Yalçın Bayer

Aklın sembolü ordu ve Atatürk’ü bir tanısanız

30 Temmuz 2015

ÖNCE elektronik posta kampanyalarıyla ordu mensupları ve ailelerinin asabını boz, huzurlarını kaçır, sonra iftira kampanyalarıyla ordunun en kıymetli mensuplarını içeri attır, itibarlarını sıfırlamaya çalış, uydurma mahkemelerde, uydurma suçlar nedeniyle onlara en ağır hapis cezalarını verdir, sonra devleti bir gerilla harbine icbar et. Bu arada devlete saldıranlara dışarıdan koruyucu temin et. Bu size şeytanca planlanmış bir savaş stratejisi gibi gelmiyor mu? Ordusu güçlü bir millete diz çöktürme stratejisi.
Türkiye’yi yönetenler artık uyanmalı, ortaçağ masallarından, Einstein öncesi fiziğe dayanan 19’uncu yüzyıl fizik özentisi toplumsal kuramlarından kafalarını kaldırıp gerçeğe bakmayı, her gerçek soruna sorunun gerektirdiği çözümleri bulmayı öğrenmelidirler. Bugün dahi AKP’yi kollar görünürken Atatürk’e saldıran elektronik postalar internette cirit atmaktadır. Biliniz ki bunlar da ordumuza karşı düzenlenen iftira kampanyaları gibi, Türkiye’nin içine itilmeye çalışıldığı savaşın silahlarıdır. Bunlara karşı bilhassa AKP’nin tedbir alması şarttır. İçinde bulunduğumuz acil durumda Türkiye’yi yönetenler akıllarını başlarına devşirip Cumhuriyet tarihini artık doğru değerlendirmeye başlamalıdırlar. Türkiye Cumhuriyeti 20’nci yüzyılda, politika alanında atılmış en akılcı ve tarihin de gösterdiği gibi en kalıcı adımdır. Ona sahip çıkalım. En önemlisi, onu yaratmış olan aziz ordumuza ve onun büyük komutanı, tüm dünyanın aklın sembolü olarak selamladığı Atatürk’e sahip çıkalım. Yapmazsak, lime lime olmuş bir vatanda Kurtuluş Savaşı’ndan düne kadar verdiğimiz şehitlerimizin asil kanları bizi milletçe mahşere kadar rahat bırakmaz.
Türkiye’nin bu karışık günlerinde o kadar akla ihtiyaç duyuyoruz ki...
A. M. Celal ŞENGÖR

AKP’nin iğdiş keyfi!


Yazının Devamını Oku

Demokratik siyaset mi, silahlı siyaset mi?

29 Temmuz 2015

DİYARBAKIRLI gazeteci dostumuz Naci Sapan yazıyor: “1990’lı yıllara geri dönüşün resmini önümüze koydular. Bize bu resmi yorumlayın diyorlar. Hayır yorumlamayacağız. Çünkü doğru bir resim değil. Biz/bizler o resmi giderek soluklaşması, rengini kaybetmesi için, bir daha parlatmamak üzere arşivleyip paketlemiştik. Hatta hep birlikte sarıp sarmalayıp paketlemiştik. Öneri de muhataplardan gelmişti. Değer verilmiş, kıymet kazanmıştı. Öneri toplumsal nezaketle buluşmuş, anlam kazanmıştı. Şimdi bize; ‘O paketi tozlu raflardan indirip, tozunu üfleyip, yeniymiş gibi yeniden sunuyoruz’ diyorlar. Neden kabul edelim?
Demokratik siyaset mi? Silahlı siyaset mi? Aşamasından geçmedik mi? İki seçenekten hangisini tercih edeceğimizi hep birlikte test edip, birlikte karar vermedik mi? Böyle bir soruyu, böyle bir ikili tercihi Türkiye’nin gündemi haline getiren, kabulümüze sunanlar sizler değil miydiniz? Sizler... Yani devlet, AKP iktidarı, PKK-KCK, Öcalan, DBP-HDP... Silahlı mücadelenin demokratik mücadele ve siyasete evrildiğini, evrilmek zorunda olduğunu siz bizlere dikte ettirmediniz mi?
Türkiye halkları sizlerin sözlerine, pratiğine güvenerek, inanarak 90’lı yılların o çirkin fotoğraflarının arşivde, tozlu raflarda kalmasına ve solmasına karar vermedi mi?
Şimdi bize, ‘Yeni bir şey üretemedik, yeni bir yöntem bulamadık, bulmaya da hiç niyetimiz yok, alıştığımız yöntemden vazgeçemiyoruz, tası da hamamı da değiştiremiyoruz, aynı göbek taşında aynı tellakla sizi keselemeye devam edeceğiz’ diyorsunuz. Hayvan zaten terli, aynı tellağın kesesine ihtiyaç yok.
Zaten o eski tellak/tellaklar da iyi tellaklar değilmiş, kiri de iyi temizleyememişler. Temizlemiş olsalardı, hâlâ o fotoğrafları tozlu raflardan indirmeye, yeniden bakmaya ve halkların beğenisine sunmaya, bu kadar çaba sarf etmeye gerek olmayacaktı! O nedenle; ‘silahlı değil, demokratik’ siyaset diyoruz. Kendimizi kirimizden kendimiz arındıracağız. Kir bırakan tellaklarınız sizde kalsın.”

