Yalçın Bayer

Milli Mücadele’de unutulmayan Rumeli ve Anadolu kardeşliği

20 Haziran 2019
EDİRNE Trakya Üniversitesi’nden Prof. Dr. İlker Alp ‘Kurtuluş Savaşı’nın bilinmeyen bir boyutunu, ‘Bulgaristan Türklerinin yardımları’nı ilginç bir çalışmayla ortaya çıkardı.

Bulgaristan’daki başmüftülük, müftülükler, Türk vakıfları ve İslam cemaati teşkilatları, Türk Kurtuluş Savaşı için yardıma çağırılıyor. Onlar da para yardımı yapıyor, fitre, zekât ve kurban derilerini Türkiye’ye yardım etmek maksadıyla Hilal-i Ahmer’e bağışlıyorlar.

Bulgaristan Türkleri, 1912-1923 Balkan Savaşları ve 1914-1918 1. Dünya Savaşı yıllarında çok ağır siyasi, mali ve iktisadi şartların altında ezilmiş ve tükenmişti. Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet edilme süreci de dahil olmak üzere Bulgaristan Türkleri, bu dönemlerde toplam olarak 3 milyon 500 bin lev, 2 milyon kuruş, 13 bin lira, 5 bin altın, 100 bin frank bağışta bulunmuştu.

Hilal-i Ahmer şefkat pullarının satımından da 300 binden fazla lev, 1.400’ün üzerinde Türk Lirası temin etmişlerdi. Paranın yanı sıra eşya ve yiyecek maddeleri yardımında da bulunmuşlardı. Silah ve cephane de temin etmişlerdi.

Türkiye’nin 1920 yılı bütçesi 63 milyon 18 bin 358 lira, bütçe açığı ise 11 milyon 629 bin 732 liraydı.

Bulgaristan Türklerinin verdikleri bu yardımlardan bile, bütün zor günlerde olduğu gibi Milli Mücadele döneminde de Rumeli ve Anadolu Türklerinin arasındaki “kardeşliğin, işbirliğin ve dayanışmanın” güçlü olduğu görülmektedir. En zor şartlarda dahi Anadolu ve Rumeli Türklerinin birbirlerine her çeşit yardım ve desteği sağladıkları anlaşılmaktadır.

Özetle Milli Mücadele sürecinde Rumeli Türkleri, Anadolu Türkleri ile birlikte üzülmüş ve birlikte sevinmiştir. Rumeli Türklerinin kalbi, Anadolu Türklerinin kalbiyle birlikte atmıştır.

 

ÇORLU MEZARLIĞI BALKAN TARİHİNİN İZLERİYLE DOLUDUR

Yazının Devamını Oku

Bulgaristan Türklerini unutmayın

19 Haziran 2019
15-16 Haziran’da Çorlu Belediyesi’nin sponsorluğunda, Tekirdağ Namık Kemal ve Ankara üniversitelerinin bilimsel desteği ile yurtiçi ve yurtdışından çok sayıda akademisyenin katıldığı ve bildiri sunduğu 1989 yılında Bulgaristan’dan ‘Zorunlu Göçün 30. Yılı Uluslararası Katılımlı Sempozyumu’ gerçekleşti. Çorlu Belediyesi’nin hazırladığı sempozyum gayet başarılı geçti. Yedisi dış ülkelerden olmak üzere 40 bilim adamının çalışmaları şimdiye kadar bu tür çalışmaların en görkemlisi oldu, bazı göçmenlerin gözleri yaşardı.

