Moda, sizin adınızla anılıyorsa elbette bu alanın ikonlarına bir şekilde uğramak zorundasınız. Bu; gönül, vefa ya da kültürel bir borçtur aynı zamanda. Hele ki onlar sizin çocuklarınızsa... Yalnız ortada şöyle bir problem var, Fransız sineması ne zaman onlara el atsa tuhaf bir refleksi de beraberinde gösteriyor, o da şu: Aynı karaktere aynı zaman dilimi içinde iki filmle uğruyorlar. Bu tavrı en son Coco Chanel’i anlatan ve arka arkaya vizyona çıkan 2009 tarihli iki filmde; ‘Coco Chanel & Igor Stravinsky’ ve ‘Coco avant Chanel’de görmüştük. Şimdi de Yves Saint Laurent benzer bir şekilde gölgesini perdeye aksettiriyor. Aynı yıl (2014) çekilen iki filmden önce Jalil Lespert imzalı ‘Yves Saint Laurent’i izlemiştik, bu hafta da yönetmenliğini Bertnard Bonello’nun üstlendiği ‘Saint Laurent’ huzurlarımızda.
İki film de kuşkusuz Cezayir doğumlu ünlü modacının yükselişi, aşkları, özel hayatı, tasarım dünyasındaki adım adım yükselişi gibi benzer limanlara uğruyor. Lakin 150 dakikalık süresiyle Bonello’nun yapıtı hem daha geniş bir zaman skalasında hareket etmenin avantajını yaşıyor hem de yönetmenlik dokunuşu açısından daha iyi bir yerde duruyor. ‘Saint Laurent’de ana karakterin tutkulu dünyasında dolaşırken zaman zaman kronolojik bir tarih gezisine çıkıyoruz. Bonello, özellikle grafik anlatımda çok başarılı. Ekranın ikiye bölünüp bir yanda Yves Saint Laurent defilelerinden görüntülerin akıp gittiği, öte yanda gerçek tarihin önemli dönemeçleriyle (‘68 hareketi’, Sartre, Vietnam Savaşı vs.) perdeye yansıtıldığı bölümler etkileyici ve zarif.
Öykü Yves Saint Laurent’in yakın çevresindeki ortağı ve sevgilisi Pierre Berge’in yanı sıra tutkulu aşkı Jacques de Bascher, modelleri Betty Catroux ve Loulou de la Falaise, YSL Stüdyosu’nun yöneticisi Anne-Marie Munoz gibi karakterlere de uğruyor. ‘Saint Laurent’ ana omurgasını 1967-76 yılları arasında kuruyor ve nihayetinde ünlü moda ikonunun son dönemini perdeye aksettiriyor.
Kariyerinin çıkış döneminde ‘Roket Adam’ (‘The Rockeeter’), ‘Akıl Oyunları’ (‘A Beautiful Mind’), ‘Hulk’ gibi filmler bulunan Jennifer Connelly, “Bilim insanlarının kahrını çekmek de bir yere kadar” demiş olmalı ki artık ‘mistik’ içerikli yapımlarda karşımıza çıkıyor! Yakın zaman önce ‘Nuh’ta da izlediğimiz Connelly, şimdi de 2014 tarihli ‘Paramparça’yla (‘Aloft’) salonlarımıza buyur ediyor. Perulu kadın yönetmen Claudia Llosa’nın imzasını taşıyan film, iki çocuğuyla ayakta kalma mücadelesi veren bir kadının zaman içinde yaşadığı ruhanî dönüşümü, yer yer etkileyici pasajlarla aktarıyor.
Jennifer Connelly
Senaryosunu da Llosa’nın kaleme aldığı ‘Paramparça’nın konusu kısaca şöyle: Küçük kızı Gully’nin derdine deva bulmak üzere her yolu deneyen Nana Kunning, nihayetinde ‘Mimar’ mahlaslı bir şifacıdan medet umar. Lakin oğlu Ivan ve onun hayattaki en önemli varlığı olan şahini, ‘Mimar’ın inşa ettiği ve bir tür tavaf için tasarlanan özel ahşap yapıyı darmadağın eder. Ardından 20 yıl sonrasına atlarız; Ivan artık evli ve bir çocuklu genç bir babadır. Kendisi ve kuşlarıyla bir belgesel çekmek için kapısını çalan genç bir kadın, artık bambaşka bir kimliğin sahibi olan annesinin yanına gitmeyi teklif eder. Ve ardından da…
Beş üzerinden üç yıldız
HÂLÂ ÇOK GÜZEL!