IŞİD, Menzil ve Adıyaman’da bir düğün


Yazının Devamını Oku

Emasya Protokolü’nü kaldıranlar hiç sorgulanmayacak mı

28 Temmuz 2015

DİYARBAKIR’da şehit olan uzman çavuş Mehmet Koçak’ın eşi Dilek Koçak, Yozgat’taki cenaze töreninde arz-ı endam eden geçici İçişleri Bakanı Sebahattin Öztürk’e, “Askerler bölgede eli kolu bağlanmış vaziyette bekliyor, milleti oyalıyorsunuz” serzenişinde bulunmuş... 1997’de yürürlüğe giren Emasya Protokolü madde 9 ile gerekli acil durumlarda, askeri güçlere, mülki amirlerden bağımsız karar alıp uygulama yetkisi veriyordu. ‘Steril’ liberaller ve asker lafı geçince kurdeşen çıkaran çevrelerin yoğun eleştirisi ve propagandası sonucu 2010 yılında bu protokol yürürlükten kaldırıldı. Mülki amirlerden izin almadan herhangi bir askeri operasyon yapma imkânı ortadan kaldırıldı. Çözüm süreci bahanesi ile bölge, örgütün hâkimiyetine fiili olarak terk edilince, asker sokağa çıkamaz hale geldi; çıkanlar ise enselerinden vurularak infaz edildi. En son kurulan pusuda hayatını kaybeden uzman çavuşun eşi bu durumu bütün çıplaklığı ile devletin yüzüne vurdu, hem de kocası ile musalla taşında vedalaşırken... Emasya Protokolü’nün kaldırılması ile aynı zamanda askerin meşru müdafaa imkânı da kalmadı.. Her acil durumda operasyon için mülki amirin keyfini beklemek zorunda kalınca, bırakın bölgede asayişi temin etmeyi kendi canlarını koruyamaz hale düştüler... Mülki amirin ferasetine bırakılan bölgede artık terör düzen kuruyor... Terörist artık yargılama yapıyor, vergi topluyor ve neredeyse devletin bütün fonksiyonlarını ifa ediyor... Garnizona dalıp bayrak direğine çıkarak bayrağı indirip yakıyor... Emasya Protokolü’nü kaldırmayı demokratlık zannedenler sonuçta aslanı çakala boğdurdular, boğduruyorlar...