Bilindiği gibi 1876-1878 Osmanlı-Rus savaşında tüm Balkanlarda olduğu gibi Bulgaristan’da da Türklere ve Müslüman topluluklara karşı planlı asimilasyon politikaları uygulanmıştır. Bu politikalar Balkan Yarımadası’nda benzerlik gösterse de Bulgaristan’daki asimilasyon süreçlerinde Türk ve Müslüman topluluk dönem dönem ve özellikle totaliter Jivkov döneminde çok acımasız ve insanlık dışı uygulamalara maruz kalmıştır. Yüzyıllarca o bölgelerde diğer topluluklar ile barış içinde yaşamış Türk ve Müslümanları artık zor yıllar bekliyordu. Doğdukları ve büyüdükleri topraklardan göçe zorlandılar, çeteler tarafından katliamlar gerçekleşti

Balkan Savaşları ve sonrası, 2. Dünya Savaşı ve sonrası, 1950-51 yılı göçü, 1968-78 göç anlaşması ve en son 1989’da zorunlu göçleri ile milyonlarca Bulgaristan Türkü, anavatana yerleştiler. 1970’li yıllarda özellikle doğu ve batı Rodoplar’da isimler zorla değiştirildi, buna karşı çıkanlar hapislere gönderildi ve hatta öldürülenler oldu. Benzer etnik temizlik politikaları uygulamaları 1984-85 yılında doruk noktaya ulaştı.

 

1 MİLYON 390 BİN İSİM DEĞİŞTİRİLDİ

Resmi kayıtlara göre 1 milyon 390 bin soydaşımızın ismi zorla değiştirildi. Evde, sokakta Türkçe konuşmak, sünnet ve diğer ibadetler yasaklandı. Binlerce Türk hapislere gönderildi, yüzlercesi öldürüldü. Hatta 17 aylık ‘Türkan bebek’ öldürüldü ve Bulgaristan Türklerinin barışçıl mitinglerinin, demokrasi mücadelesinin sembolü oldu. Mezar taşları kırıldı; haçlı, Bulgar isimli yeni taşlar dikildi. Bu demokrasi mücadelesine merhum Naim Süleymanoğlu’nun uluslararası kamuoyu oluşturmasında çok katkısı olmuştur. Başta Bursa olmak üzere birçok ilde STK kurulmuş, yerel, ulusal ve uluslararası kamuoyu oluşturmada katkı sağlamışladır. Bunlardan Bursa BAL-GÖÇ en önemli aktörlerinden biriydi. Kurucu ve daha sonra ANAP’tan milletvekili olan rahmetli Mümin Gençoğlu’nun 1989 göçü öncesi ve sonrası soydaşlar ile ilgili çalışmaları örnek oldu.

 

70 GÜNDE 370 BİN SOYDAŞ GELDİ

1989 yılında Cumhurbaşkanı

Yazının Devamını Oku

Marmara Adası’nı midye uğruna kurban etmeyin

14 Haziran 2019
Türkiye’nin Gökçeada’dan sonra ikinci büyük adası olan Marmara Adası’nın tadı midye yüzünden kaçtı. Marmara Adası’nın sakinleri aileleriyle denize girdikleri, balık tuttukları adanın güzelim koylarına midye çiftlikleri kurulmasına isyan ediyor.

Marmara Denizi’nin güneybatısında bulunan Balıkesir’e bağlı Marmara Adası’nda yaşayanlar, koylarda turizm ve balıkçılığı öldürecek midye çiftlikleri kurulmasına şiddetle karşı çıkıyor. Ada sakinleri midye çiftliklerinin kurulmaması için 5 Haziran Dünya Çevre Günü’nde protesto gösterisi düzenledi. Ayrıca change.org’da ‘Denizlerimize ve Yaşam Alanlarımıza Dokunma’ diyerek bir imza kampanyası açıldı. Sosyal medyadan da destek mesajları yağdı. Marmara Adası’nda doğan, büyüyen, ömrünü bu cennet adada geçiren, adayı ziyarete gelen ve yerleşen herkes midye çiftliklerinin doğaya ve denize çok zarar vereceği konusunda hemfikir. Bu zararı da şöyle açıklıyorlar: 

“Biz ada halkı olarak ailelerimizle yüzdüğümüz, balık avladığımız bu bakir koyların midye çiftlikleri kurularak tek tek yok edilmesine sonuna kadar karşıyız. Ada halkının fikri alınmadan hazırlanan proje şu zararlara yol açacaktır:

1- Midye çiftliklerinin kurulması demek, denizdeki doğal yaşamın altüst olması demektir.  Midye çiftlikleri denizdeki oksijen miktarını düşürerek balık, bitki ve diğer tüm canlı türlerinin yaşam alanlarının yok olmasına ve bu türlerin azalmasına sebep olmaktadır.

