'Peşimdeki Şeytan'a ilişkin dışarıda çıkan eleştirilere göz attığınızda, "Ucuz numaralara başvurmuyor" türü övgü cümlelerine rastlıyorsunuz. Bu bana şunu hatırlattı: Bu toprağın eleştirmenleri de özellikle son iki yıldır art arda vizyona giren ve film demeye bin şahit isteyen komedi formatındaki yapımlar yüzünden biraz eli yüzü düzgün filmleri fazlasıyla önemser oldu.
O KADAR ÇOK AKRABASI VAR Kİ
Bu saptamanın ardından 'Peşimdeki Şeytan' özeline dönersek, öykü Amerikan taşrasında (Detroit'te geçiyor film), bir grup gencin yaşadığı özel bir gerilim hattı üzerinde ilerliyor. Özetlersek hikâye şöyle: 19 yaşındaki Jay, yeni çıkmaya başladığı Hugh'le birlikte olur. Sonrasında delikanlı, cinsel ilişki yoluyla geçen bir lanetten ve sadece musallat olduğu kişiye görünen hayalet varlıklardan bahseder. Jay, çok geçmeden bu uyarının ciddi olduğunu anlar... Jay'in derdine ortak olan kız kardeşi Kelly, küçük yaşlardan beri ona âşık olan Paul, Kelly'nin arkadaşı Yara, komşuları Greg derken hayaletlerle mücadele cephesi genişliyor.
'Peşimdeki Şeytan', kendi türündeki birçok filmle akraba -ya da çağrıştırdığı çok sayıda yapım ve üslup var-. 'Halloween' ya da 'Elm Sokağı Kâbusu' ilk elde akla gelenler. Keza daha eskilerden 'Invasion of the Body Snatchers'... Öte yandan cinsel ilişki yoluyla bulaşma meselesi kuşkusuz 'AIDS'i akla getiriyor ama film bazında Cronenberg'in 'Rabid'ini hatırlamamak mümkün mü? Taşranın tekinsizliği meselesinde de David Lynch'i anıyoruz ister istemez...
'ARZU NESNESİ' JAY
David Robert Mitchell, seyircisini zaman zaman sakin bir şekilde ürpertip bir yandan da adını zikrettiğimiz tüm film ve yönetmenlere göndermelerde bulunuyor ama filminin orijinal bir çaba olduğunu söylemek pek mümkün değil. Aslına bakarsanız ben filmin başlardaki, gerilimin sularına açılmadan önceki 'taşra sıkıntısı' hallerini daha fazla beğendim.
Şampiyonluk yarışı dahilindeki takımlara mensup oyuncuların son haftalardaki maç sonu demeçlerine bakın, neredeyse tek bir cümle var dillerde:
“Güzel oyun değil, kazanmak önemli...”
Hoş, ‘güzel oyun’a bu topraklarda rastlamak zaten çok zor bir şey ama meselenin ‘Heyecan’ tarafında her daim varız. Çünkü sistemi ayakta tutan yegâne unsur bu...
İşe bakın ki bu sezon İstanbul’un üç büyüğü bitime birkaç hafta kala bile yarışın içinde, dolayısıyla ‘Heyecan’ da hep devrede.
‘Üçlü’ içinde sezon başı kâğıt üzeri görüntü; takım iskeleti, kurgusu, kadro genişliği ve yetenekleri itibariyle ipi göğüslemesi gereken takımın (en azından bence) Fenerbahçe olduğu yönündeydi.
Bugünkü gelinen tabloda sarı lacivertlilerin yarışı bu noktalarda sürdürmesinin tek bir açıklaması olabilir; teknik direktörünün mesleki yeterliliği (ya da yetersizliği)... Lakin güzel oyunu aramadığımız bu haftalar, böylesi tespitlerin de sezon sonuna bırakılacağı bir dönemin de ifadesi.
Sadede gelirsek: Fenerbahçe son virajlar dönülürken yarıştaki iki rakibinin aksine defans güvenliğinden uzak ama bu sorunu orta saha ve ilerisinin hallettiği maçlar oynuyor. Bu görüntü dün Sivas 4 Eylül’e de hâkimdi. Ev sahibi iki kez öne geçti, sarı lacivertliler rakibi iki kez yakaladı.