Siyasette mangalda kül bırakmayanların halini görmek

,‘Özerk’ RTÜK’ü biat kurumuna dönüştürdüler


Yazının Devamını Oku

İki temel yanlış yapıldı

26 Temmuz 2015

CUMHURİYETİMİZİ özümleyip savunmadaki iki temel yanlış ya da yetersizlik, “Türkiye düşmanlığı”nın bugünkü boyutlara varmasına fırsat vermiştir kanısındayım:
1) Bunlardan birisi ‘halklar’ söyleminin Türkiyemiz bakımından yanlışlığını kamuoyuna, Cumhuriyetçi refleksini her an sergilemeye hazır bulunduracak bir etkinlikle benimsetme gereğinin savsaklanmış olmasıdır.
Türkiye’de yaşayan insanların kökeni ne olursa olsun yüzlerce yıldır tek halk olacak ölçüde kaynaşmış olduğu ve böylece “Çoğunluğun adı adımız, çoğunluğun dili dilimiz” diyen, adı da ‘Türk halkı’ olan bir ulusal temelin yüzlerce yıldan beri varlığı, bunu yıkmaya çalışan uluslararası sömürgeciliği caydırıp tepeleyecek bir etkinlikle her bilince yerleştirilmeliydi. PKK eşkıyalığını bastırmak da bu gerçeğin tüm boyutlarıyla kamuoyuna mal edilmesine bağlıdır kanısındayım.
Cumhuriyetimizin bu bilinci pekiştirmeye ne büyük özen gösterdiğini, Atatürk’ün kaleminden belirtelim:
“Bugünkü Türk ulusu siyasal ve toplumsal kuruluşu içinde kendilerine Kürtlük düşüncesi, Çerkezlik düşüncesi, dahası Lazlık ya da Boşnaklık düşüncesi propagandası yapılmak istenmiş yurttaş ve ulusdaşlarımız vardır. Ama geçmişin baskı dönemlerinin ürünü olan bu yanlış adlandırmalar, birkaç düşman maşası gerici beyinsizden başka hiçbir ulus bireyi üzerinde üzüntüden başka bir etki yapamamıştır. Çünkü, bu ulus bireyleri de genel Türk topluluğu gibi aynı ortak geçmişe, tarihe, ahlaka ve haklara sahip bulunuyorlar.”
“Bir ulus oluştuktan sonra, bireylerinin devlet yaşamında ve düşünce yaşamında ortaklaşa çalışmasıyla ortaya çıkan ulusal kültürde, kuşkusuz ulusun her bireyinin çalışma payı, katkısı, hakkı vardır.”
“Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı, hep aynı cevherin damarlarıdır.”

Yazının Devamını Oku

Lozan’da ne oldu

24 Temmuz 2015
İSTANBUL Barosu, Lozan Barış Konferansı’nın 92. yıldönümü nedeniyle Beyoğlu’ndaki kültür merkezinde dün bir konferans düzenledi...

Doç. Dr. Ümit Kocasakal’ın yaptığı panelin oturum başkanlığını Hüseyin Özbek yürüttü. Konuşmacılar; Prof. Dr. Rıdvan Akın, Doç. Sait Yılmaz, E. Kurmay Albay Ümit Yalım’dı.
Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden Prof. Rıdvan Akın, Lozan’ın ana hatları ile hikâyesi ve anlamını şöyle anlattı:
“Lozan Barış Konferansı, TBMM ordularının Yunan ordusunu kesin bir mağlubiyete uğratması üzerine, 1. Dünya Savaşı’nın galipler cephesinin, Ankara hükümetini yeni koşullarla barışı müzakereye davet etmesi üzerine açılmıştır. Toplantıya 12 devlet davet edilmiş, ABD, Bulgaristan, Belçika, Sovyet Rusya kendilerini ilgilendiren konularda oturumlara katılmışlardır. Müzakereler genel olarak son derece gergin geçmiştir. Nedeni de Doğu sorununun ve Osmanlı İmparatorluğu mali, adli, iktisadi tüm bakiyesinin muhasebesinin yapıldığı diplomatik bir zemin olmasıdır.
Konferansın en önemli zorluğu, Türkiye’nin karşısında yer alan İngiltere, Fransa, İtalya, Sırp-Hırvat Sloven Devleti, Romanya ve Japonya’nın 1. Dünya Savaşı’nın, Türkiye’nin ise, Türk-Yunan savaşının galibi olarak masaya oturması idi. Müzakere süreci boyunca tarafların her birinin kendi kırmızı çizgileri vardı. Türkiye delegeleri İsmet Paşa, Rıza Nur ve Hasan Saka’nın karşısında oturan blok, çeşitli konularda birbirinden ayrılmakla birlikte bir noktada birleşiyordu. TBMM hükümetini revize edilmiş ve Sevr barışına zorlamak.
Anadolu hükümetinin temsilcilerinin elinde çok önemli bir belge vardı: ‘İcra Vekilleri Heyeti’nin kendilerine verdiği 14 maddelik siyasi talimatname... Bu talimatname nereden nereye kadar taviz verilebileceği, hangi noktalarda ise asla geri adım atılmayacağını içeriyordu.
Lozan’da toplanan delegeler 20 Kasım 1922’den 24 Temmuz 1923’e kadar süren müzakerelerde üç komisyon halinde çalıştılar. Bu komisyonlarda arazi meseleleri, mali meseleler, Düyunu Umumiye’nin tasfiyesi ile 1856’dan beri devam eden Osmanlı borçlarının geri ödenme planı, Reji İdaresi’nin tasfiyesi, Anadolu Rumlarının geleceği, özellikle ABD’den gelen Ermeni yurdu talepleri, adliyeye ilişkin yabancı ayrıcalıkları, İngilizlerin ortaya attığı Kürdistan fikrinin tartışmaya açılması çabaları, yabancı şirketlerin 100 yıl boyunca elde ettikleri çeşitli işletme imtiyazları gibi pek çok konu ele alındı. Bütün bu hususlar gergin pazarlıklara konu oldu. Hemen hemen bütün konularda eski düzeni devam ettirme çabası içinde bulunan müttefik blokuna karşı Türk delegasyonu daima, meşruiyetçi bir zeminde mücadelesini sürdürdü. Türk delegasyonu sonuna kadar, devletler hukukuna saygılı, barışı isteyen, medeni milletler camiasının eşit, self-determinasyon hakkına şerefli bir üyesi olmak dışında bir isteği olmadığının vurgusunu yaptı. Türklerin dayandığı meşruiyet zemini sağlamdı. Bir ulusun kendi topraklarında, aynı Batılılar gibi kendi egemen devletini kurma hakkının tanınması. Bu da mali, adli, siyasi tam bağımsızlıktan geçiyordu. Lozan görüşmelerini 7 Şubat-23 Nisan arasında kesintiye uğramasının sebebi de bu oldu. Bu yeni bir savaş anlamına gelebilirdi. Bu ise, daha geniş ölçekli bir savaşı göze almak demek olacaktı. Bu koşullar altında, ikinci turda özelikle İngiltere’nin büyük çıkarlarının söz konusu olduğu müzakere başlıklarının sonraya ertelenmesinin kabul edilerek barışın imzalanması yeni Türkiye’nin egemen bir devlet olarak tanınmasının önünü açtı. 24 Temmuz 1923 günü, Türkiye barışa imza koyduğunda, bazı tavizler verilmişti. Ama Türkler masadan kalkarken, siyasi ve askeri gücünü elde edebileceği optimum bir metnin kabulünü sağlayarak son iki yüz yılda düşürüldükleri yarı sömürme konumundan kurtuldular. Böylece gerçek anlamda egemen bir millete dönüşüyor ve bunun uluslararası camiada kabul ettirmiş oluyorlardı. Lozan Barış Antlaşması’nın ve onu tamamlayan çok sayıda mukavele ve taahhütlerin arkasında yatan gerçek ruh budur:
Tam bağımsız yeni Türkiye devletinin tescili.

