Yönetmenliğini James Gray’in üstlendiği yapım aslında salonlarımıza biraz geç uğruyor. Çünkü ‘Bir Zamanlar New York’ 2013 tarihli bir çalışma. Önce konu: Yıl 1921... Kız kardeşi Magda’ya birlikte çıktığı yolculuğun sonunda yeni bir geleceğe uzanmak isteyen Ewa ilk hayal kırıklığını Ellis Adası’nda yaşar. Tüberküloz hastası olan Magda, adadaki karantina da müşahede altına alınır. Daha kötüsü, kendisi de gemi yolculuğu sırasında ahlaksızlık yaptığı gerekçesiyle sınır dışı edileceklerin arasına yollanır. New York’taki eğlence sektörünün orta ölçekli simalarından Bruno Weiss, bir anlamda onda özel bir ışıltı olduğunu görür ve illegal yollardan Ewa’yı hayatın içine katar. Lakin önünde zorlu bir süreç vardır; Weiss’in kabare topluluğunda ‘Özgürlük Heykeli’ tiplemesiyle yer alıp para için erkeklerle beraber olmaya başlayacaktır. Çünkü Magda’yı kurtarmak için gerekli finansı ancak böyle sağlayacaktır...
Yönetmen Gray, bir önceki filmi ‘Two Lovers’ın senaryosunda da birlikte çalıştığı Ric Menello’yla kaleme aldığı ‘Bir Zamanlar New York’ta da yine bir aşk üçgenine yer vermiş öyküde. Üçlü ayağın sahaya dağılımına gelince: Weiss kendisiyle arasına her daim bir mesafe koyan Ewa’ya büyük bir tutkuyla bağlanırken sonradan ortaya çıkan ‘Sihirbaz’ Emil (ki Weiss’in kuzenidir) de göçmen kadına Ellis Adası’nda gördüğü ilk andan itibaren âşık oluyor. Hikâye ara sokaklarında tutkunun karşı koyulamaz koridorlarında gezinirken bir yandan da Tanrı’nın adaleti esirgediği bir yakaya göz atıyor. Bu yakada da seyirci koltuğunda, aslında koyu bir Katolik olan ve ‘öte dünya’daki yerini cehennem olarak belirleyen Ewa’nın, Magda için işlediği günahların tanığına dönüşüyoruz...
Göçmen meselesi üzerine en derin ve tarihsel filmlerden biri malum Elia Kazan’ın ‘America America’sıdır. ‘Bir Zamanlar New York’, bu çapta bir yapım değil ama kendince tutarlı ve kayda değer bir çaba.
2012’de gösterime giren ‘Striptiz Kulübü’nü (‘Magic Mike’) izlerken insanın aklına ister istemez İngiliz komedisi ‘The Full Monty’ geliyordu. Çünkü ortada yine bir anlamda vücutlarını kadınların önünde teşhir ederek para kazanan erkekler vardı. Lakin Peter Cattaneo imzalı Britanya yapımı film, kriz döneminde kapı önüne konan Sheffield’lı altı çelik işçisi çareyi striptizde buluyordu. Steven Soderbergh’in filminde ise ana karakterlerin öyle işsizlik, hayata tutunma vs. gibi dertleri yoktu; ‘Kulüp’ elemanları etrafa her daim testosteron yayan, Yunan tanrılarının günümüzdeki elçileri gibi duran, gösterileri sırasında adeta seks satıcısı gibi davranan ve sahnede cinselliğin her türlü ‘simülasyonunu’ gerçekleştiren erkeklik abideleriydi. Sözün özü ‘The Full Monty’ sınıfsal dertleri olan, parlak bir fikirden yola çıkılarak çekilmiş bir İngiliz komedisiydi. ‘Striptiz Kulübü’ ise yönetmenlik serüveni boyunca cinsellik duraklarına zaman zaman uğrayan Soderbergh’in sinemasına uzak durmayan ama içerik olarak en zayıf işlerinden biriydi.
Görüntü ondan sorulur!