Felaketler her yerden gelebilir; yukarıdan, aşağıdan, yüzeyden, uzaydan, devasa yaratıklardan vs... Fark etmez, yeni bir dünya kurulur ve Amerika orada yerini -tabii en ön sırada- alır... Amma velakin ‘Amerikan ailesi’ dağılırsa, işte bu felaketin üstesinden kimse gelemez. Dolayısıyla Hollywood imzalı tüm büyük stüdyo işi felaket filmlerinde karakterler doğayla ya da doğaüstü güçlerle mücadele ededursun asıl mesele aileyi ayakta tutmak ya da dağılmış parçaları bir araya getirmek için uğraş vermektir.
Aslında ‘Felaket filmleri’ denen türün doğuş ve büyüme sancılarının yaşandığı 70’li yıllarda yine insani durumlara odaklanma vardı ama o dönemin yapımlarında çok karakterli öyküler izler ve onların kurtulma / kurtarılma çabalarına şahit olurduk. ‘Şimdiki zaman’ın örneklerinde ise (Dennis Quaid’li ‘The Day After Tomorrow’, Tom Cruise’lu ‘War of the Worlds’, John Cusack’lı ‘2012’ mesela) varsa yoksa aile. Bu hafta salonlarımıza uğrayan Hollywood patentli son ‘Felaket destanı’ ‘San Andreas Fayı’ da, günümüz geleneklerine sahip çıkıyor ve bir yandan koca San Francisco’nun yok olmasının bir tür simülasyonuna soyunuyor, öte yandan da dağılmakta olan bir aileyi yeniden toparlama sürecinin parçası haline geliyor.
Kanada kökenli Brad Peyton’ın imzasını taşıyan ‘San Andreas Fayı’ Los Angeles’taki bir arama-kurtarma ekibi şefinin, Ray Gaines’in öyküsü ön planda. Bu iri yarı adamcağız, eşi Emma’dan ayrılmak üzeredir ve yetişkin kızı Blake’in de ‘müstakbel’ üvey babasının yanında oturacağı haberini henüz alır. Bu duruma tam içerlemişken önce Nevada’daki bir barajda başlayan tektonik hareketlilik (yani deprem), Los Angeles üzerinden San Francisco’ya kadar uzanıyor. Ünlü ‘San Andreas fayı’ uyanmıştır artık. Gaines ise helikopteriyle önce ayrılmak üzere olduğu eşini bir gökdelenin çatı katından kurtarıyor, sonra da üvey babanın olay anında bir anlamda, “Başının çaresine bak” diyerek terk edip gittiği kızı Blake’in peşine düşüyor...
‘San Andreas Fayı’, ‘Felaket filmleri’ kategorisinin bilindik reflekslerine sahip bir yapım. Özel efektler ön planda ve bitmez tükenmez yıkım sahneleri arka arkaya geliyor. Aslında ‘Deprem’, Hollywood’un bizde ‘Zelzele’ ismiyle oynayan 1974 tarihli ‘Earthquake’inden bu yana uğramadığı bir felaket türü. Dolayısıyla ana tema en son 31 yıl öncesinde kullanılmış ama trükler her daim bildik ve tekrarlanan cinsten. ‘San Francisco sokakları’nı tsunami etkisiyle suyla doldurmak ve nihayetinde güzelim ‘Golden Gate’i tarihin çöplüğüne yollamak, belki filmin nadir ‘özgün’ yanlarından.
Filmin ilk bölümündeki espriler vasatı aşamasa da öykü yerine oturduktan sonra bir nebze kıvamını buluyor. Hikâyesi ‘Arafta olmak’ esprisi üzerinden yürüyen ‘Hayalet Dayı’da, aşırı ucuz bir konağa kapağı atan Ozan ve Caner’in, mekânın asıl sahibi konumundaki hayaletle tanışma faslından sonra işler karışır... Dayı araftadır ve bu durumdan kurtulması için zamanında verdiği bir sözün yerine getirilmesi gerekmektedir. İkili, sözün yerine gelmesi için kolları sıvar...
‘Hayalet Dayı’nın ana karakterleri itibariyle asıl referansı ‘Dumb & Dumber’ gibi görünüyor. Belki de şöyle bir saptamada bulunmak lazım; filmin tonu ‘Farrelly Biraderler’in yıkıcı mizahına yakın duruyor. Ama sadece yakın duruyor. Keşke buradan özgün bir yapıta ulaşabilseydi.