Yazının Devamını Oku

Soyan soyana...

23 Temmuz 2015

BİTKİSEL Yağ Sanayicileri Derneği Başkanı Tahir Büyükhelvacıgil, ayçiçeğiyağında yapılan ‘hile’ ve ‘tahsis’ karşısında feryat ettiğini geçenlerde Dünya gazetesinde anlatıyordu. Akla hemen şu geliyor; bu ülkede ‘hile ekonomisi’ neden engellenemiyor? 10 numara yağda vurgunun uzun yıllardan sonra bir şekilde önüne geçildi ama bu kez ayçiçeği üzerinden oyunlar oynanmaya başladı. Sanayici kimliğine bürünen bazı hilebazlar, endüstriyel ürünler üretecekleri ya da ihracat yapacakları gibi gerekçelerle yüz milyonlarca dolar vurgun yapıyorlar. Bunun sonucunda üreticinin malı değerlendirilmediği gibi, Hazine de ciddi bir vergi kaybına uğruyor.
Bu sistem nasıl çalışıyor:
‘Teknik ve Sanayi Kullanım Amaçlı’ adı altında sıfır gümrük vergisi ile ithal edilen ve özellikle boya sanayisinde kullanıldığı ‘iddia edilen’ ayçiçeğiyağı, el altından gıda sanayisine satılıyor ve bu durum büyük bir haksız rekabete neden oluyor. Bu konuda teknik bir uzman bizi şöyle aydınlatıyor:
“Ayçiçeğiyağının boya sanayisindeki başlıca kullanım alanı ‘alkid reçinesi’ denen boya hammaddesinin üretimidir. Fakat alkid reçinesi üretmek için ille de ayçiçeğiyağı kullanmak şart değildir. Aynı amaçla başta soya yağı olmak üzere aspir ve keten gibi alternatif yağlarda kullanılabilir. Bu alternatif yağların kullanımı maliyet artışına veya herhangi bir kalite sorununa kesinlikle sebep olmaz. Tedariklerinde de bir sıkıntı yoktur. Kaldı ki, ayçiçeğiyağını el altından gıda piyasasına satan sahtekârlar, boya sanayicilerine ayçiçeğiyağı adı altında soya ve aspir gibi yağları satmaktadır. Bu yolla sanayicilere satacağız taahhüdü ile vergisiz olarak ithal ettikleri ayçiçeğiyağını boşa çıkarmakta ve gıda sanayisine satmaktadır.”
-Peki Türkiye’de ne kadar yağ bazlı boya kullanılıyor?
Türkiye’de yıllık 200 bin ton civarı yağ bazlı endüstriyel boya ve vernik üretilmektedir. Bu miktarda yağ bazlı endüstriyel boya üretimi için yıllık 100 bin ton alkid reçinesine ihtiyaç vardır. Alkid reçinesinin yaklaşık % 30’unun bitkisel yağ olduğunu düşünüldüğünde boya sanayisinde reel olarak kullanılabilecek ayçiçeğiyağı veya alternatifi bitkisel yağ miktarının en fazla 30 bin ton olduğu görünmektedir. Oysa fiili olarak ithal edilen miktarın bu rakamın 4-5 misli olduğu görülmektedir.