Üç yıl sonra aynı sulara ‘MMXLL’ (‘Magic Mike XXL’) adlı filmle dönülürken bu kez Soderbergh projeye yapımcı (ve sürpriz; görüntü yönetmeni) olarak dahil olmuş, yönetmenlik koltuğuna ise ilk filmin asistanlarından Gregory Jacobs oturmuş. Senaryoyu ise ilkinde olduğu gibi Reid Carolin kaleme almış. Doğrusunu söylemek gerekirse ‘MMXXL’, konu bakımından çıtayı ilkinin de altına çekiyor ama ne gam, bu serinin öyle sosyolojik bir bakış atma, karakter derinliklerine inme gibi dertleri yok (ya da ikinci adımda buyönde daha fazla gayret var diyelim). Bütün mesele gösterilerine gelen kadın izleyicilerin beklentilerini karşılayan, fiziksel bakımdan ideal erkek profillerine sahip bir ekibin yeni bir öyküsü üzerinden gişeye oynamak... Ama hakkını da yemeyelim, ‘MMXXL’, bu işi belirli bir görsel estetik ve koreografisi yüksek sahneler eşliğinde gerçekleştiriyor.
'Örümcek Adam’dan da biliyoruz ki ‘Büyük güç, büyük sorumluluk gerektirir...’ Lakin bu kadarı da yetmez, onca devasa yaratığa, mahlukata, tehlikeye karşı koymak için belli oranlarda iri cüsse de gerektirir... Marvel’ın en az bilinen karakteri konumundaki ‘Ant-Man’, konuya değişik bir perspektif getiriyor ve meseleyi ‘Küçük güzeldir’den yola çıkarak ‘Küçük de güçlüdür’e taşıyor. Aslında ironiyi ‘Önemli olan işlevi’ne kadar uzatmak mümkün...
Peki ‘Ant-Man’ ne anlatıyor? Sinemadaki ilk macerası itibariyle hikâyede bu tür yapımların genel şablonuyla karşılaşıyoruz: ‘Çılgın’ fikirlerle flört eden ama sorumluluklarını bilen bir bilim insanı ve yanında yetişmiş, tutkusu, ihtirasları ve gözü dönmüşlüğüyle her an yoldan çıkmaya eğilimli bir yardımcı... Dr. Hank Pym her türlü canlıyı küçültebilen bir teknoloji peşinde, yıllar boyu deney ve araştırmalar yapmıştır. Yardımcısı Darren Cross ise bütün bu çabaları daha öte noktalara taşımış ve buluşunu, ‘kötü niyetli’ insanların eline vererek kolay yoldan para kazanmanın derdine düşmüştür. Aslında gerçek niyeti, ‘Boynuzun kulağı geçtiğini’ kanıtlamaktır. Pym’in şirketine bir şekilde el koyan ve kızı Hope’u da yanına alan Darren, faaliyet alanını genişletirken sevimli bir hırsız olan Scott Lang de bir soygun sonucu, Pym’in yıllardır gizlediği buluşunun uygulayıcısı haline gelir. Lang, artık giydiği özel kostüm içinde tek bir düğmeye basarak karınca boyutuna inmekte ve meseleleri ‘küçük ama etkili’ dokunuşlarıyla çözmektedir. Üstelik yanında dev bir karınca ordusu vardır...
Yönetmenliğini Peyton Reed’in üstlendiği ‘Ant-Man’, bir kere çok az bilinmenin avantajıyla özel olarak ilgimize muhatap oluyor. Peşi sıra senaryoda dört isim var; Edgar Wright, Joe Cornish, Adam McKay ve başroldeki Paul Rudd. Bu topluluk içinde yer alan İngiliz Wright, malum birçok komedi filminin yönetmeni (‘Shaun of the Dead’, ‘Hot Fuzz’, ‘The World’s End’) ve senaristi. Muhtemelen onun dokunuşlarıyla ‘Ant-Man’ özel bir ruha ve espri anlayışına sahip olmuş. Keza yazım ekibinde yer alan, filmin başrol oyuncusu Paul Rudd da bu hikâyeye özel katkılarda bulunmuştur diye düşünüyor insan.
Marion Cotillard ABD’ye daha önce ‘Kaldırım Serçesi’ olarak adım atmıştı, bu kez bir ‘göçmen’ olarak şansını deniyor. ‘Bir Zamanlar New York’ Türkçe çevirisiyle vizyona giren ‘The Immigrant’, geçen yüzyıl başında Polonyalı göçmen bir kadının ‘Yeni dünya’ya adım atma ve tutunma öyküsünü anlatırken arka planda küçük çaplı bir New York tasvirine soyunuyor.