ŞAMPİYONLUK DENKLEMİ
Film, dönem ruhunu özümsemiş bir yapsatçının fakir fukaranın arazisine göz dikerek ‘Öte dünya’ öncesi bu tarafta dünyalıklarını yapmasına dokundururken temel olarak ‘Angara Style’ denen ‘underground kültür’den kayda değer pasajlar sunuyor. Öykünün üzerinde yükseldiği temel düzlem ise Yeşilçam’da daha önce de rastladığımız türden müteahhide karşı direnen temiz kalpli gençler ve mahalleli teması.
Lakin ‘Yolunda AŞ...’, heyecanı sinemasal erdemlerinin önünde bir yapım. Kâğıt üzerinde doğru yerde duran film, dertlerini peliküle aktardığında benzer oranda etkileyici olamamış. Bazen durum komedisi, bazen diyaloglar, bazen espriler -‘Emanetçiyiz’ esprisi mesela-, bir parça hüzün derken hikâyeye dağılmış iyi parçalar birleşerek sinemasal bir olgunluğa ve bütünlüğe ulaşamamış. Benzer bir durum oyunculuklarda da var, ‘an’lardaki ve detaylardaki güzellikler genele yayılamamış.
Sonuç itibariyle ‘Yolunda AŞ...’, eleştirmen klişesiyle söylersek ‘İyi niyetli bir çaba’dan öteye gidememiş.
Marvel’in her biri kendi yolunda şöhret olmuş, ses getirmiş ‘Süper kahramanları’nın bir tür ‘Şöhretler karması’ (‘Dream Team’ de denilebilir. Ki bu tanımı ilk filme ilişkin eleştiri yazısında kullanmıştım) niteliğindeki buluşmaları sürüyor. Mayıs 2012’deki ilk randevuda yani ‘Yenilmezler’de (‘The Avengers’) ‘Iron Man’, ‘Captain America’, ‘Hulk’, ‘Black Widow’ ve ‘Hawkeye’den oluşan ekibin ‘Thor’la birlikte üvey kardeşi ‘Loki’ye karşı verdikleri mücadeleyi anlatılıyordu. Filmde Loki, bir geçit bularak dünyaya gelirken beraberinde istilacı ordusunu da taşıyor, New York ‘11 Eylül’den beter bir felaket yaşıyordu. İkinci adım niteliğindeki ‘Yenilmezler: Ultron Çağı’nda ise (‘The Avengers: Age of Ultron’) tehlike içeriden geliyor. Ekibin -hayali- Doğu Avrupa ülkesi Sokovia’daki düşman Hydra üssüne saldırısıyla başlayan öyküde, Tony Stark’ın -namı diğer ‘Iron Man’- henüz çok da yol kat etmemiş bir programı uygulamaya koymasının ardından devreye giren ‘Ultron’ adlı bir robotun yarattığı kaosu izliyoruz.
İlkinde olduğu gibi ikinci buluşmada da yine kamera arkasına, ‘Buffy the Vampire Slayer’in yaratıcı olarak da bilinen Joss Whedon geçmiş. 141 dakikalık yapımı sanırım “Çok gürültü” ifadesiyle özetlemek mümkün. Basın gösterimi sonrası benim de içlerinde bulunduğum ‘ortayaşlı eleştirmen kuşağı’na ait arkadaşların hemen hepsi filme ilişkin bu tanımlamaya başvurdular.