2- Midye çiftliklerinin kurulması demek balıkçılık ve amatör balıkçılığın olumsuz etkilenmesi demektir. Zaten son yıllarda ada halkının ihtiyacını bile karşılayamayan balıkçılık, bu proje ile daha da kötüye gidecektir. Geçimini bu yoldan sağlayan balıkçı esnafımız zarar görecektir.

3- Midye çiftliklerinin kurulması demek, turizmin azalması demektir. Turistik açıdan zaten hak ettiği değeri yakalayamayan adamız, midye çiftlikleri yüzünden daha da değer kaybedecektir. Yüzmek ve dalış yapmak için tercih edilen, deniz turizmi açısından önemli olan bu koylar yok olacaktır.

4- Midye çiftliklerinin kurulması demek, su altında bulunan tarihi kalıntıların yok olması demektir. Antik Çağ’dan itibaren deniz taşımacılığında önemli bir yeri olan Marmara’nın koyları, 6 ve 13’üncü yüzyıllardan kalan 13 batığa, iki Ortaçağ fırın atölyesine, bir höyüğe ve 16 arkeolojik siteye ev sahipliği yapmaktadır. Kısacası midye çiftliklerinin kurulması demek, bu varlıklarımıza sahip çıkmak yerine kültür turizmine darbe vurmak demektir.

Bugün 142 bin metrekare alanda kurulmak istenen bu çiftlikler, yarın bütün koylarımızı işgal edecektir. Adamız sahipsiz değildir.”

Marmara Adası sakinleri ruhsat ve teşvik verilen midye çiftliği projesinden bir an evvel vazgeçilmesini ve bu hatadan dönülmesini istiyor.

Yazının Devamını Oku

Treni kaçırmayalım

13 Haziran 2019
İçinde bulunduğumuz çağa ‘bilgi’ ya da ‘dijital’ çağ diyoruz...

‘Endüstri 4.0’ diyoruz. Türkiye’nin de küreselleşen dünyada başa güreşten kopmaması, yıllık 10 bin dolar milli gelir tuzağından kurtulabilmesi için geç olmadan bilgi toplumu trenini yakalaması gerekir. Devletin klasik sektörlere sermaye veya çeşitli destekleri şart ama bunlar çoğu zaman başarının anahtarı olamıyor. Bilginin en önemli güç olduğu global dünyada, dijital alanda girişimciliğe de ağırlık vermemiz gerekiyor. Bu alanda girişimcilik olmadan bilgi çağında hızlı gelişme kaydetmek kolay değil... Bu alanda gençlere rol modeli olabilecek teşvik edici başarı hikâyeleri gündeme getirilmeli.

Bunlardan biri de Berlin’de yaşayan altı dil bilen Kaya Taner... 51 yıl önce Almanya’ya gelen diş tabibi Cengiz Taner’in oğlu. 2015 yılında Emma Tracey ile Honeypot isimli bir şirket kurmuş... Modern deyimle ‘start-up’ adı verilen şirket türü... Amerika’da başlayıp daha sonra dünyayı kasıp kavuran bir iş modeli. Türkiye’nin geriden geldiği, eksikliğinin son derede hissedildiği bir iş modeli. Bilişim sektöründen gelen Kaya Taner, daha önce de App-Lift gibi start-up’lar kurmuş ama hep nasıl farklı bir şey yaparım diye araştırmış.

