*
E madem öyle...
Hayır duayla anılması için, ecdadımızın bir başka hayırlı evladını yazayım bari.
*
Rüstem Paşa.
Hani, evladını boğduran padişahımız efendimizin damadı var ya, işte o.
*
Şerefsizin önde gideniydi.
Sofya’da o sırada.
Görev icabı.
Henüz yeni taşınmış, pek arkadaşı yok, Bulgaria pastanesine tek başına oturuyor, etrafı tanımaya çalışıyor, akşamları operaya filan gidiyordu. Gene böyle bir şubat günü... Şehir Kulübü’ne davet edildi. İşte orada tanıştılar. Adı, Dimitrina’ydı. Kısaca, Miti diyorlardı. Çok güzeldi. İsviçre’de müzik eğitimi görmüştü, üç lisan biliyordu. Sosyetenin en gözde bekârıydı. E fonda da Mavi Tuna valsi çalıyordu. Bizimki hiç tereddüt etmedi, salonu ortadan kılıçla ikiye böler gibi yürüdü, yanına gitti, bu dansı bana lütfeder misiniz dedi. Şimşekler çakan kıskanç bakışlar eşliğinde, piste çıktılar. Herkes mırıl mırıl onlar hakkında konuşuyor, onlar ise hiç konuşmuyor, birbirlerine gülümseyen gözlerle bakarak, dans ediyorlardı. İlk görüşte aşk derler ya, öyle olmuştu. Ertesi gün... Bizzat Miti’nin annesi tarafından, evlerine, çaya davet edildi bizimki... Bu davet, gençlerin görüşmesine resmi izin manasına geliyordu. Buluşmaya başladılar. Borisova parkında dolaşıyorlar, buz pateni yapıyorlar, tiyatroya gidiyorlardı. Önce dedikodular başladı, sonra tatsızlıklar... Çünkü, Miti’nin babası Bulgar Çarı’nın has adamlarındandı, savaş kahramanı generaldi, savunma bakanlığı da yapmıştı. Böyle bir adamın kızıyla, bir Türk, olacak iş değildi. Bizimkinin ise, umurunda bile değildi. Askeri Kulüp’te tertiplenen baloda denk getirdi, inadına, Çar’ın önünde dans etti Miti’yle... Ele güne meydan okudu. Hemen ardından da, evlenelim dedi. Miti düşünmedi bile, evet dedi. Gel gör ki, iki gönül bir olmuştu ama, general seyran olmamıştı. Mahalle baskısı, dayanılacak gibi değildi. Aldı bizimkini karşısına, bu evlilik mümkün değil, bundan sonra kızımla görüşmezseniz iyi olur dedi. Dünya, bizimkinin başına yıkıldı. Haftası geçmeden, Miti’yi apar topar bir başkasıyla, bir mühendisle nişanladılar. Bizimki nişanı duydu, daha fena yıkıldı. Zaten görev süresi de bitmişti, o öfkeyle topladı bavulları, İstanbul’a döndü. Halbuki, nişan mişan yoktu. Miti bir başkasıyla evlenmeyi reddetmiş, parmağına zorla takılan yüzüğü fırlatıp atmıştı.
*
Maalesef, bizimkinin bundan haberi yoktu.
iPhone çağından önce, bırak interneti, televizyonun bile olmadığı dönemde, kodaman kelimesinin sözlük anlamıydı Rockefeller... Çaresiz garibanlar gökdelenlerden aşağı atlarken, şahsi serveti 189 milyar dolarcıktı, kainatın en zengin adamıydı.
*
E gazeteleri oku oku, morali bozuluyor, tansiyonu çıkıyordu. 98 yaşında olmasına rağmen -doksan sekiz- dünyaya kazık çakmaya niyeti vardı, paracıklarının başına bi şey gelecek diye endişe ediyor, bunalıma giriyordu.
*
Etrafında pervane olan dalkavuklar, basın tarihinde görülmemiş bi yalakalık icat etti: Pembe Gazete!