70’lerde Dünya Bankası’nda çalışan genç bir ekonomistken eşi Lelia’nın aldığı fotoğraf makinesi sayesinde hayat serüveninde bambaşka bir kapıyı aralayan Salgado, giderek kadrajlarında insanlığın şimdiki zaman yolculuğundaki en acılı, en trajik, en travmatik anlarına eşlik eder bir hale geliyor. Daha önce ‘Buena Vista Social Club’ ve ‘Pina’ adlı iki belgeselini izlediğimiz Alman yönetmen Wenders, Salgado’nun büyük oğlu Juliano Riberio’yla çektiği bu son çalışmada hem sanatçının hayat yolculuğunda hem de neredeyse perdeye taşıdığı tüm işlerindeki özel anlamlarda dolaşıyor. Salgado başta Brezilya’daki Serra Pelada Altın Madeni olmak üzere -ki burada altına olan bağımlılığın yarattığı köleliğe dair yaptığı vurgu bence muhteşemdi-, Kuveyt’teki petrol tarlaları yangınları, Yugoslavya’daki iç savaş vs. derken Rwanda-Kongo sınırındaki manzaralar Brezilyalı fotoğrafçıyı bir yol ayrımına getirirken insanlığa ait umutlarının da sönmesine neden oluyor. Salgado bu noktada “Biz insanlar korkunç hayvanlarız” diyor. Kişisel bir ara not: Elbette Salgado’nun neyi kastettiğini anlıyorum ama ben, naçizane hayvanların evrimin en başından bu yana en suçsuz, en masum kesim olduğuna inanıyorum. Türümüze ait tüm vahşet ve barbarlık içeren tanımlamalar için de zaman zaman hayvanlar üzerinden yapılan benzetmelere de bozuluyorum!..
‘Toprağın Tuzu’nu sanırım sinemada izlemenin keyfi bir başka... Evet, karşımıza gelen kadrajlar keyiften çok acı veren anlardan ve insanlığın utanılası dönemeçlerine tanıklık eden görüntülerden oluşuyor ama Salgado’nun bize aktarmak istediği derinliği, duygu ve düşünceyi sanırım büyük perdede daha bir özümsemek mümkün. Onca kıymetli siyah-beyaz çalışmayla birlikte ‘Toprağın Tuzu’ndan çıktığında, sanki büyük bir sergiyi iç ve dış sesler eşliğinde dolaşmış gibi oluyorsunuz. Nasıl derler, kesinlikle kaçırmayın...
Yetmedi, atılan gollere dair geçen hafta mesela önce Hakan Balta, bir gün sonra Cenk Tosun için ‘şampiyonluğu getiren kafa’ türünden yorumlar vs...
Aslına bakarsanız, nadir olarak bir takımın arayı açtığı birkaç sezon hariç, çok bildik bir tablo değil mi karşımızdaki?..
Sayı ikiyken üç olmuş, ne fark eder? Yine İstanbul’un üç büyüğünden biri ipi göğüsleyecek, sonrasında yine tanıdık meselelerle yüz yüze geleceğiz; yarışta geride kalan iki takımın teknik direktörüne büyük ihtimalle kapı gösterilecek...
Hepsi hakkında neler söyleneceğini tahmin etmek de o kadar kolay ki; birine ‘çaylak’, diğerine ‘yetersiz’, bir diğerine de ‘büyük takım hocası değil’ denecek...
Oysa geçen pazar gecesi oynanan Fenerbahçe Ülker-Anadolu Efes maçından sonra Sarı-Lacivertlilerin koçu Zeljko Obradoviç’in söyledikleri, bence birkaç sezonun spor kültürümüze yüklediği anlamlardan daha önemli.
Ne demişti Sırp çalıştırıcı, kendilerini bu önemli maçta yalnız bırakan taraftara ilişkin:
“Bu akşam maç saat 19.00’da başladı. Yani taraftarın gelmesi için ideal bir saat. Bu takım ‘Final Four’a kalmış, Anadolu Efes gibi ciddi bir rakiple oynuyor ve tribünler boş kalıyor. Gelenlere teşekkür ederim ama salonun bugünkü durumunu hayatım boyunca unutmayacak, kalbimde saklayacağım. 25 milyon taraftarımız olduğu söyleniyor, bu bir hikâye. Bugün çok daha fazla destek beklemek hakkımızdı ama bizimle değillerdi.”
Biz büyüdük ve gerçekten fazlaca kirlendi dünya...’ 1970’lerde ‘Watergate skandalı’ başkan düşürürdü, şimdilerde Edward Snowden’lar, Julian Assange’lar çıkıyor ve tek tek yenilen her türden haltı gözler önüne seriyor ama hem hayat hem de sorumlular kaldığı yerden her bir şeye devam ediyorlar. Kim bilir belki de bu durumu günümüz insanının ‘bilge’liğine’, görmüş geçirmişliğine bağlamak lazım.
