıyor.
Böyle saçma sapan bir uygulama olamaz. Bunun adı sansürdür, bu zihniyetin yeri Ortaçağ’dır.
Yasa Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’na kanunla tanımı yapılan suç unsurlarını taşıyan sayfanın yer sağlayıcısına, yurtdışında olması durumunda erişim engelleme yetkisi veriyor. Başkanlık ayrıca çocukların cinsel istismarı ve müstehcenlik içeren sayfaların barındırıldığı yurtiçindeki sitelere de, mahkeme kararı olmaksızın erişim engellemesi kararı alabilecek.
Çocukların cinsel istismarı sınırları büyük ölçüde belli bir tanım ancak müstehcenlik tanımı çok muğlak. Neyin müstehcen olup olmadığı kişiden kişiye kolaylıkla değişebilen bir kavram.
Yarın öbür gün hükümet, muhalefetinden şikayetçi olduğu siteleri kurul üzerinde baskı kurarak müstehcenlik bahanesiyle kapatırsa, erişimi engellerse ne olacak? Örneğin bir haber sitesindeki haberlerden birinde yayınlanan mini etekli kadını müstehcen olarak tanımlayıp tüm siteye erişim engellenmesi kararı alınsa, buna kim dur diyecek?
İşin en trajikomik yanı ise denetleme yapıyorum diye gün boyu porno sitelerde dolaşan Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı üyelerinin ahlakını kim koruyacak? Milletin ar ve haya duygularını koruma uğruna kendilerini heba etmelerine seyirci mi kalacağız? Onca porno görüntüye maruz kaldıktan sonra ar ve hayalarının zedelenmemesi mümkün olmayan kurul üyelerini toplumdan tecrit mi edeceğiz? Eğer bu porno siteler ziyaretçilerinin ar ve haya duygularını gerçekten bozuyorsa, üstüne ar ve haya duyguları zedelenmiş kurul üyelerini toplumdan tecrit edemeyeceksek, toplumu bu kurulun üyelerinden nasıl koruyacağız?
Yazının Devamını Oku 30 Kasım 2007
Mehveş Evin, 20 Kasım’da, tam da Sigarayı Bırakma Günü’nde talihsiz bir yazıya imza attı. New Scientist’te yayınlanan bir makaleyi çarpıtarak kullanmış ve sigara yasaklarının genişletilmesi için elle tutulur hiçbir gerekçe olmadığını öne sürmüş. Evin’in sözünü ettiği makalede sigara karşıtı grupların, bazı bilimsel verileri sigara yasaklarına gerekçe olarak kullanmak amacıyla çarpıttığı belirtiliyor.
Makale ikinci el sigara dumanının zararını gösteren sayısız bilimsel araştırma sonucunu yadsımıyor. Makalede sigara karşıtlarınca sonuçlarının çarpıtıldığı iddia edilen sadece tek bir örnek verilmiş.
New Scientist’in makalenin yayınlandığı sayısının editoryal yazısında da bu konuya değinilmiş. Derginin editörü bilimsel verilerin sigara karşıtı gruplarca çarpıtılmasını eleştirmiş, ancak ikinci el sigara dumanının zararlarının yadsınamaz olduğunu da eklemiş. "İkinci el sigara dumanının zararlarını göstermek ve sigara yasaklarını uygulamaya koymak için zaten yeterince bilimsel veri var, çarpıtmaya başvurmaya gerek yok" demiş.
Kısacası ülkemizde de uygulamaya sokulmaya hazırlanılan sigara yasaklarını, haksız ya da gerekçesiz bırakacak bir durum yok. Yapılan tüm araştırmalar ikinci el sigara dumanının sağlığa zararlı olduğunu gösteriyor.
Bu medeni yasa tasarısını sulandırmaya çalışan milletvekilleri de tutumlarını hemen değiştirip, halk düşmanı durumuna düşmekten kurtulmalı.
Bu ne biçim restoran tabağımda sanat
Sanat zevkini, yemek zevkinin ağabeyi, ablası gibi görürüm. Her ikisi de öğrenilen, edinilen bir zevktir. Doğuştan gelmez.
Sanatsever olmayan bir yemeksevere, rahmetli Tuğrul Şavkay’ın da sık kullandığı bir deyişle gurme (gourmet) değil "gourmand" (obur) denir.
Daha birkaç ay önce Las Vegas Bellagio otelin Picasso Restaurant’ında, yediğim yemeğin zevkini duvarda asılı orijinal Pablo Picasso tablolarını seyrederek çıkarırken, bizim Türkiye’deki restoranlarımızın da ünlü Türk ressamların tablolarını duvarlarına asacağı gün ne zaman gelecek diye hayıflandığımı hatırlıyorum.
Allah’ın sevdiği kuluymuşum ki fazla beklemem gerekmedi. Barış Tansever bu rüyamı, Sunset restoranda, üstelik bir adım ötesine daha geçerek gerçekleştirdi.
Burhan Doğançay’ın "Kurdeleler Dizisi"ni Villeroy&Boch’a özel olarak ürettirdiği tabaklara işlettirdi. Şimdi artık Sunset’te yemek zevkini bir Türk ressamının resimleriyle bütünlemek için değil duvarlara bakmak, önünüzdeki tabağa göz atmanız yetiyor.
Sunset müşterileri, Burhan Doğançay imzalı tabakları satın da alabilecekler. Gelir Burhan Doğançay Müzesi’ne aktarılarak sanatın desteklenmesinde kullanılacak. Sanatseverler tabakları, bu hafta açılan Contemporary İstanbul Çağdaş Sanat Fuarı’nda da görebilecekler.
RTÜK yıldız doğurdu: Seyfi Dursunoğlu
Hakkı Devrim ve Onur Baştürk, Huysuz Virjin olarak tanınan Seyfi Dursunoğlu’na uygulanan RTÜK baskısını haklı olarak eleştiren yazılar yazdılar.
Hakkı Devrim RTÜK’ü, kökeni Osmanlı’ya dayanan zenne karakterini sansürlemekle suçladı. Uygulanan sansürü, sanatçının değerini bilmemek olarak tanımladı.
Onur Baştürk ise RTÜK’ün sansürünü eleştirirken, Huysuz Virjin’i de bu sansüre boyun eğip sahneye Seyfi Dursunoğlu olarak çıktığı için yerdi.
Her iki yazıya da hak veriyorum ama pek kimsenin dikkat etmediği bir noktaya da dikkat çekmek istiyorum. Seyfi Dursunoğlu’nun da yıllardır taşıdığı Huysuz Virjin karakterinden sıkılma hakkı yok mu?
Belki de RTÜK sansürünü fırsat bilip, ekrana bir de gerçek kimliğiyle çıkmak istedi. Sanatının Huysuz Virjin karakterinden ibaret olmadığını, Seyfi Dursunoğlu olarak da başarılı olacağını ispatlamayı arzuladı. Belki sadece Huysuz Virjin olarak değil Seyfi Dursunoğlu olarak da hatırlanmak istiyor.
Ve bence Seyfi Dursunoğlu, Seyfi Dursunoğlu olarak bilinmeyi hak ediyor. Son programlarındaki inanılmaz performansı bunun kanıtı. RTÜK’e de kapak olsun...
Yazının Devamını Oku