Yönetmenliğini James Gray’in üstlendiği yapım aslında salonlarımıza biraz geç uğruyor. Çünkü ‘Bir Zamanlar New York’ 2013 tarihli bir çalışma. Önce konu: Yıl 1921... Kız kardeşi Magda’ya birlikte çıktığı yolculuğun sonunda yeni bir geleceğe uzanmak isteyen Ewa ilk hayal kırıklığını Ellis Adası’nda yaşar. Tüberküloz hastası olan Magda, adadaki karantina da müşahede altına alınır. Daha kötüsü, kendisi de gemi yolculuğu sırasında ahlaksızlık yaptığı gerekçesiyle sınır dışı edileceklerin arasına yollanır. New York’taki eğlence sektörünün orta ölçekli simalarından Bruno Weiss, bir anlamda onda özel bir ışıltı olduğunu görür ve illegal yollardan Ewa’yı hayatın içine katar. Lakin önünde zorlu bir süreç vardır; Weiss’in kabare topluluğunda ‘Özgürlük Heykeli’ tiplemesiyle yer alıp para için erkeklerle beraber olmaya başlayacaktır. Çünkü Magda’yı kurtarmak için gerekli finansı ancak böyle sağlayacaktır...
Yönetmen Gray, bir önceki filmi ‘Two Lovers’ın senaryosunda da birlikte çalıştığı Ric Menello’yla kaleme aldığı ‘Bir Zamanlar New York’ta da yine bir aşk üçgenine yer vermiş öyküde. Üçlü ayağın sahaya dağılımına gelince: Weiss kendisiyle arasına her daim bir mesafe koyan Ewa’ya büyük bir tutkuyla bağlanırken sonradan ortaya çıkan ‘Sihirbaz’ Emil (ki Weiss’in kuzenidir) de göçmen kadına Ellis Adası’nda gördüğü ilk andan itibaren âşık oluyor. Hikâye ara sokaklarında tutkunun karşı koyulamaz koridorlarında gezinirken bir yandan da Tanrı’nın adaleti esirgediği bir yakaya göz atıyor. Bu yakada da seyirci koltuğunda, aslında koyu bir Katolik olan ve ‘öte dünya’daki yerini cehennem olarak belirleyen Ewa’nın, Magda için işlediği günahların tanığına dönüşüyoruz...
BİR ‘AMERICA AMERICA’ DEĞİL AMA…
Üç yıldız
Gray, hikâyenin derinliğini bu tür meseleler üzerinden sağlamaya çalışırken ünlü görüntü yönetmeni Darius Khondji de, kim bilir belki de karakterlerin genel tablo içindeki umutsuz durumlarına paralel çağrışımlarda bulunmak amacıyla karanlık bir New York tasvirine soyunmuş.
Oyunculuklara gelince… Filmi izleyince fark ediyoruz ki, Marion Cotillard ‘İki Gün ve Bir Gece’den önce, Dardanne Kardeşler’in filmindeki telaşlı ve üzüntülü karakteri kadar olmasa da yine hüznü her daim üzerinde taşıyan bir tiplemeye burada da hayat vermiş. Sözün özü Fransız yıldız, Ewa’yı ölçülü biçili ve haletiruhiyesini yüzüne yansıtır bir biçimde oynuyor. Gray’ın önceki üç filmi ‘The Yards’, ‘We Own the Night’ ve ‘Two Lovers’ta da rol alan Joaquin Phoenix, kendisinin de sistemin bir parçası olarak dahil olduğu kirliliğin içinde âşkı ve tutkuyu tek temiz şey olarak gören Bruno Weiss’te gayet iyi. Jeremy Renner da ‘Sihirbaz’ Emil’de kısa rolünün hakkını vermeye çalışıyor.