*
Tek nüsha basılıyordu.İmparatorluğunu hasta yatağından yöneten Rockefeller’ın kahvaltı tepsisine bırakılıyordu.İçinde tek kelime olumsuz haber barındırmıyordu.Güllük gülistanlıktı.Memleketin ne kadar şahane gittiğini, ekonominin habire büyüdüğünü, borsanın füze gibi yükseldiğini, fakirliğin-fukaralığın bittiğini, işsizliğin yok denecek kadar azaldığını yazıyordu.
*
*
İstanbul’da dededen CHP’li arkadaşım var, balkonunda 365 gün Atatürk posteri durur, oturduğu yer itibariyle, Erbakan’a oy vermek zorunda.
*
(Bilmiyorum, CHP’li Erbakan’ın seçim afişini gördünüz mü? Başparmağını kaldırarak, Milli Görüş pozu vermiş. Pek beğendim. Balkonuna, Atatürk posterinin yanına asması için arkadaşıma gönderdim.)
*
Yurtsever okurların, asrın iftirasına uğrayan Balyoz esiri subaylarımıza gönderdiği mektuplardan derlendi. Maltepe aracılığıyla, Silivri, Hasdal, Hadımköy, Mamak, Sincan, Şirinyer’e ulaşan 1 milyon 300 bin mektup arasından seçildi. Dolayısıyla, bu kitabın yazarı, bizzat Türk milletidir. İmecedir. Dünyada ilktir. Tarihte örneği yoktur.
*
Adı niye böyle derseniz?
Ama, bizim başbakanımız efendimiz diyor ki, hesabı sandıkta veririz, kararı milli irade verecek.
*
Kendi payıma...
Bu teklifi kabul ediyorum.
Değerli büyüklerim Uğur Dündar, Müjdat Gezen ve Levent Kırca’yla beraber, Arena programına katıldım. Laf döndü dolaştı, AKP’yi yüksek gösteren anket’lere geldi. Müjdat ağabey, bu anketlere inanmadığını, halkı kandırarak yönlendirmeye çalıştıklarını söyledi. Ben de “anketler palavradır, bunun kanıtı da, bizatihi Tayyip Erdoğan’dır” dedim. Aç biraz dediler. Anlattım. 1994 seçiminden önce, manşet manşet anketler yayınlanıyor, İstanbul belediye başkan adayı Zülfü Livaneli açık farkla önde gösteriliyor, sanki seçim bitmiş gibi hava estiriliyordu. Neticede, sandıklar bi açıldı, Tayyip Erdoğan çıktı.
*
(Vay sen misin “anketler palavradır” diyen... “Bunlar partimize ve seçmen iradesine hakaret etti” diyerek, beni ve Müjdat ağabeyi mahkemeye verdiler. Hâlâ yargılanıyoruz.)
*
4 sene sonra...
Tayyip Erdoğan’a AKP’yi düşük gösteren anketleri sordular. İnanmayın dedi, paralel anket dedi, “palavradan anketleri millet yutmaz” dedi. Efendim? “Palavra” dedi. Anlamadım? “Palavra” dedi.
*
4 gün sonra...
Mesela... Kulağımız 20 ila 20 bin hertz arasındaki sesleri duyabilir. 20’den azsa, 20 binden çoksa, duyamayız. Halbuki, o sırada ses vardır. Algılayamayız.
*
Gözümüz de öyle... Sadece 400 ila 700 nanometre arasındaki ışığı görebiliriz. Sınırlarımızın dışında kalan, kızılötesini, morötesini göremeyiz. Uzaktan kumandanın düğmesine basarız, şak diye televizyon açılır, şak diye kanal değişir, o sırada ışık gidiyor aslında kumandadan televizyona, algılayamayız.
*
Rüşvet ve yolsuzluk skandalı da tıpkı böyle... 87 milyar dolarlık ihale, 100 milyar dolarlık soruşturma, 40 milyar dolarlık karapara, 630 milyon dolarlık avanta gibi rakamlar, asgari ücretle çalışan vatandaşın algılama sınırlarının dışında kalıyor.
*
Gözünün önünde cereyan etsin, bangır bangır bağır, nafile.
*