Hoş, hakkını yememek lazım, ‘Hayalet Dayı’ son zamanlarda vizyona giren ve komedi yaptıklarını iddia eden yapımlar arasında ilgiyi hak eden bir çabanın ürünü. Ancak bazı yerlerdeki özellikle kayda değer kimi sahnelerin ardından çıta daha bir aşağılara düşüyor ve film belli bir standardı yakalayamıyor. Oyunculuklara gelince... Settar Tanrıöğen her zamanki klasında. Caner Özyurtlu ve Ozan Özcan da belki gelecekte daha iyi işlere imza atacak bir ikili olmuşlar. Filmde Ülkü Duru, Tuğçe Karabacak ve Esra Dermancıoğlu da rol alıyor, ‘rahmetli’ Erol Büyükburç ise ‘Ustalara saygı’ kabilinden karşımıza geliyor. Sonuç? Elde bir değer olduğu muhakkak, bu madenin daha iyi işlendiği projelerde
VE ligde perde ‘resmi’ olarak da kapandı. Diğer sezon finallerinden biraz daha farklı olarak zirve yarışı uzun bir süre ‘İstanbul’un üç büyüğü tarafından domine edildi, son virajlar dönülürken Beşiktaş adeta kendisini sarsan 10 gün yaşadı ve bu süreçte oynadığı üç maçta şansını kaybetti, pazartesi gecesi itibariyle de Fenerbahçe de “Benden bu kadar” deyince ‘Şampiyon’un adı kayıtlara ‘Galatasaray’ şeklinde geçti.
Malum, bizdeki tablo bu üç takım etrafında dönüp duruyor. 1959’da başlayan serüvende Trabzonspor’un 70’lerde ‘İstanbul dükalığı’nı deviren çıkışı ve akabinde devam eden ‘Mutlu son’ları hariç bir de Bursaspor’un 2009-2010 sezonundaki şampiyonluğunu gördü bu ülkenin futbol belleği. Yani zaten öykü genel karakterleri itibariyle bildik; futbolsevere düşen ise bu karakterlerin kendine özgü ifadelerinin peşine düşmek...
ESTETİK DEĞİL MANTIK
GALATASARAY’ın bu sezonki hikâyesinin kısa özeti de, ‘mutlu son’un netleşmesinden sonra sıkça ifade edildiği gibi üç başkan, iki teknik adam, bir şampiyonluk olsa gerek... Bu serüveninin genel karakteri üzerinde dolaşırsak, sezonun büyük resminde Galatasaray’ın ‘iyi futbol’ tanımıyla pek de at başı giden bir yapı sunmadığını fark ederiz. Görevi Cesare Prandelli’den devralan genç teknik direktör Hamza Hamzaoğlu önderliğinde sarı kırmızılılar özellikle son 6 haftada, estetikten çok mantığın ve aklın gerekliklerinin hüküm sürdüğü bu oyun karakteri ortaya koydu ve nihayetinde şampiyonluk ipini göğüsledi.
Son haftaların Galatasaray’ı, iki sezon öncesinin Aykut Kocaman’lı Fenerbahçesi’nin Avrupa Ligi’ndeki karakterini andırıyordu. Gol yemeden kazanılan çoğu tek farklı maçlarla yoluna devam etti Cim Bom ve hedefine de ulaştı. Lakin bu kaleyi kapatma hikâyesinde mesela bir ‘Katenaçyo’ refleksi görmedik, bu İtalyan mirasını bir zamanlar Serie A’da da forma giyen Fernando Muslera tek başına üstlendi adeta. Dolayısıyla şampiyonlukta elbette herkesin emeği vardı ama sanırım Muslera’nın yeri bir başkaydı.
Amerikan sinemasının aynı kuşağa ait iki Kanadalı Ryan’ından Gosling, Reynolds’tan farklı olarak kamera önünden arkasına geçti ve ilk yönetmenlik çalışması ‘Kayıp Nehir’le (‘Lost River’), geçen yıl Cannes’a katıldı. Film, genelde kötü eleştiriler aldı. Lakin geçen haftaki basın gösterimi sonrası gördük ki, ‘Kayıp Nehir’e haksızlık yapılmış; en azından benim için...