Bu hafta sinemalarımıza uğrayan ‘Citizenfour’, yakın geçmişin bir büyük skandalını perdeye taşıyan son derece önemli bir belgesel. Yönetmen Laura Poitras, 11 Eylül sonrası paranoyaları üzerine çektiği daha önceki filmleri ‘My Country, My Country’ ve ‘The Oath’la birlikte ‘Citizenfour’da ‘üçleme’sini tamamlamış oluyor. Poitras, son adımında NSA (National Security Agency) çalışanı Edward Snowden’ın, kendince doğru bulmadığı uygulamaları kamuoyuyla paylaşmaya karar vermesinin ardından yaşanan sürecin en önemli evrelerini perdeye taşıyor. Kız arkadaşıyla -ki o da kendisinin neyle iştigal ettiğinden habersiz- tatildeyken birden ortadan kaybolan ve Hong Kong’da kaldığı otel odasından önce İngiliz The Guardian yazarı Glenn Greenwald olmak üzere elindeki belgeleri yavaş yavaş medya üzerinden tüm dünyayla paylaşmaya başlıyor.
Bu, son derece gerçekçi bir John Le Carre romanı tadı taşıyan meselede yaşananları olay anında izlediyseniz zaten olan bitene vâkıfsınızdır; film de bir tür hatırlatma görevini üstleniyor ama yine de onca detay kuşkusuz hayret uyandıracak nitelikte. Kısa bir özet geçmek gerekirse Snowden bugün için ABD hükümetince ‘gizli belgeleri kamuoyuyla paylaştığı için aranılan bir suçlu ve Rusya’da ikâmet etmeyi sürdürüyor. Snowden’ın derdi de şu: Sistem 11 Eylül’ü bahane ederek kendi keyfince herkesi izlemeye ve özel hayatlarına müdahil olmaya başladı.
MEDYA NEDİR, NE DEĞİLDİR?
(Beş üzerinden dört buçuk yıldız)
Haftanın yenileri arasında yer alan ‘Kara Deniz’ (‘Black Sea’) öyküsünün omurgasını bir denizaltıda kurmasına rağmen sonar sesine pek itibar etmiyor ama yine de türün klişelerinden bolca yararlanıyor. Zaten filmin asıl handikabı da bu noktalarda beliriyor: ‘Klostrobik atmosfer’in yarattığı gerilime yükleneceğim diye senaryo zorlama çekişmelere kurban edilmiş.
Peki ne anlatıyor ‘Kara Deniz’? Hemen özetleyeyim: Sistemin posasını çıkarıp bir kenara koymaya karar verdiği bir grup denizci ekonomik kurtuluşlarını, Gürcistan açıklarında Karadeniz’in derinliklerinde yatan eski bir Nazi denizaltısında görürler. Çünkü bu batıkta kilolarca külçe altın vardır. Bu süreçte İngiliz ve Rus personel arasındaki çıkacak her türlü sorunu halletme görevi de ekibin şefi konumundaki Robinson’dadır...
(Beş üzerinden iki buçuk yıldız)
‘The Last King of Scotland’, ‘State of Play’, ‘The Eagle’ gibi filmleriyle tanıdığımız İskoç yönetmen Kevin Macdonald imzasını taşıyan ‘Kara Deniz’, parça parça güzellikler barındıran bir yapım olmuş. Ama bu güzel parçaları birbirine bağlamak adına araya serpiştirilmiş gibi görünen inandırıcılıktan uzak zorlama İngiliz-Rus çekişmeleri filmi zedelemiş. Öte yandan öykü, kimi unsurlarıyla uzaktan uzağa Ridley Scott imzalı ‘Alien’a da selam sarkıtıyor sanki. Oyunculuklara gelince bu yakada pek problem yok ama özel performanslar da yok. Ana karakter Robinson’da izlediğimiz Jude Law fiziksel açıdan farklılık gösteriyor gibi; filmdeki haliyle Phil Collins’i andırmış.