Yazının Devamını Oku

Başbakan, İstiklal Savaşı şehitlerimizi neden unuttu?

22 Temmuz 2015

BAŞBAKAN Ahmet Davutoğlu, İstiklal Savaşı şehitlerimizin kemiklerini sızlattı: Şehidimiz Müsellim Ünal’ın naaşı başında dün (salı) yaptığı konuşmada koskoca İstiklal Savaşımızı ve istiklalimiz uğruna canlarını feda eden kahraman şehitlerimizi maalesef unutuverdi! Özellikle böylesi bir özel günde bu acı unutkanlık yüreğimizi terör belasından da beter dağladı.
Başbakan, Müsellim onbaşının yerinin cennet olduğunu belirtirken Çanakkale şehitlerimizle birlikte Sarıkamış şehitlerimizi de andı, hem de iki kez ısrarla aynı mesajı vurguladı; fakat her ikisinde de İstiklal Savaşı şehitlerimizi yazık ki hatırına getiremedi.
Çok mu alıngan olduk? Evet olduk; nedeni kendileridir. Başbakan aynı konuşmasında, “Biz 68 milyonun kardeşliği için çalışıyoruz” dedi ama bu vahim unutkanlığıyla da kendini yalanlamış oldu. Cumhuriyetimizin temel değerleriyle çelişen, Cumhuriyet şehitlerimizi Sarıkamış ve Çanakkale şehitlerimizle birlikte Müsellim onbaşımızın yanına layık göremeyen bu tür unutkanlıklar, bilinmelidir ki terör örgütlerinin bölücülüğünden çok daha derin fay hatlarının tetikleyicisi oluyor.
78 milyonun kardeşliği için çalışacaksak, her şeyden önce şehitlerimiz arasında ayrım yapmaktan vazgeçelim... Ve yine önce,
Cumhuriyetimizle barışmayı başaralım. Cumhuriyet ve şehitler eksenli bölücülüğü de -Başbakan’ın hafızasının o törende nisyan ile malul olduğunu varsayarak- geliniz hep birlikte lanetleyelim.
Ertuğ KARAKULLUKÇU


Yazının Devamını Oku

Bir birikimin yok edilmesi

21 Temmuz 2015
SURUÇ’ta olanlar sadece Ortadoğu’da yaşananlarla ilgili değildir. Türkiye sosyalist hareketinin ‘gençlik birikimi’ne yönelik de planlı bir saldırıdır.

Türkiye’nin dört bir yanından toplanarak Suruç’a giden ve çoğunluğunu Ezilenlerin Sosyalist Partisi’ne yakın isimlerin oluşturduğu bu gençlerin her biri, Türkiye sosyalistlerinin verdiği son ‘devrim şehitleri’ olarak kayda geçecektir.

Hepsi de üniversitede okuyan ya da yeni mezun olan 31 gencin yanında bir o kadar da sakat genç kalacaktır.

Bu çocuklara yönelik 1980 sonrasında ilk defa görülen toplu olarak ‘yok edim’ projesi değil de nedir?

Her şeyin planlı olmadığını kim inkâr edebilir?

Yazının Devamını Oku