Bu haftanın mönüsü içinde yer alan yapım Detroit’te, ranta kurban edilmiş mekânların yavaş yavaş yıkıma doğru yer aldığı bir bölgede (aslında görüntü ‘Kıyamet sonrası’nı andırmaktadır), ayakta durmaya çalışan genç bir kadın ve delikanlılık çağındaki oğlunun öyküsüne odaklanıyor. Billy adlı bu kadın evi geçindirmek ve emlâk borçlarını ödemek için tuhaf bir gece kulübünde çalışmaya başlıyor. Oğlu Bones da yakın çevredeki terk edilmiş evlerden başta bakır olmak üzere kimi metalleri çalarak satıyor. Lakin aynı işe talip iki kişilik çeteyle de başı belaya giriyor.
Yönetmen Ryan Gosling, ‘Kayıp Nehir’de sanki oyuncu Ryan Gosling’in rol aldığı son yapımlardan ‘Sürücü’ (‘Drive’) ve ‘Sadece Tanrı Affeder’in (‘Only God Forgives’) izinde ilerliyor gibi. Yani başka bir söyleyişle Gosling, bu iki filmin yönetmeni Nicolas Winding Refn benzeri bir atmosfer yaratıyor. Ama ‘Kayıp Nehir’in asıl referansı David Lynch, özellikle de bu büyük yönetmenin iki filmi ‘Wild at Heart’ ve ‘Blue Velvet’.
Elbette bu tür durumlarda öykünmenin ötesine gidememeden ilham alarak özgün bir eser çıkarmaya uzanan geniş bir skala vardır. Gosling bence ortaya özgün bir yapıt koymuş ve bir ilk film için sınavı alnının akıyla geçmiş. Kadrajlar, performanslar, atmosfer, müzik; hepsi bir ilk adım için çizgi üstü ve etkileyici.
BARBARA STEELE’E SAYGI DURUŞU
Açmak gerekirse ortada anlatılmaya değer konular ve meseleler yok. Buna mukabil bir-iki popüler isimle yola çıkılmış, sırtını çalakalem yazılmış senaryolara dayamış, art arda sıralanan skeçlerle toparlanma yoluna gidilmiş, kötü, vasat, erkek egemen kültüre seslenen esprilerle donatılmış, dökülen oyunculukların da önüne geçilememiş ve sanki fotokopide çoğaltılmış yapımlar var.
Böylesi umutsuz bir tabloda, bu hafta gösterime giren ‘OHA: Oflu Hoca’yı Aramak’, farklı bir yerin tarifine soyunuyor. Film, Batı literatüründe ‘Mockumentary’ adı verilen, Türkçeye de ‘Sahte belgesel’ olarak çevrilen bir mantığın ya da kategorinin ürünü. Az biraz daha netleştirirsek ifademizi, belgesel tadında kurmaca karşımıza gelen...
‘MANTARLI KEK’ BÖLÜMÜ ZİRVE
Ya öykü? Ülkenin hatırı sayılır müheahhitlerinden Ali Baltaoğlu, 90’lı yılların efsane karakterlerinden ‘Oflu Hoca’ hakkında belgesel çekmek isteyen bir grup gencin sponsoru oluyor. Kendisi de Karadenizli olan Baltaoğlu, yöredeki yeni inşaat atılımları için de böyle bir çabanın yararlı olacağına inanıyor. Ve fakat gençler Karadeniz’e adım atıp Oflu Hoca’nın izini sürmeye başlayınca yöre insanının da kendine özgü haletiruhiyesiyle bambaşka maceraların kapısını aralıyorlar.
Yine zirve yarışının ortakları birbirlerini suçluyor, rakiplerinin sahada değil, saha dışında kazandıklarını iddia ediyor.
Bu yeni bir görüntü değil, oyunun bu topraklardaki kaderine ve tarifine ilişkin çok çok uzun bir süredir aynı tanımlar etrafında dönüp dolanıyoruz.
Malum, elin oğlu sezonu bitiriyor, herkes şampiyonu alkışlıyor, düşenin sırtını sıvazlıyor bizdeyse anın mutluluğunu yaşamak bile sorun; üstüne üstlük eski defterler açılıyor, eski yaraların derinliği daha da artıyor.
Lakin temel bir gerçek var, kimse kimseye güvenmiyor.
Aslına bakarsanız kendine de güvenmiyor.
Kendine güvenmediği için de karşısındakinin de böyle olduğunu düşünüyor.
Ama toplumun genel olarak bu noktaya gelmesinde önemli bir doğruluk payı da var; bu ülkede adalet hiçbir yerde tesis edilemiyor, vicdanlarda bile...
Hal böyle olunca, her olayda bilinçaltı haklı olarak devreye giriyor ve hak ile hukukun olmadığını bir şekilde haykırmak istiyor.