Bakmış kendi gibi bilgisayar sektöründe eğitimli gençler, mühendisler firmalara iş başvurusunda bulunuyor. Bunu değiştirmiş. Şimdi iş arayan, işini değiştirmek isteyen Honeypot’a başvuruyor. Ücretsiz detaylı bir profil oluşturuluyormuş. Böylece çok büyük bir veri bankası oluşmuş. Honeypot’un müşterisi bini aşkın firma bu bankaya girip aradığı bir uzman olup olmadığına bakıyor, iş sözleşmesi imzalanırsa yıllık maaş üzerinden belli bir komisyon ödüyormuş. Şimdilik Almanya, İngiltere, Hollanda’da faaliyette olan firmada 15 genç çalışıyor. Bu basit gibi gözüken karmaşık işlemde iş arayanlar firma peşinde değil, firmalar uzmanların peşinde koşuyor.

Bu iş kısa sürede o kadar başarılı olmuş ki dünya çapındaki kariyer odaklı, milyonlarca üyesi olan Xing firması, Honeypot’u 22 milyon Euro’ya satın almış. Önümüzdeki üç yıl içinde beklenen performansı gösterdiği takdirde 35 milyon Euro daha ödeyebileceğini bildirmiş. Yani 57 milyon Euro’luk bir satış...

Türkiye’de genç girişimciler için Berlin’deki Türk gencinin hikâyesi... Bu bilgileri Frankfurt’tan gönderen Halit Çelikbudak’a teşekkürler. Evet fırsat penceresi halen ardına kadar açık. Seçimimiz çok basit. Girişimci gençleri aktif olarak destekleyeceğiz, başarı hikâyeleri yaratacağız ya da teknolojinin önünde rüzgâr gibi sürüklenen, sadece teknolojiyi kullanan bir toplum olacağız.

‘HUKUKİ MÜTALAA BORSASI’

Hukuk çevrelerinde son zamanlarda ‘hukuki mütalaa borsası’ lafıdır gidiyor. Bu konunun pazara düşmesi karşısında bazı bilgiler vermek gerekiyor.

17.12.2004 tarihinde yürürlüğe giren Ceza Muhakemeleri Kanunu’nun 67/6, 68/3, 178 ve 179 maddeleri uyarınca ceza ve hukuk mahkemelerinde taraflara bilirkişi seçme yetkisi verilmişti.

Yazının Devamını Oku

35 kuruş!

12 Haziran 2019
10 Haziran günü resmi bir kurumda işim vardı. Asansöre bindim. 5. kata çıkarken 0.5 litrelik su kolileri de bize eşlik etti. Satıcıya “Bunlar size kaç paraya geliyor” dedim. “35 kuruş” dedi.

Bir gün önce aynı suyu vasat bir büfeden 1.5 TL’ye almıştım.

Aradaki 1.15 TL para haksızdı. Bu ticaret değildi.

Serbest piyasa ekonomisi, liberalizm, etik, ahlak, ahilik, demokrasi, kapitalizm, vurgun, haram, hukuk, esnaf, oda, birlik, enflasyon, plastik, PVC, kanserojen, BPA kavramlarını beynimde dolaştırıp bir daha ambalajlı su içmemeye karar verdim.

6 milyar TL’lik ambalajlı su sektörünün kimlerin elinde olduğunu bir araştırayım dedim. Veriler, firmaların 4’te 3’ünün küresel tröstlerin eline geçtiğini gösteriyordu.

Oturup bir defa daha ağladım.

Kendi suyumuzu bize sütten daha pahalıya sunanlara dur diyebilir miyiz? Sadece çeşme suyu içsek ölür müyüz? Serbest ticaret bu mudur?  Ali ÖZDEMİR

TOPLUMSAL KAOSUN NEDENİ ATAERKİLLİK

Prof.

Yazının Devamını Oku

Özel üniversiteler ‘iyi’ zam yaptı

7 Haziran 2019
ÖZEL üniversiteler, vakıf üniversiteleri her öğretim yılında ücretlerine enflasyon oranı üzerinde zamlar yapıyorlar. Örneğin, geçen yıl 36 bin 200 TL olan yıllık bedel, 2019-2020 ders yılı için 43 bin 600 TL oldu. Yaklaşık yüzde 20 artış, yüzde 50-75 burslu öğrenciler için bile aşırı yük anlamına geliyor.