Robb White’ın 1972 tarihli romanı ‘Deathwatch’tan sinemaya uyarlanan ‘Tehlikeli Oyun’ (‘Beyond The Reach’) iyi başlıyor, iyi de devam ediyor ama final, filmi taşıyamıyor ve vasatlaştırıyor. Jean Baptiste Leonetti’nin yönettiği yapımda Jeremy Irvine, ‘The Railway Man’den sonra bir kez daha zulme direnen genç tiplemesinde karşımıza geliyor. Michael Douglas ise yapımcılığını da üstlendiği filmde nefret edilesi yaşlı iş adamını canlandırırken zaman zaman karakterini karikatürize olmaktan kurtaramıyor.
Bu haftanın mönüsünde yer alan ‘A Most Violent Year’ da bu yapımlardan biri. Yönetmen JC Chandor’u 2011 tarihli ‘Margin Call’la tanımıştık. Film, 2008’de merkez üssü Wall Street olan ve ‘tsunamik’ etkileri açısından tüm dünyayı sarıp sarmalayan meşhur finans krizinin nasıl çıktığını dair kendince birtakım tezleri öne sürüyor ve bir anlamda, karmaşanın fotoğrafını ‘içeriden’, etkileyici bir dille çekiyordu. Lakin filmden gerçek anlamda tat almak için nerdeyse kendi çapınızda bir ‘broker’ olmanız gerekiyordu. Üstelik ‘Margin Call’u, ‘Kapitalizm içi bir yüzleşme filmi’ olarak da tanımlamak mümkündü. Eğer ki dünya görüşü itibarıyla yüreğiniz zaten bu sistemin yıkılması yolunda çarpıyorsa, filmin dramatik unsurları sizin için çok şey ifade etmeyebilirdi.
Kapitalizmin baş ağrıları
Peşi sıra JC Chandor’un ikinci uzun metrajlı adımını izledik. ‘Sona Doğru’ (‘All Is Lost’) adeta bir yalnızlık ve hayatta kalma mücadelesinin ifadesiydi. Filmi, emektar Robert Redford’un tek başına sürüklüyordu. Malum, Tom Hanks’li ‘Cast Away’da FeDex çalışanı düştüğü adada kendince bir ‘Cuma’yı buluyor ve Wilson marka voleybol topunda bir yâren, bir yol arkadaşı yaratıyordu. ‘Sona Doğru’nun ana karakteri böylesi bir dosttan bile mahrum okyanusun sonsuz yalnızlığında kurtulmaya bekliyordu. Genç yönetmenin sinemadaki son adımı ‘A Most Violent Year’ ise kimi kodları bakımından belki ‘Margin Call’la daha bir akraba. Film, kapitalizmin 1980’li yıllarındaki görüntüsüne uzanıyor. Göçmen Arel Morales, ‘Amerikan rüyası’nı görmeyi başaranlardan: Güzel eşi, çocukları, kocaman evi var. İşi de akaryakıt sevkiyatı. Lakin son günlerde kamyonlarına göz dikiliyor. Birtakım mihraklar, onun önünü kesmeye çalışıyor. İşler bu aşamadayken sistem de üzerine geliyor; şirketine yönelik üç dava kapıdadır...
Üç gün önce Bastian Schweinsteiger, iki gün önce de Iker Casillas ellerinde doğup büyüdükleri camialarıyla yollarını ayırdı. Alman yıldız, 1998’de adımı attığı Bayern Münih’e, tam 17 yıl sonra veda etti ve bir başka futbol devinin, Manchester United’ın yolunu tuttu. Schweinsteiger henüz 30 yaşında ve önünde daha top oynayacağı uzun bir süre var. Casillas ise henüz dokuz yaşındayken Real Madrid’li olmuştu. Tecrübeli eldiven 34 yaşında, 25 yılını geçirdiği İspanyol devinden Portekiz Ligi’nin yolunu tuttu; onu artık Porto’nun kalesinde göreceğiz...
Benzer şekilde unutulmaz bir vedanın ifadesi de Xavi Hernandez’di. Katalan yıldız ‘La Masia’da başlayan 24 yıllık Barcelona öyküsüne son verip 35 yaşının baharında Katar kulübü Al Sadd’da yaşayacağı yeni bir maceraya ‘Merhaba’ dedi. Keza Steven Gerrard da, genç takım da dahil olmak üzere tam 28 yıl aralıksız formasını giydiği Liverpool’a veda etti ve 35 yaşında Amerika’nın yolunu tutarak LA Galaxy’nin yeni yıldızı oldu.
