Başlığı attım durdum. Aklımdakileri rahatça yazamıyorum bir türlü. Hani o derece kendi kendime bile kendi hakkımı teslim edemiyorum.
Bu artık mütevazılık değil, kendini ezmek.
Çoğu zaman bunun bir Ankaralılık hali olduğunu düşünüyorum.
Yani tam kendimi beğeneceğim bir gülme tutuyor hali!
Memur çocuğuyuz ya, kendimizi kazara onaylarsak veya övünürsek burnumuz havada gibi durabilir ve bu çok ayıp bir şey olur ya mesela.
Yakışık almaz.
Hem ya el âlem yanlış anlarsa? Ah bu el âlem var ya bu el âlem...
Ama biri üzerinde otorite kurarak onu disiplinli kılmaya kalkarsa, o artık disiplin olmuyor.
Ya kölelik oluyor, ya mecburiyet.
Geçenlerde bir sohbete tanıklık ettim. Yine...
Bu ilk değil.
O kadar çok benzer sohbetlere denk geliyorum ki, kasılıp kalıyorum.
Kimi zaman yaklaşabilir, hissiyatımı paylaşabilir olduğum birilerine denk geliyor, açık açık bu duygularımı anlatıyorum.
Kimi zaman karşımdaki kişiye ulaşabiliyorum, kimi zaman feci tepki alıyorum.
Çok yakında çıkacak. Hatta bu hızla giderse 1 aya her şeyi toplamış olurum.
2016’ın son dönemi elim, kolum, gönlüm iyice bağlandıydı sanki.
Kilitlendim.
Bir şeyler yapacağım ama ne bilemedim... Çok bunaldım.
Sonra, evde kıvranırken aklıma bir fikir geldi.
Fikrimi söylemem bile 2 haftamı aldı.
17 Aralık Cumartesi günü yine dinlerken, “Where did your heart go” çalmaya başladı.
Arda’nın yanına gittim, başladım anlatmaya:
12-13 yaşımdayım. Kardeşimle bana ranza alınmıştı. O ranzada altta yattığın zaman, üst yatağın altındaki tahtalara yazmak çizmek en büyük zevkti.
Gri metalik teybim vardı. İki kasetli. Bi kaseti bi yerde başa alırken öbüründe hala müzik dinleyebildiğin. Büyük lükstü o iki kasetli teyp.
Beyaz bir dolap vardı odamda. Lake, parlak, kaygan beyaz. Üzerinde posterlerim. Tabi ki George Michael posteri ve etrafı kalpler kalpler. Poster aslında Wham’di ama ben öbür çocuğu hiç sevmediğim için, posterden onu kesmiştim, sadece George Michael vardı benim dolabımda.
Ya Zana gelir, ya Gülüm kalmaya. O dolaba sırtımızı yaslar, deli gibi dinleriz aynı şarkıyı yüz kere. Kaset sarar büyük panik. Bazen aynı kasetten 2 tane alırdım, ne olur ne olmaz diye.
Önce Careless Whisper.
Dinlersin ve başlarsın ranzanın tahtalarına aşık olduğun çocuğun adını gizli kodlarla yazmaya. Her ne derdin varsa, o tahtalara yazarsın. Fransızca yazıyoruz ki kimse anlamasın. Sanki ‘J’aime Cri Cri’ yazıp 150 kalp yapınca, kimse aşık olduğunu anlamıyor.
Yas tuttuk.
Müzik sustu, eğlence sustu, futbol devam etti. Çünkü tabi ki devam edecekti. Çünkü hayat devam edecekti... Etmeliydi.
Maçı izledik. Evde yemek pişirdik. Ailemizle sohbet ettik.
Evlerimizde, sokaklarda suçlu gibi, gizli gizli güldük, gülerken vicdan azabı çektik.
Daha önce de bir aile görmüştüm, hatta yine burada yazmıştım onları. Ama bu sefer gördüğüm domuzcuklar hayli şaşkın gibiydiler. Bir de kalabalık. Hiç de öyle öbür aile gibi ne yaptıklarını, nereye gittiklerini biliyor gibi değildiler.
Sonra, geçtiğimiz hafta sonu yine eve gittim. Gece vakti vardım evimize. Bahçeme, ağaçlarıma bir bakayım, kış vakti az da olsa hasret gidereyim diye. Sitede dolaştım azcık. Kirpi kardeşi gördüm, mutlu mesut takılıyordu bıraktığım kedi mamalarıyla. Kediler de hallerinden memnundu.
Tek tanıdık olmayan ve beni yaz başından beri düşündüren şey, bu yaz koyumuzda Nef’in başladığı yeni inşaattan gelen gürültüydü. Bir de sabah kalkıp gördüğüm manzara...
O koca tepe tıraşlanmış, doğal dokusu, insan yapımı bir doğalımsı dokuya döndürülmeye başlanmış. Herkes bana ne kadar şahane ve doğal bir ortam yaratılacağını anlatmıştı. Ben de ayol buralar zaten doğal ortam ya demiştim.
Ha diyeceksiniz sen kimsin laf ediyorsun? Haklısınız. Nitekim ben de bir yazlık sahibiyim aynı koyda.
Sırf bu yüzden utanarak yazıyorum ama bir yandan da doğaya olan gönül borcumu sonsuz bir çaresizlikle ödemeye çalışıyorum, farkına varıp kendime kıl olduğum günden beri.
Neyse uzun lafın kısası, o gece gördüğüm o şaşkın domuzcuklar inşaattan kaçanlarmış. Yani o koyun o kısmında yaşayan ve şu anda nereye gideceklerini bilmediklerinden kendilerine yaşam alanı yaratmak için koşturan domuzcuklarmış.
Hatta tacizin, psikolojik ve duygusal şiddetin ta kendisidir.
“Tecavüzcü mağdurla evlenirse cezası ertelensin” şekilli bir önerge verildi.
Önergeyi imzalayanların ve hatta açıklamaya kalkışanların listesi kalabalık.
Bense bu sene, bir senelik bir dava sonucunda, taciz davamı kazandım.
Yani ben, taciz MAĞDURU, açtığı davasını kazanmış, tecavüze uğramadığım ve/ya şanslı olduğum için bu korkunç sonla buluşmamış yetişkin bir kadınım.
Bir kızım var.
Bir de oğlum.
Yarın ve öbür gün, zeytin içinde, zeytin dolu bir hafta sonu bekliyor beni 3. Milas Zeytin Hasat Şenliği’nde...
“Zeytin hayattır” demelere, yazmalara doyamadım sizlere.
Doyamam ki zaten.
Elim kolum zeytinyağı olsun, saçlarım zeytin koksun diye diye çıkıyorum yola.
Ölümsüz ağaçtır zeytin; ömrüne ömür, sağlık, bereket, şifa, deva katar.
Öyle bir ağaç ki, bakmaya doyamazsın. Baktıkça içine dalar gidersin.
Baktıkça bakasın, gidip sarılasın gelir.