Bu tür üniversiteleri sadece zengin aile çocukları kazanmıyorlar. Puanı tutan mütevazı ailelerin çocukları, emekli- ücretli çocukları da buralarda tahsil etme ‘mücadelesi’ veriyorlar. Üniversitelerin ‘ticarethane’ öğrencilerin ‘müşteri’ gibi görülmesini yüksek zamlar teyit etmektedir.

Eğitim, sektör olmuş ve bu sektörde yatırım yapmak, hizmet vermek meşakkatli hal aldı. İnsana yatırım ülkelerin geleceklerine yatırımdır. Gelişmekte olan bizim gibi ülkelerde çocuk okutmak, geleceklerine yatırım yapmak, aileler için büyük özveri gerektiriyor.

Enflasyon oranları üzerinde ücret zamları, ödemelerde sıkıntı yaratıyor. Zamların daha adil ve hakkaniyetli olması için gereğini yapılmalıdır. Üstelik, bazı vakıf üniversitelerinin kayıttan mezuniyete aynı ücreti uygulaması düşünüldüğünde bahse konu ‘keyfiyet’in düzeltilmesi, tarafların yararını gözeten kararların alınması, Yüksek Öğrenim Kurulu’nun görevi değil midir? 

Metin ALTAY

 

GÜNÜN SÖZÜ

“AKLI öldürürsen ahlak da ölür. Akıl ve ahlak öldüğünde millet bölünür. Kadıyı satın aldığın gün adalet ölür. Adaleti öldürdüğün gün devlet de ölür.” Fatih Sultan Mehmet

 

Yazının Devamını Oku

‘Aile hukunda arabuluculuk hak ihlallerine yol açar’ uyarısı

6 Haziran 2019
CUMHURBAŞKANI Recep Tayyip Erdoğan’ın açıkladığı Yargı Reformu Strateji Belgesi’nde yer alan, “Şiddet içermeyen uyuşmazlıklarda aile arabuluculuğu getirilecek” maddesi için İstanbul Barosu Başkan Yardımcısı, İKKB Koordinatörü Nazan Moroğlu, “Aile hukukunda arabuluculuk hak ihlallerine yol açar” diyor.

Moroğlu’nun yorumu şöyle:

“Yargı Reformu Strateji Belgesinde 9 Numaralı Amaç başlığı altında yer verilen ‘Alternatif Uyuşmazlık Çözüm Yöntemleri’ arasında şiddet içermeyen uyuşmazlıklarda aile arabuluculuğunun getirileceği belirtiliyor.

Strateji belgesinde ‘İdeal olan taraflar arasındaki ihtilafların yine taraflarca anlaşmak suretiyle çözümlenmesi ve böylelikle her ihtilafın adliyeye taşınmamasıdır. Bu nedenle aile arabuluculuğu uygulaması getirilecektir ve bu düzenleme yapılırken Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi (İstanbul Sözleşmesi) dikkate alınacaktır’ denilmektedir. İdeali ararken, ülke gerçekleri göz ardı edilmemelidir.

HAK İHLALLERİNE YOL AÇAR

 Arabuluculuk konusunda düzenleme yaparken, öncelikle şiddetin sadece fiziksel şiddetten ibaret olmadığı, aile hukuku uyuşmazlıklarında ülkemizde mağdur olan tarafın da genelde kadınlar unutulmamalıdır.

Aile hukuku ihtilaflarının yaklaşık tamamında, anlaşmalı boşanmalar da dahil, şiddetin uygulandığı gerçeği unutulmamalıdır.

Bu nedenle, bir aile hukuku uyuşmazlığı arabulucuya gönderilmeden önce kadına yönelik şiddetin tanımı özenle dikkate alındığında, zaten gönderilemeyeceği de görülecektir: Kadına yönelik şiddet, kadının fiziksel, ruhsal, sosyal, cinsel ve ekonomik açıdan zarar görmesine, acı çekmesine, onurunun zedelenmesine, kendine özgüvenini yitirmesine, bu nedenle kadınlara karşı ayrımcılığın sürmesine yol açan bir insan hakları ihlalidir.