HIERRO, RAUL VE CASILLAS
BU dört olağanüstü isim, geride bıraktıkları yıllara unutulmaz başarılar sığdırdılar, oyunun en acı ve en sevinçli yanlarının tanığı oldular ve hep üst düzeyde mücadele ettiler. Ki bu ‘üst düzeyde mücadele’ye uzun bir süredir ‘Endüstriyel futbol’ diyoruz. Bu tanım içinde veda bildik bir sözcük, ‘vefa’ ise malum, sadece bir semt adı... Hoş adını zikrettiğimiz dörtlü içinde üçü yeni serüvenlerine atılırken ‘Vefa’sızlık durumuyla pek de yüzleşmediler, sadece Casillas bir anlamda kendisine başka bir gelecek aramak zorunda kaldı.
Peki ‘Büyük takımlar’ böyle yapar mı ya da yapmak zorundalar mı? Aslında bu sorunun evrensel sulardaki yansıması üzerine düşünmeye ilk olarak kendi adıma 2003’de Real Madrid’in kaptanı Fernando Hierro’yla yollarını ayırdığında başladığımı hatırlıyorum. İspanyol efsane, 14 sezonluk bir maceranın ardından kulüp tarafından kapı önüne konmuş, bir sezonluk Al Rayyan ve Bolton serüvenlerinin ardından futbolu bırakmıştı. Sonrasında teknik adamlığı da deneyen ‘Kaptan’, hatırlanacağı gibi geçen sezon Real’de Ancelotti’nin yardımcıları arasında yer almıştı.
Hierro sonrası İspanyol devinin benzer bir vefasızlık örneğini Raul Gonzalez cephesi yaşamıştı. Kulüp tarihinin en golcü isimlerinden biri olan Raul, 1992’de 15 yaşında adım attığı Real’den 2010’da ayrılmıştı (ama futbol aşkını başka kulüplerde sürdürmeye karar vermiş, sırasıyla Schalke ve Al Sadd’da forma giymişti). İspanyol efsane artık, geçmişte Pele, Beckenbauer, Yasin Özdenak gibi isimlerin de top koşturduğu ABD Futbol Ligi MLS takımlarından New York Cosmos’da oynuyor.
Onca servet, mal-mülk, birikim... Lakin ölümlüdür dünya. ‘New York’u inşa eden adam’ unvanıyla zamanında birçok derginin kapağını süsleyen milyarder işadamı Damien Hale kanserdir ve yaklaşık altı aylık bir ömrü kalmıştır. Hayatta kalmak üzere yeni bir hamleye soyunur. Özel bir tıp merkezinde geçirdiği operasyon sonucu artık yeni ve genç bir bedenin içindedir. Fakat böyle bir transferin bedelleri yüksektir.
Video-klip piyasasındaki işleriyle tanınan (ki en ünlülerinden biri REM’in ‘Losing My Religion’ıydı) Tarsem Singh, uzun metraj serüvenini ‘The Cell’, ‘The Fall’, ‘Immortals’, ‘Mirror Mirror’ gibi filmlerle taçlandırdı ama ortaya gerek anlamda bir başyapıt koyamadı. Böyle bir beklenti var mıydı? Vardı; çünkü büyük bir görüntü ustasıydı ve kameraya olan hâkimiyetiyle sinemaya, görsel anlatımı yüksek standartlarda seyreden kayda değer izler bırakması beklendi hep. Özellikle Jennifer Lopez’li ‘The Cell’, onun adına heyecan verici bir başlangıçtı ama bir türlü gerisini getiremedi, sinemasındaki güzel kadrajlar, muhteşem çerçeveler bir türlü derinleşemedi. Hint kökenli sinemacının bu hafta bizde de gösterime giren son filmi ‘Self/less’ kendi adıma benzer bir beklentinin ifadesiydi. Bir ‘Alacakaranlık Kuşağı’ öyküsü tadındaki yapım, doğrusu çok iyi başlıyor, hikâye etkileyici diyalogların da yardımıyla hemen sizi sarıyor ve kendi içine çekiyor. Lakin film, kıyıdan uzaklaştıkça farklı noktalara ulaşacağına çok sığ olmasa da bildik sulara taşıyor bizi.
‘Ölümün yan etkileri’