Mağdur kadın, arabulucunun önünde kendisini mağdur eden erkekle konuşmak, onu dinlemek zorunda bırakılacaktır. Arabulucunun kadının güvenliğini ve hatta kendi güvenliğini de temin edebilme imkânı olmayabilir.

Yazının Devamını Oku

Şimdi sıra KKTC’nin tanınmasına geldi

5 Haziran 2019
Eski Milli Savunma ve Adalet Bakanı Prof. Dr. Hikmet Sami Türk, “KKTC’nin Türkiye dışında başka devletlerce de tanınması zamanı çoktan gelmiştir. Bu açıdan şimdiye değin adada tek devlet olarak Rumların elinde kalan Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımayı sürdüren İİT ülkelerinin KKTC’yi tanımaları büyük önem taşımaktadır. KKTC ile asıl dayanışma böyle olur” diyor.

Mekke’de toplanan 14. İslâm İşbirliği Teşkilâtı (İİT) Zirvesi’nin açıklanan Sonuç Bildirgesi’nde üye ülkelerden Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ile ‘dayanışma içerisinde’ olmalarının istenmesi üzerine, eski Devlet, Millî Savunma ve Adalet Bakanı Prof. Dr. Hikmet Sami Türk, aşağıdaki açıklamayı yaptı:

“İİT Zirvesi Sonuç Bildirgesi’nde üye ülkelere yapılan KKTC ile dayanışma çağrısı, İslam ülkeleri işbirliği örgütünün KKTC konusundaki sessizliğine son vermesi bakımından olumlu bir adımdır ama yetersizdir.

Asıl sorun, 15 Kasım 1983 günü Kuzey Kıbrıs Türk Federe Devleti Meclisi’nin Birleşmiş Milletler Antlaşması’yla da tanınan milletlerin kendi kaderini belirleme hakkını kullanarak ilan ettiği KKTC’nin kuruluşundan bu yana geçen 36 yıl içinde Türkiye dışında bir ülke tarafından tanınmamasından kaynaklanmaktadır. Uluslararası hukuk açısından haksız olan bu durum, KKTC’nin siyasî ve ekonomik bakımdan tecrit edilmesine, uluslararası ilişkilerde yalnızlaştırılmasına yol açmakta; Rum tarafına Kıbrıs Cumhuriyeti adı altında uluslararası ilişkilerde ve kuruluşlarda avantaj, adaya kalıcı barışın gelmesini engelleyici bir tutumu sürdürmek olanağını vermektedir. Kalıcı barışa ancak uluslararası hukuk açısından eşit taraflar arasında yürütülecek müzakerelerle ulaşılabilir. Adada iki eşit devlet ilkesine dayalı federal veya konfederal bir çözüm de ancak bu yoldan gerçekleşebilir.

Artık KKTC’nin Türkiye dışında başka devletlerce de tanınması zamanı çoktan gelmiştir. Bu açıdan şimdiye değin Ada’da tek devlet olarak Rumların elinde kalan Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımayı sürdüren İİT ülkelerinin KKTC’yi tanımaları büyük önem taşımaktadır. KKTC ile asıl dayanışma böyle olur. Bunu sağlamak için Türkiye’nin elindeki bütün olanakları kullanması gerekir.”  

EKOLOJİ BİRLİĞİ’NDEN UYARI

“BUGÜN 5 Haziran Dünya Çevre Günü ve Çevre Haftası... Doğa bizden yardım beklemiyor, aksine kendisinin bir parçası olan bizi ‘Bindiğiniz dalı kesiyorsunuz’ diye uyarıyor. Ülkemizde yaşam alanlarını koruma mücadelesi veren ekoloji örgütlerinin dayanışma ve ortak mücadele ağı Ekoloji Birliği olarak doğanın uyarılarını anlatmaya ve onu korumak için direnmeye devam edeceğiz!”

Yazının Devamını Oku